10/11/2024
İbrahim Gürbüz
a@aaa
İbrahim Gürbüz1
Özet
Bu makalede, tarihsel süreç içerisinde entelektüel birikimin tarih ve ulus bilincine olan etkisi ve milliyetçilik teorisi üzerine düşünceler ele alınmaktadır. Çalışma, entelektüel kavramının tanımı ile başlamaktadır. Edward Said’in entelektüel tanımından hareketle, entelektüelin toplumun aklı, vicdanı ve cesareti olarak nasıl rol oynadığı incelenmiştir. Ayrıca, bir toplumun entelektüel birikim oluşturmadan tarih ve toplum bilinci geliştiremeyeceği ve bu bilinçler olmadan milli bilincin de gelişemeyeceği vurgulanmıştır. Milliyetçilik teorisi bağlamında, Benedict Anderson ve Anthony D. Smith gibi önemli düşünürlerin görüşlerine de yer verilerek, milliyetçiliğin kökenleri ve yayılması konusundaki teorik çerçeve üzerinde durulacaktır. Çalışmanın bütününde milliyetçilik olgusunun Kürdistan’da sömürgeci ilhakın gerçekleştiği bölgeler ile gerçekleşmediği bölgelerdeki yansıması üzerinde durulmuştur. Son olarak da toprağa bağlı milliyetçiliğin Kürd edebiyatına etkisi anlatılmıştır.
Giriş
Edward Said entelektüel kavramını “Entelektüel kolay kolay hükümetlerin veya büyük şirketlerin adamı yapılamayan, devamlı unutulan ya da sümenaltı edilen insanları ve meseleleri temsil etmek için var olandır[1]” diye tanımlar. Entelektüel, fikir ve bilgi üreten ve yayan kişi olarak değerlendirilebileceği gibi, sanat, kültür ve bilim alanlarında bilgi birikimine sahip uzman ve otorite olarak da tanımlanabilir. Entelektüel ayrıca toplumun aklı, vicdanı ve cesareti olarak da görülebilir. Bir toplumun kendi dili ile eğitim ve öğretim yapan okullar ve üniversiteler, bilim, sanat ve kültür kurumlarını yaratmadan, ulusal ve toplumsal bilincin üretildiği entelektüel birikimi oluşturması zordur. Entelektüel birikim oluşturulmadan tarih ve toplum bilinci gelişemez; aynı şekilde, tarih ve toplum bilinci oluşturulmadan milli bilinç de gelişmez. Bu kavramlar, birbirleriyle diyalektik ilişki içindedir.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için milliyetçilik teorisi üzerine çalışmış iki önemli düşünürün tespitlerine odaklanmak faydalı olacaktır: Benedict Anderson ve Anthony D. Smith. Benedict Anderson, siyaset bilimci ve tarihçi olarak tanınır ve 1983 yılında yayımlanan "Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması" adlı eseri, milliyetçilik alanında klasik bir metin olarak kabul edilir. Anderson'a göre, milliyetçiliğin oluşumu ve yayılması, modernleşme süreci, okullar, üniversiteler, basın, dil, baskı makineleri, ulusal marş ve ulusal bayrak gibi unsurlar aracılığıyla gerçekleşmiştir. Özellikle, modern ulus-devletlerin ortaya çıkışında dilin ve basılı materyallerin rolü büyüktür. Anderson’un teorisine göre, aynı dili konuşan ve aynı kültürü paylaşan insanların basılı materyallerle bir araya getirilerek "hayali bir cemaat" oluşturulması, ulusun inşasını mümkün kılar. Bu bağlamda, milliyetçilik modern dünyanın bir olgusudur.
Anderson'un milliyetçilik teorisinde vurguladığı diaspora milliyetçiliği, Kürd toplumu özelinde önemli bir inceleme konusudur. Diaspora milliyetçileri, ulusal kimliklerini sürdürme isteği kadar, diasporada yaşadıkları toplumdan da kopma isteği olmayan bir düşünceyi içerir. Bu milliyetçilik, kayıp vatan özlemiyle yaşadıkları toplumu vatan olarak içselleştirme eğilimindedir. Örneğin, İsveç'teki bazı Kürd aydınlarının duyguları bu temele dayanır. Son yıllarda çokça ifade edilen "Ortak vatan" kavramı ise Kürdistan'ın varlığını dışlamaktadır ve sömürgecilik olgusunun meşrulaştırılmasını içerir.
Anthony D. Smith, milliyetçilikleri "etnik" ve "toprağa bağlı" olarak iki ana başlıkta değerlendirir. Etnik milliyetçilik, etnik ve kültürel devamlılığı esas alırken, toprağa bağlı milliyetçilik, belirli bir toprak parçasına kutsallık atfeder ve topluluğun varlığını o toprak parçasıyla özdeşleştirir. Toprağa bağlı milliyetçilikler ulus-devlet kurucu milliyetçiler olarak nitelendirilirken, etnik milliyetçilik, bağımsızlık ve devlet talebi olmadan kültürel varlıklarını sürdürme isteğini ifade eder. Geçmişte medreseler ve günümüzde okullar ve üniversitelerin milliyetçiliğin gelişimindeki rolü önemlidir. Okullar ve üniversiteler, milliyetçiliğin üretildiği alanlar olarak kabul edilir. Dilin gelişimi ve matbaanın bulunuşu, milliyetçiliği geliştiren en önemli araçlardır. Bu araçlar, ortak bir kültür ve milli bilincin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Anderson'a göre, millet olmanın ve milliyetçiliğin en önemli yapı taşlarından biri de milli marştır. Milli marş, birbirlerini tanımayan ve tamamen yabancı insanların aynı ezginin eşliğinde aynı dizeleri okumaları sonucu ortaya çıkan duygu selidir. Bu ses olmadan ulus varlığı mümkün değildir.
Milliyetçiliğin en önemli sembollerinden biride ulusal bayraktır. Her ulusunun kendi değerlerini yani kurumsal kimliğini ve kişiliğini ifade eden bir sembolü vardır. O da ulusal bayrağıdır. Ulus kendini ulusal bayrağıyla dünyaya tanıtır. Ulusal bayrak milliyetçiliğin ve ulus olmanın vazgeçilmez bir yapı taşıdır. Ulusal bayrak, ulusun ve ülkesinin ulusal ve kültürel değerlerini en iyi sembolize eden simgelerindendir .
Burada çok önemli gördüğüm bir olgunun altını çizmek istiyorum. Her ne kadar milliyetçilik olgusunun modern dünyada okullar, üniversiteler, baskı makinalarıyla oluştuğu söylense de medreselerin okul ve üniversite olduğunu belirtelim. Toprak temelli Kürd milliyetçiliğin temelinin medreselerde atıldığını ve Ahmedê Xani’nin klasik Kürd milliyetçiğinin temellerini oluşturduğunu belirtelim. Ahmedê Xanî’den Hacı Kadîr-î Koyi’ye kadar bir sessizlik döneminin nedenleri kuşkusuz Kürdistan’ın sömürgeci imparatorlukların işgal ve ilhak faaliyetlerinin alanı olmasındandır. Bu dönemin üzerinde de özellikle çalışılması gerekir. Ancak modern milliyetçiliğin üniversiteler ve baskı makineleri ile yaygınlaştığını söylemek daha doğrudur diyebiliriz.
Kürd ve Kürdistan olgusuna baktığımızda, Kürd toplumsal dokusunun ve entelektüel birikiminin sürgün, yağma, inkâr ve asimilasyon süreçleriyle nasıl tahrip edildiğini anlayabiliriz. Bu bağlamda, modern milliyetçiliğin üniversiteler ve baskı makineleri ile yaygınlaştığını söylemek daha doğru olacaktır.
1. Geç Osmanlı Dönemi
19. yüzyılın ilk çeyreğinde ve özellikle 1839 Tanzimat Fermanı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun başlattığı merkezileşme politikalarının hedefi, Kürd mirliklerinin idari ve politik statüsünü ortadan kaldırmaktı. Bu politika, Kürdistan'ın yeniden sömürgeci işgal ve ilhakını gerçekleştirmeyi hedefleyen bir hamleydi ve bunu başarabilmek için Kürd Mirleri ve Kürd aydınları sürgün edilmiş, Mirlik sistemi gibi siyasi ve idari yapılar ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu mantıkla başlatılan operasyon 19. yüzyılın ortalarında sona erdirildi. Kürd Mirleri aileleri ile Kürdistan'dan sürülerek İstanbul ve Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer bölgelerine sürgün edildi. Köklerini Osmanlı imparatorluğu döneminden alan Türk düşüncesi Kürdlere ve Kürdistan’a yönelik sömürgeci politikasını İttihat Terakki Fırkası döneminde de sürdürmüştür. Bu politikaların kökenleri II. Mahmut dönemine kadar uzandığı ve bu süreçlerin devletin "aklının" 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlarına dayandığını söyleyebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan bu politikalar, özellikle İttihat ve Terakki döneminde sistematik bir şekilde uygulamaya konulmuştur.
2. İttihat -Terakki Fıkrası Dönemi
1911'de İttihat ve Terakki Fırkası'nın Selanik’te düzenlediği gizli kongrede Rumların göç ettirilmesi, Ermeni nüfusunun yok edilmesi, Kürdlerin asimile edilmesi ve Alevilerin müslümanlaştırılması gibi önemli kararlar yer almıştır. Bu politikalar, Adriyatik Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar uzanan ve içinde yalnızca Türklerin yaşayacağı bir imparatorluk hayali vardır. Bu bağlamda, 1915 Ermeni Tehciri sırasında yaklaşık bir buçuk milyon Ermeni'nin tehcire tabi tutulmuş ve büyük Rum sürgünlerinin gerçekleştirilmiştir. Bu süreçte, 300 binden fazla Rum Yunanistan’a sürülmüştür.
1916'da Talat Paşa’nın koordinatörlüğünde gerçekleştirilen Büyük Kürd Tehciri’nde, resmi kayıtlara göre 800 bin, gayri resmi kaynaklara göre ise 1 milyon 200 bin Kürd, Kürdistan’dan Batı ve Orta Anadolu’ya sürgün edilmiştir. Bu sürgün sırasında birçok Kürd, açlık ve hastalık nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Sağ kalanlar ise Türk toplumunun içine dağılmıştır. Bu asimilasyon politikası, Kürdleri Türk toplumunun içine eritmek ve Kürdistan’ı Kürdsüzleştirmek amacını gütmektedir. Eğer bu nüfus bugün Kürdistan’da yaşıyor olsaydı, bölgedeki Kürd nüfusuna yaklaşık 10 milyon daha fazla nüfus eklenmiş olacaktı. Osmanlı döneminde asimilasyon, Kürd toplumunu başsız ve aydınsız bırakma stratejisiyle, Kürd çocuklarını Sübyan ve Aşiret mekteplerinde Türkleştirerek yapılmıştır. İttihat ve Terakki döneminde ise, kitlesel sürgünler ve demografik yapının değiştirilmesiyle Kürdler Türk toplumunun içine eritilmiştir. İttihat- Terakki döneminin en önemli özelliği, sürgün ve demografik yapı değişikliği ve sömürgeci asimilasyon politikalarının devam etmesi şeklindeydi. İttihat-Terakki döneminde, özellikle 1911'de Selanik'te gerçekleştirilen gizli kongrede alınan kararlar, tarihsel süreç içinde zenginleştirilerek bir bir uygulandı ve uygulanmaya devam ediyor.
3. Kemalist Dönem
İttihat-Terakki döneminin devamı olan Kemalist dönemde ise sömürgeci asimilasyon politikaları çok daha profesyonelce uygulandı Kemalist dönemde asimilasyon politikalarının sistematik bir şekilde zirveye ulaştığını söyleyebiliriz. Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhurbaşkanı ve İsmet İnönü'nün Başbakan olduğu dönemde, Türk üniversiteleri, basını, aydınları, Türk Ocakları ve Halk Eğitim Merkezleri aracılığıyla “Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi” ve asimilasyon politikaları dikkatle planlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Bu süreç, toplum mühendisliğinin dünyada nadir rastlanan örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Kemalist İktidar Döneminde Çıkarılan ve Uygulanan Kanunlar
1920'li yıllardan itibaren Kemalist yönetim, çeşitli kanunlar ve yönetmelikler çıkararak asimilasyon politikalarını uygulamıştır. Bunlar arasında Takrir-i Sükûn Kanunu, Mecburi İskân Kanunu, Şark Islahat Planı Kanunu, Tunceli Kanunu, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, İller Kanunu ve Umumi Müfettişlikler Kanunu gibi birçok yasa bulunmaktadır. Bu yasaların başlıca uygulamaları şunlardır:
a) Yatılı Bölge Okulları (YBO)
Bu okullarda yüz binlerce Kürd çocuğunun Kürdçe konuşması yasaklanmış ve asimilasyonun bir aracı olarak kullanılmıştır. Sıdıka Avar gibi çok sayıda Türk eğitim misyonerleri tarafından köylerden toplanan çocuklar, Kemalist ideolojinin kadrolarına dönüştürülmüştür.
b) Yol Yapımı: Yol yapımı, asimilasyon politikalarının bir aracı olarak kullanılmıştır.
Bazen güvenlik gerekçesiyle, bazen belirli bölgelerden kitleleri sürmek amacıyla yollar yapılmıştır.
c) Sürgün: Deprem gibi bahanelerle Kürdler sürgüne gönderilmiştir.
d) Türk Eğitim Sistemi: Milli Eğitim'e bağlı okullarda Türklük yüceltilmiş, Kürdlük aşağılanmıştır. Kürdçe konuşanlara para cezaları verilmiş ve okullarda Kürdçe konuşanları ihbar eden kollar oluşturulmuştur.
e) Kürd-Türk Evlilikleri: Kürd gençleri ile Türk gençlerinin evlilikleri teşvik edilerek asimilasyon politikası gerçekleştirilmiştir. 1930'lu yıllarda, bu tür evlilikler için ev, arazi ve iaşe sağlanmıştır. Bu evliliklerden doğan çocukların Kürd kimliğini koruma şansı neredeyse yoktur.
4. Diğer Asimilasyon Uygulamaları
İran'da da benzer asimilasyon politikaları uygulanmıştır. İran yönetimi, en güzel Fars kadınlarını Kürd Mirleri ve çocuklarıyla evlendirmeyi teşvik etmiştir. Bu da asimilasyonun bir aracı olarak kullanılmıştır. Egemen kültüre entegre olan bireyler, süreç içerisinde asimile olur ve çocukların Kürd kimliğini koruma şansı kalmaz.
5. Milli Sermayenin Engellenmesi
Kemalist dönemde ise bu politikalara Kürd dilinin yok edilmesi ve Kürdistan’da milli sermayenin oluşumunun engellenmesi eklenmiştir. Buradaki amaç Kürdlerde toprak temelli milliyetçiliğin gelişmesini engellemek ve asimilasyon politikasını sorunsuz hayata geçirmektir. Başsız, aydınsız, dilsiz ve milli sermayesiz bırakılan Kürdlerin daha kolay Türkleştirileceği düşünülmüştür. Bilindiği üzere batı Avrupa’da rönesansı ve reform hareketlerini burjuvalar önderlik etmiştir. Avrupa’da sanat, kültür, resim, heykelcilik alanlarında aydınlanmanın ve parlak rönesans dönemini burjuvalar ve burjuva düşüncesi gerçekleştirmiştir. Bu bilinçte olan Türk düşüncesi Kürdçeyi yasaklamasının yanısıra Kürdistanda sermaye bilikimini engellemek için birçok baskı yöntemleri geliştirmiştir. Kürd sermaye sahiplerinin birikimlerini Türkiye metropollerine yönlendirmiştir. Kürdistan’da sadece acentacılık ve otel işletmeciliğine müsaade etmiştir. Kürd sermaye sahiplerinin Kürdistan’da fabrikalar kurmasını özellikle engellemiştir. Çok örnek sıralanabilir. Sadece Kürdistan’da gizli sürgüne gönderilen Beyazıt ailesi ve Halis Toprak örneği olguyu ispatlamaya yeter. Kürd sermaye sahipler devasa varlığın sahibi olabilirler ancak Kürd kimliğini inkâr etmelerive Kürdistan’da yatırım yapmamaları koşuluyla…
Osmanlı'dan başlayarak Cumhuriyet dönemine kadar devam eden asimilasyon politikalarının sistematik ve kapsamlı bir şekilde yürütüldüğünü ve bu politikaların demografik ve kültürel açıdan büyük değişikliklere yol açtığını vurgulayabiliriz. Osmanlı’dan miras alınan bu tecrübe ve birikim, Kemalist dönemde Kürdlerin öndersiz, aydınsız, dilsiz bırakmaya ek olarak vatan toprağı üzerinde burjuvasız (sermayesiz) bırakmayı da ekleyerek asimile edilmesine yönelik stratejileri içermektedir. Sadece milli burjuvazinin engellenmesi değil, milli nitelikli Kürd aşiret reisler, ağalar ve şeyhler hatta nötr olan aşiret reisleri potansiyel düşman görülerek devletin iç düşmanları addedilerek kamplara gönderilmiştir. Sivas Kampı örneğinde olduğu gibi…Ruşen Arslan’ın “Devletin iç düşmanı Kürdler Jandarma Genel Komutanlığı raporları”n yer aldığı kitabında açık açık ifade edilmiştir. Bu süreçteki politik uygulamaların, Kürd toplumunda toprak temelli milliyetçiğin yeşermesini ciddi manada engellemiştir.
6. Türk Harf İnkılabının Etkileri
Kürdlerin eğitim sisteminin temelini medreseler oluşturuyordu. Medreselerde eğitim dili Kürdçe olup, Arapça ve Farsça öğretiliyor, Kur’an, Fıkıh, Hadis gibi dersler Kürdçe anlatılıyordu. Cumhuriyetin ilanı ile medreseler kapatıldı ve Kürdçe eğitim yasaklandı. 1928 Harf İnkılâbı, Kürdlerin geçmişle bağını koparmada önemli bir rol oynadı. Devlet, Kürdlerin varlığını inkâr ederek herkesin Türk olduğunu savundu ve Kürdçe’nin bir dil olmadığını iddia etti. Bu bağlamda, Harf İnkılâbı, Kürdlerin tarihsel ve kültürel bağlarının koparılmasına katkı sağladı.
Harf İnkılabının Türkler ve Kürdler üzerindeki etkisi farklıdır. Harf İnkılâbı ile Türkler Osmanlı geçmişlerinden koparılsa da Türkler için yeni bir tarihsel geçmiş, ilk çağlara ve tarihsel kökenlere dayanan bir geçmiş inşa edildi. Ancak Kürdler, bu tarihsel geçmiş içinde aynı kökenlere dâhil edilerek asimilasyon sürecine tabi tutuldu. Kürdçe’nin ve medreselerin yasaklanması, Kürd çocuklarının zihnini boş bıraktı ve bu boş zihinlere Türk geçmişi pürüzsüz bir şekilde yerleştirildi. Harf İnkılabının etkileri, Kürd aydınlarının öldürülmesi, cezaevlerine konulması, sürgün edilmesi veya firar etmeye zorlanmasıyla birleşince daha da yıkıcı oldu. Kürd toplumunun entelektüel liderleri ortadan kaldırılınca, Kürd halkı geçmişle bağlarını daha hızlı bir şekilde kaybetti. Bu da Türkleştirme operasyonlarının daha yoğun ve pürüzsüz bir şekilde uygulanmasına olanak sağladı.
7. Kemalist Dönemden Sonra Asimilasyon Politikaları
1911 yılında Selanik’te alınan kararlar ve Şark Islahat Planı günün koşullarına uygun olarak güncellenmiş ve sürdürülmüştür.
a. Türk Düşüncesinin DNA'sı: Türkçülük ve İslamcılık
Türk siyasal sisteminin temelinde Türkçülük ve İslamcılık bulunmaktadır. Bu iki unsur, Kürdlerin Türkleştirilmesi ve "Türkiyelileştirilmesi" yani asimile edilmesi amacını taşımaktadır. 100 yıldır bu politika değişmemiştir; zaman zaman Türkçülük, zaman zaman ise İslamcılık öne çıkarak asimilasyon politikasının ana unsurları olmuştur. Kemalist dönemde sistematize edilen ve uygulanan asimilasyon politikaları, Kürd kimliğinin ve kültürünün ciddi şekilde etkilenmesine yol açmıştır. Bu politikalar, toprak temelli milliyetçiliği yok ederek Kürdlerin başsız, aydınsız, dilsiz ve milli sermayesiz bırakılarak “Türkleştirilmesini” hedeflemiştir. Bu süreç, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve General Kenan Evren dönemlerinde de devam etmiş ve günümüz Türkiye'sinde de çeşitli biçimlerde sürdürülmektedir.
8. Türkiyelileşme Dönemi
Türk resmî ideolojisi özellikle son yirmi beş yıldır Kürdlerin eliyle oto-asimilasyonu hayata geçirmeye çalışmaları da dikkate değerdir ve üzerinde çalışılması gereken bir olgudur. PKK'nın (Kürdistan İşçi Partisi) ideolojik ve pratik yaklaşımını incelediğimizde, Kürd dilinin ve kültürel kimliğinin korunması ve geliştirilmesi konusundaki tutumu sorgulanmalıdır. PKK'nın başlangıç döneminden itibaren Kürd aşiretleri arasında düşmanlık yaratarak toplumsal yapıyı parçaladığını, Kürd diline ve kültürüne yönelik yaklaşımının yetersiz olduğunu söyleyebiliriz.
1978 yılında PKK Kürdistan Devriminin Yolu isimli bir manifesto yayımladı. Bu manifestoda Kürd küçük burjuva ve Türk sosyal şoven örgütleri Kürdistan Devriminin hedefidir ve tasfiye edilmesi gerekir diye ifade edebileceğimiz çok ilgi çeken madde geçer. Bu manifestoda geçen ibare aynen şöyle:
Kemalizm’i, sosyal-şovenizmi, burjuva ve küçük burjuva reformizmini ve teslimiyetçiliğini Kürdistan Kurtuluş Hareketine taşıyan herkes, düşüncede ve eylemde amansız düşmanlarımızdır. İhtilalci mücadelemiz, daha çok düşünce alanında bunları yok etmeyi, ideolojik mücadelenin en belirgin amacı sayar.[2]
Kürd Aşiretleri Arasındaki Çatışmalar
PKK'nın 1978'de Hilvan'da ve 1979'da Siverek'te çeşitli aşiretler arasında çatışmalar başlatarak yüzlerce Kürd’ün ölümüne neden olmuştur. Bu yaklaşımın, ulusal kurtuluş mücadelesinin temel ilkelerinden sapma olarak değerlendirebiliriz. Diğer sömürge ülkelerde mücadele öncelikle sömürgecilere karşı verilirken, PKK ise Kürdler arasında çatışmalara öncelik vermiştir.
Kürd Dili ve Kültürünün Korunması
PKK'nın Kürd dili konusundaki tutumu, Türk solunun yaklaşımı gibidir. PKK’de Türk solu gibi Kürd dilinin geliştirilmesini ve toplum tarafından yaygınlaştırılmasını devrimden sonraya ertelemektedir. PKK'nın, Kürdçenin devrimden sonra kullanılacağını savunduğu belirtilmektedir. Ancak dilin canlı bir organizma olduğu ve kullanılmadığında öleceğini söyleyebiliriz. Kürdçenin eğitimin ve günlük hayatta kullanılmasının devrimden sonraya ertelenmesi asimilasyon politikasına hizmet olduğu açıktır. PKK'nın, Kürdçeyi öğrenme ve kullanma mücadelesinin bireysel planda bile olsa verilmesi gerektiğini belirtmesine rağmen, dil eğitiminin mevcut düzen altında reformist ve gerici olarak nitelendirmektedir. Manifestolarında konuya ilişkin şöyle denmektedir;
Kültür sömürgeciliğine karşı mücadele, bizi yanlış sonuçlara götürmemelidir. Ulusal kurtuluş olmadan dil ve kültürün kurtulabileceğini, bu amaçla Türkiye Cumhuriyeti egemenliği altında Kürtçe eğitimi savunan anlayışlar reformist ve gericidir. Ancak Türk sömürgeciliğinin özelliklerini anlayamayan hayalperestler bu tür planlar peşinde koşabilirler. Gerçekte, Kürt dilinin düzen içinde geliştirilmesi ve okur-yazar dili haline getirilmesi için bir ilkokul kurma olanağı bile yoktur. Ama buna rağmen, Kürtçeyi öğrenme ve okur-yazar dili haline getirme mücadelesi, bireysel planda bile olsa verilmeli, özellikle köylüye Kürtçe hitap edilmelidir. Yanlış olan, Kürtçeyi öğrenme ve okur-yazar dili haline getirme değil, “bu düzen altında Kürtçe eğitim” gibi teslimiyetçi ve reformist görüşlerdir. Bunun yanında, Türkçe, sömürgecilerin dilidir diye hor görülmemeli; dünya halklarının kültür birikimini halkımıza taşırmada bir araç olarak kullanılmalıdır. Kürtçe ile sınırlı olan düşünme olanakları, şimdilik Türkçe ile giderilmelidir. Ulusal bağımsızlığımız gerçekleştiğinde, işte o zaman Kürtçe, mali, kurumsal ve kadrosal imkanlara kavuşarak hızla gelişecek, temel iletişim ve kültür birikimi aracı olacak ve dünya dilleri arasında layık olduğu yeri alacaktır. Bugün bağımsız olan birçok eski sömürge, hala sömürgecilerin dilini kullanmakta ve kendi ulusal dillerini yeni yeni geliştirmektedirler.[3]
Türkiyelileşme ve Asimilasyon Politikaları
Köklerinin 1977 yılından itibaren başlayan "Türkiyelileşme" sürecinin, Kürd toplumunu büyük kayıplara uğratılmış ve Kürd gençlerinin bağımsızlık idealleriyle dağlara sürülmüştür. Bu süreçte Kürd toplumunun en eğitimli ve aydın kesimlerinin yok edildiğini, sürgün edildiğini ya da asimile edildiğini söyleyebiliriz. Bunu birçok olguda görebiliyoruz. Bu konunun ayrıca çalışılması gerektiği düşünüyorum. 1980'li ve 1990'lı yıllarda 6 bine yakın Kürd köyünün boşaltıldığı ve 6 milyonu aşkın Kürd'ün Türkiye metropollerine sürgün edilmesine ortam hazırlanması üzerinde çokça düşünülmelidir.
Kürd Gençliği ve Milli Bilincin Zayıflaması
PKK Kürd gençlerini bağımsızlık idealleriyle kandırmıştır. Daha sonradan da bu ideallerden vazgeçmiştir. Kürd gençleri Türkiye ve Suriye'nin demokratikleştirilmesi için ölüme gönderilmektedir. Kürd milliyetçiliğinin ilkel olduğu propagandası yaparak onları toprak temelli milliyetçilikten uzak kalmasına çalışmaktadır. Dünyada kendi sömürgecisini demokratikleştirmek için en değerli gençlerini kurban eden bir örgüt yoktur. PKK, Kürd gençlerinin Kürd tarihsel ve kültürel değerlerinden koparılmasını, milli bilincin ve dil bilincinin geliştirilmesine izin vermeyerek Türk siyasal sisteminin yüz yılı aşkın yürüttüğü siyasete büyük hizmet sunmaktadır. Yüz elli yıldır Türk siyasal sistemi tarafından asimile edilmeye çalışılan Kürd toplumu bu sefer Kürdlerin eliyle daha hızlı bir şekilde gönüllü asimilasyona tabi tutulmaya çalışılmaktadır. Buradaki amacım, Kürd dili ve kültürünün korunması ve geliştirilmesi konusundaki eksikliklere dikkat çekmek ve bu konunun daha derinlemesine araştırılması gerektiğini vurgulamaktadır.
Bilindiği üzere Sömürgeciler bir ülkeyi işgal ettiklerinde önce o ülkenin şehirlerini, kasabalarını, köylerini ve ekonomilerini tahrip ederler. Üretim ilişkilerini, üretim biçimini ve üretici güçlerini yok ederler. Ardından, üst yapı kurumlarını çökertirler. Aydınlarını sürgüne gönderir veya katlederler. Ayrıca, tarihsel ve kültürel değerleri yağma eder veya kendilerine mal ederler. Sömürgeleştirilen toplum, yeniden ayağa kalkabilmesi için işe sıfırdan başlamak zorundadır. Bu durumda, sömürgeci- asimilasyoncu politikanın gazabına uğramış toplumların entelektüel birikimi ya yok edilmiş ya da büyük ölçüde engellenmiştir. Sömürgeci-asimilasyoncu sistemi tarihsel süreç içinde hayata geçiren Türk düşüncesi, Kürdleri başsız ve aydınsız bırakarak ve asimilasyonu aralıksız sürdürerek hedeflerine büyük oranda ulaşmıştır. Entelektüel birikimin önündeki en büyük engel, kuşkusuz sömürgeci-asimilasyoncu sistemdir.
Başlangıçta belirttiğim gibi, milliyetçilik düşüncesi, genellikle vatan toprağı üzerinde kurulan okullar, üniversiteler, basılı materyaller gibi araçlarla gelişip yaygınlaşır. Bu araçlarla toprağa bağlı milliyetçiliğin gelişebileceğini, yukarıda bahsettiğim düşünürlerin teorilerinde ortaya konmuştur. Sürgün, inkâr, asimilasyon ve soykırımlarla öndersiz ve aydınsız bırakılan Kürd toplumu ne yazık ki kendi toprağı üzerinde kendi diliyle okul, üniversite ve basılı materyallerden mahrum bırakılmıştır. Aynı şekilde kendi ülkesinde kendi dili ile eğitim olanaklarından yoksun bırakılan Kürd aydınlarının düşünceleri, İstanbul gibi merkezlerde Osmanlı eğitim sistemi ve devamında Türk eğitim sistemi içinde biçimlendirilmiştir. Bu yüzden Kürdistan dışında yetişen Kürd aydınlarında toprak temelli milli bilinç bu nedenle çok cılızdır.
1900'lerin başında sürgünde yaşayan ve özellikle İstanbul, Paris, Şam ve Kahire gibi metropollerde Osmanlı düşün dünyasının etkisi altındaki Kürd aydınlarının çoğu, topraktan kopuk olmanın sonucu Osmanlıcılık düşüncesini savunmuşlardır. Kürdistan dışında yaşayan Kürd aydınları yaşadıkları İstanbul, Kahire, Paris, Erivan, Moskova, Bağdat ve Şam’da çeşitli gazete, dergiler çıkarmış ve cemiyetler kurmuşlardır. Kürdistan gazetesi, Hawar, Jin, Roji Kürd, Hetewa Kurd, Reya Tezê, Bağdat Akademisinde çıkarılan Kürd bilim Akademi dergisi ve çok sayıda kurulan cemiyetler bunlardandır. Bu kurumlar ve basın yayın araclığıyla yaratılan entellektüel birikim ne yazık ki Kürd toplumunun dışında oluşmuştur.
Kürd aydınlarının sürgün edilerek Kürdistan topraklarından ve toplumundan koparılmaları, Kürd aydın çevrelerinin düşünce dünyasında derin etkiler yaratmış ve toprak temelli milliyetçiliğin zihinlerde oluşmasını engellemiştir. Kürd aydınlarının vatanları dışında gittikleri merkezlerde içinde yaşadıkları maddi koşullar onların düşüncelerini büyük oranda şekillendirmiştir. Ancak aynı durum Arap ve Balkan aydınları için söz konusu değildir. Çünkü onlar kendi ülkelerinde eğitimlerini tamamladılar. Bu nedenle Arap ve Balkan aydınları bağımsızlık ve statü talep ederken Osmanlı eğitim sistemi içinde yetişen Kürd aydınları ise Osmanlıcılığı savunmuşlardır. Burada Osmanlı eğitim sistemi içinde eğitim görmüş ismi öne çıkmış Kürd önder ve aydınları ile Kürdistan’dan ayrılmamış Kürd ileri gelenlerinin siyasal ve milli konumları ile ilgili bir mukayese topraksız milliyetçilik ile Toprak temelli milliyetçiğin arasındaki farkın zihinlerde yer edişi ve pratikteki yansımasının ne olduğunu göstermesi açısından bu bilgilerin anlatımı konuya ışık tutacaktır.
Celal Temel’in “İlk ve Orta Kuşak Kürd Önder ve Aydınlar” adlı çalışması bu konuya açıklık getirmektedir. Celal Temel bu çalışmasında:
Bu dönemin Kürd ileri gelenleri, önder ve aydınları için, ‘İlk Kuşak Kürd İleri Gelenleri’, İlk Dönem Kürd Önder ve Aydınları” gibi adlandırmalar yapılabilir. Bu ana bölümde 23’ü dört büyük aileden, 21’I diğerleri olmak üzere 44 kişiyi, beş bölümde anlatmaya çalıştık. Bedirxanlar 10 kişi, Babanzadeler 6 kişi, Cemilpaşazadeler 4 kişi, Şemzinan Nehri Ailesi- 3 kişi, diğerleri 21 kişidir.[4]
Cizre Botan Miri Bedirxan Bey ve ailesi Girit, İstanbul ve Suriye’ye sürgün edildi. Padişah, Bedirxan Bey ailesine Kürdistan’da yaşamamak koşuluyla çok sayıda çocuklarına önemli mevkiler verdi. Aynı politikayı sürgüne gönderdikleri Kürd Mirlerine de uyguladı. Kürd Mirlerini vatansızlaştırmak ve Kürd toplumundan koparmak için onlara yönelik Osmanlı devlet politikasının pratik tezahürü aşağıdaki gibidir. 19. yüzyılın önemli Kürd liderlerinden biri olan Bedirxan Bey, Kürd tarihine derin izler bırakmış bir figürdür. Bedirxan Bey'in yaşamı ve ailesi, Kürd toplumunun sosyo-politik yapısını anlamak için kritik öneme sahiptir. Bedirxan Bey’in oğulları ve kızları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde çeşitli idari ve askeri görevlerde bulunarak önemli roller üstlenmişlerdir. Bu bağlamda, Bedirxan Bey’in ailesi sadece Kürd tarihinde değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun idari ve siyasi yapısında da önemli bir yer tutmaktadır.
Bedirxan Bey'in oğulları arasında dikkat çeken isimler, farklı dönemlerde Osmanlı yönetiminde çeşitli üst düzey pozisyonlarda görev almışlardır. Örneğin, M. Necip Paşa, Humus ve Aydın mutasarrıfı olarak görev yapmış; Ali Şamil Paşa, Üsküdar Askeri Üs Komutanı olarak hizmet etmiştir. Diğer önemli isimler arasında, Ferik Osman Nuri Paşa 1879 ayaklanmasının yöneticisi, Tahir Muhlis-Kutay Halep Yüksek Mahkeme Reisi, Rıza Bahri Paşa Şeyh Ubeydullah hareketinin yöneticisi olarak dikkat çekmektedir. Bu isimler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde idari ve askeri roller üstlenmiş, böylece Kürdlerin imparatorluk içindeki konumunu ve etkisini de göstermişlerdir. Bedirxan Bey’in kızları da genellikle aile içi ve toplum içinde önemli roller oynamışlardır. Leyla, Halime, Fahriye, Adviye, Samiye, Sariye (Zümeyre), Meryem, Nazlı, Nefise, Emine, Emine Rabia, Azize, Zeberced, Zeliha, Fatma, Ayşe, Zarife, Şefika, Asiye ve Rukiye gibi isimler, Bedirxan ailesinin geniş ve etkili sosyal ağlarını temsil etmektedir. Bu kadınlar, aile bağlarını güçlendirerek ve Kürd toplumunun kültürel ve sosyal dokusunu koruyarak önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bedirxan Bey’in torunları arasında da önemli şahsiyetler bulunmaktadır. Abdürrezak (1864-1918), Ahmet Süreyya (1883-1938), Celadet (1893-1951), Kamuran (1895-1978) ve Rewşen (1909-1992) gibi isimler hem Osmanlı İmparatorluğu döneminde hem de sonrasında Kürd tarihine ve kültürüne katkıda bulunmuşlardır. Bu bireyler, ailelerinin mirasını devam ettirerek Kürd kimliğinin korunması ve geliştirilmesinde önemli roller oynamışlardır.[5]
Botan Miri Bedixan beyin Kürd yayın, kültür ve siyasal mücadele içinde olan oğullarından Emin Ali Bedirxan (1851-1926), “Sürgünde Girit Kandiye’de doğdu. Botan Miri Bedirxan bey’in en büyük oğullardan biridir. Çocukluğu İstanbul’da geçti.”[6]Miqdat Mithat Bedirxan (1856-1915) “Mir Bedirxan Bey’in ortanca oğullarından biridir. O da ağabeyi Emin Ali Bedirxan gibi Girit’te doğdu.”[7] Yusuf Kâmil Bedirxan, Abdurrezak Bedirxan İstanbul’da, Mehmet Salih Bedirxan, Süreyya Ali Bedirxan, Celadet Ali Bedirxan, Kamuran Ali Bedirxan Suriye’de doğmuşlardır. Bedirxan Bey’in oğulları, kızları ve torunlarının hepsi Kürdistan dışında doğmuşlardır. Bunlar ilk orta eğitimlerini İstanbul ve Şam’da yapmışlardır. Örneğin Bazıları Mekteb-i Sultani (Galata saray Lisesi) ve Mekteb-i Mülkiye bir kısmı Rüştiye Mektebinde, bazıları da Askeri okullarda okumuşlardır. Bu tablodan anlıyoruz ki Mir Bedirxan bey’in çocuk ve torunları Kürdistan dışında İmparatorluğun başkenti İstanbul ve önemli şehirlerinde doğmuş ve eğitim ve öğrenimlerini oralarda sürdürmüşlerdir. Bir kısmı mutasarrıf bir kısmı askeri komutan bir kısmı da aydın olarak çalışmalarını yürütmüşlerdir. Doğal olarak Osmanlı eğitim sistemi içinde düşün ve zihin dünyaları vatan dışında sömürgeci metropollerde içinde yaşadıkları maddi ve kültürel koşullar içinde şekillenmiştir.
Kürd basın, yayın, dil, siyaset ve edebiyat alanlarında simge durumunda olan bu yazarlardan Emin Ali Bedirxan ve Abdürrezak Bedirxan dışındakilerin hemen hepsi 1918 yılına kadar Osmanlıcıdırlar. İçlerinden bazıları 1. Dünya savaşında Osmanlı Ordusu saflarında savaşa katılmışlardır. Ancak 1918 yılından sonra bu aydınlarda toprak temelli milli bilinç gelişmiş ve bağımsızlık talep etmişlerdir. Aynı tabloyu üç aşağı beş yukarı Babanzadelerde de görebiliyoruz. Mustafa Zihni Paşa Süleymaniye’de, İsmail Hakkı Bey Bağdat’ta, Babanzade Süleyman Hikmet Süleymaniye’de, Şükrü Baban ise Bağdat’da doğdu. Bunlar öğrenimlerini Bağdat, İstanbul, Bolu’da bitirdiler. Bunlarda Bedirxanlar gibi İstanbulda kurulan Kürd kurumlarında çalışmışlardır. Cemil Paşazadelerden Kasım, Ömer, Ekrem ve Kadri Cemilpaşa’lar ın hepsi Diyarbakır’da doğmuş ancak Kasım Cemilpaşa hariç diğerlerinin hepsi İstanbul’da yüksek öğrenimlerini tamamlamış ve Kürd cemiyetlerinde görev almışlardır. Şemzinan ailesinden Seyid Abdülkadir, Seyid Muhammed Sıddık, Seyid Taha Şemzinan’ın Nehri köyünde doğdular. Bunların içinde Kürd Teali Cemiyetinin başkanı olan Seyid Abdülkadir Osmanlı Şüra-i Devlet başkanı (Anayasa Mahkemesi) görevlerini yürüttü. Bu arada önemli bir siyasal figür olması nedeniyle Süleymaniyeli Babanlardan olan Şerif Paşa da yaşamının büyük bir kısmını Diasporada geçirmiştir. Genel tabloya baktığımızda gözümüze çarpan esas nokta büyük çoğunluğunun Osmanlı eğitim sistemi içinde yetiştiğini tespit etmiş oluyoruz. Yukarıda isimlerini andığımız Kürd aydınları içinde Emin Ali Bedirxan, Abdürrezak Bedirxan’ı ve 1900’lı yılların başında İstanbul’da Kürd gençlerine hocalık yapan Hacı Kadir-i Koyi’yi ayrı kategoride ele almamız gerekir. 1900’lı yılların başındaki Kürd aydınları içinde milli bilinci yüksek ve toprak temelli milliyetçi diyebileceğimiz iki istisna isim Emin Ali Bedirxan ve Abdürrezak Bedirxan’dır. Hacı Kadir-i Koyi ise eğitimini Kürd medreselerinden aldığı için modern Kürd milliyetçiliğinin simge ismi ve ikinci Xanî kabul edilir. Hacı Kadir-i Koyi toprak temelli bir Kürd milliyetçisidir.
Emin Ali Bedirxan, Abdürrezak Bedirxan, ve Hacı Kadir-i Koyi dışındaki Kürd aydınları, Osmanlı'nın birliğini savunmuş hatta 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusu saflarında savaşa katılmışlardır. 1920'lerde Ortadoğu’da kurulan nizamda, Balkan ve Ortadoğu'daki bütün uluslar birer devlete kavuşurken, Kürdler bağımsızlık talep etmedikleri için bir manda statüsü dahi kazanamamışlardır.
9. Medreseler
3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat kanunu ile yasaklanan Medreseler, Kürdistan'da eğitimin önemli merkezlerinden biriydi ve Kürd toplumunun entelektüel gelişimine büyük katkılarda bulundu. Medreseler, İslamî ilimlerin yanı sıra Kürd dili ve edebiyatı gibi yerel konularda da eğitim verirdi. Bu okullar, Kürd ulusal kimliğinin korunmasında ve geliştirilmesinde kilit rol oynamışlardır. Kürdistan'da medreselerde yetişen bazı önemli Kürd ulusal başkaldırı liderleri şunlardır:
1. Şeyh Said: 1925'teki Şeyh Said İsyanı'nın lideri olan Şeyh Said, medrese eğitimindengeçmiş bir dini liderdi. İsyan, Kürdlerin Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra kendi kaderlerini tayin etme çabalarının bir parçasıydı.
2. Seyit Rıza: 1937-1938 yıllarında Dersim İsyanı'nın lideri olan Seyit Rıza, Kürd ve Alevi kimliğinin korunması için mücadele etti. O da Kürd Alevi Ocağında eğitim almış bir dini liderdi.
Medrese eğitimi, bu liderlerin düşünsel ve ideolojik temellerini atmış, onları Kürd ulusal hareketinin önemli figürleri haline getirmiştir. Bu eğitim, dini bilgilerle birlikte sosyal ve politik farkındalık kazandırarak Kürd toplumunun önderleri olma yolunda onlara rehberlik etmiştir. Şeyh Ubeydullah Nehri, Şeyh Abdüsselam Barzani, Mele Selim, Salih Begê Henî, Bavê Tujo, Hesenanlı Halid Bey, Hasan Hişyar Sertî, Fehmi Bilal, Ferzende Bey, Elmecid Beye Sipki, Şeyh Ahdülkadir, Alişan Bey, Alî Şer Efendi, Qazi Muhammed, Mela Mustafa Barzani ve daha isimlerini yazmadığım Kürd liderlerinin hepsi medreselerde yetişmiş ve toprağa bağlı milliyetçidirler. Ancak isimleri zikrettiğim Kürd önder ve aydınlarının toprak temelli milliyetçilik bilinci 1900’lı yılların başındaki Türk, Balkan ve Arap milliyetçiliği kadar gelişkin olmadığını da söylemek yanlış olmaz.
Burada bir tespitte daha bulunmak istiyorum. İsimlerini yazdığım bütün bu liderler eğer İmparatorluğun idari ya da askeri organlarında görev alsalardı, hiçbiri idam edilmezdi. Örneğin Mela Mustafa Barzani eğer kendi vatanında medreselerde değil de Bağdat ya da İstanbul’da eğitim görmüş olsaydı her mevkiye gelir, general de olurdu ancak ölümsüz ulusal lider Mela Mustafa Barzani olmazdı. Aynı şekilde Qazi Muhammed içinde söyleyebiliriz. Burada altını önemle çizmek istediğim bir olgu da diasporada ya da sömürgeci ülke metropollerinde okuyan, eğitim gören ve bürokraside görev alan Kürd aydın ve ileri gelenlerinin sömürgecilerin kendilerine sunduğu konfor alanları ile ilgili birkaç not düşmek istiyorum. Osmanlı Devlet yetkilileri sürgüne gönderdikleri Mir ailelerinin ileri gelenlerini, onların çocuklarını Osmanlı eğitim sisteminden geçirerek mutasarrıf, askeri komutan, kaymakam vb mevkilere konumlandırması ve onlara İstanbul’da lüxs köşkler ve konaklar vererek konfor alanları oluşturmasının altında yatan gerçek onları asimile ve rehabilite etmektir. Bu nesnel durum Osmanlı eğitim sisteminden geçen ve konfor alanları olan bu aydınların bulundukları yerleri bırakıp ulusal mücadeleye katılmalarını zorlaştırmıştır. Bugün Türk eğitim sisteminden geçip Türk parlamentosuna giren ve o konforu yaşayan Kürd parlamenterlerin büyük bir kesiminin Türkiyeci olmaları bundandır. Ve bu süreci yaşayanlarda bu nedenle toprak temelli milliyetçilik gelişmemiştir. Kuşkusuz İhsan Nuri Paşa, Nuri Desimi ve son anda mücadeleye katılan Kör Hüseyin Paşa gibi istisnai örnekleri de kayda almak gerekir.
İşte bu yüzden 1900’lı yılların başında toprağa bağlı milliyetçiliği savunan Arap, Yunan ve Bulgar aydınları bağımsız devlet talep ederken, Kürd aydınlarının ezici çoğunluğu, Osmanlı'nın birliği içinde dil ve kültürel haklar talep etmişlerdir, özgürlük ve bağımsızlık talep etmemişlerdir. Ancak, Mekke emiri Şerif Hüseyin, İngiliz askeri diplomatlarla yaptığı diplomasi çalışmalarında "Biz Osmanlıyı istemiyoruz, padişahı istemiyoruz, halifeyi istemiyoruz, bağımsız bir devlet olmak istiyoruz" talebiyle hareket ederek kendisi Suudi kralı, büyük oğlu Abdullah Ürdün kralı küçük oğlu Faysal Irak kralı olmasıyla sonuçlanmıştır. Yani bir baba iki oğul üç devletin sahibi olmuşlardır. Bu süreçte, Türk aydınları da Osmanlı'nın dağılmasını istemiş ve bir Türk devleti kurulması için mücadele etmiştir. Balkan ulusları da aynı şekilde Osmanlı'nın dağılmasını istemiş ve sonuçta bağımsızlıklarını kazanmışlardır.
Eğer 19. yüzyılın ortalarında Mirlikler tasfiye edilmemiş ve Kürd aydınları topraklarından koparılmamış olsalardı, muhtemelen Kürdistan'da toprak temelli milliyetçilik gelişecek ve Kürdler 1. Dünya Savaşı sırasında bağımsız bir devlete sahip olabilirlerdi. Osmanlı düşüncesi, bu durumu fark etmiş olacak ki Kürd toplumunun önde gelenlerini, öncülerini ve aydınlarını Kürdistan'dan çıkararak önlemler almıştır. Burada bir noktaya açıklık getirmek yararlı olacaktır. Osmanlı döneminde uygulanan politikanın ağırlık merkezi sömürgeci hegemonyadır. 19. Yüzyılın sonuna doğru sömürgeci politika Avrupa’da ve Osmanlı’da gelişmeye başlayan milliyetçilik akımıyla birlikte sömürgeci asimilasyon politikasına evrildi. 1870’ten sonra Diyarbakır’da kurulan Sübyan mektebinin kuruluşu bununla bağlantılıdır. Bu süreçte Kürdistan’dan Dersaadet’e gönderilen raporlarda Kürd mirlerinin ve aydınlarının niçin sürgün edilmesi açıkça ifade edilmektedir. Örneğin Prof Ahmet Kardam’ın «Cizre-Botan Beyi Bedihan Direniş ve İsyan Yılları» adlı kitabında geçen bir raporda şöyle ifade edilmektedir.
Anadolu Ordusu komutanı ve Kürdistan Eyaleti sorumlusu Osman Paşa 12 Ağustos 1847 tarihinde kaleme aldığı raporu Prof Ahmet Kardam kitabında etraflıca anlatmaktadır.
Osmanlının "asi" kategorisine soktuğu Kürt soylularını sürgüne gönderme politikasının geçmişi Sultan Selim zamanına kadar uzanmakla birlikte, kişilerin değil, tüm hanedan ailelerinin çoluk çocuk bütün fertleriyle sürgüne gönderilerek bölgedeki "köklerinin kazın- ması" politikasının "teorik" bir temele oturtularak sistematikleştirilmesinin Bedirhan Bey'in yenilgisiyle birlikte başladığı ve Cumhuriyet Türkiye'sine miras bırakıldığı anlaşılıyor. Bedirhan Bey ile Han Mahmud ve beraberindekiler büyük bir kafile halinde İstanbul'a doğru yola çıkarılırken, Anadolu Ordusu komutanı Osman Paşa'nın kaleme aldığı 12 Ağustos 1847 tarihli raporda bu sürgün politikasının, "dört ayaklı akılsız Kürtler ve onların eşkıya liderleri" olarak özetlenebilecek gerekçesi şöyle formüle ediliyordu:
Bedirhan'ın tuttuğu yolun kötülüğü tarif edilecek gibi değildir. (...) O bakımdan gerek kendisinin ve gerekse onun münafıklık tasavvuruna sarsılmaz bağlılıkları apaçık olan hain avenesinin bundan böyle buralara [Kürdistan'a] asla ayak basmalarına izin verilemez. (...) çünkü bunlar öteden beri bu civarda çevreleri geniş kişiler oldukları gibi, çoğu Kürt taifesi de dört ayaklılar gibi olduklarından ve sözü geçen kişilerin eşkıyalığa sevk edici sözlerinin peşinden gidip onların yerini alacaklarından, diyelim bundan 20 sene sonra içlerinden biri affedilip bu semtlere gelecek olsa, akılsız Kürdistan ortamında çeşitli karışıklıklar yaşanabilir. (...) bunların asla ıslah olmayı kabul etmeyecekleri kanıtlanmıştır. O nedenle, bundan sonra uygun görülecek meskenlerinde sürekli koruma altında tutulmaları ve yazışıp haberleşemeye bile fırsat bulamamaları şart görülmektedir.
Osman Paşa'nın önerdiği sürgün politikasının iki temel dayanağı olduğu görülüyor. Birincisi, halkı eşkıyalığa sevk edenler, "ıslah edilmeleri mümkün olmayan" Kürt beyleridir. İkincisi, Kürtler "dört ayaklılar gibi akılsız oldukları için" bu beylerin peşine takılmaktadırlar. O halde, beyler tüm aile fertleriyle birlikte, Kürdistan'a bir daha ayak basmamak üzere sürgün edildiklerinde, Kürtleri zapturapt altına alıp Kürdistan'da asayişi sağlamak mümkün olacaktır. Nitekim daha şimdiden, "Bohtan ile Van tarafları ... sıkıntıdan tamamıyla arındırılmış ve fitne ve zulüm alevinin kıvılcımlarından eser kalmamıştır.
Osman Paşa'nın formüle ettiği bu sürgün politikası, iki temel gerekçesiyle birlikte, Dersaadet ve Sultan Abdülmecid tarafından aynen benimsenir: Meclis-i Has (26 Temmuz 1847): Hem Bedirhan Bey'in ve ailesinin ... hem de benzerlerinin ve yardakçılarının ne kendilerini ve ne de ailelerini oralarda bırakmak caizdir; cümlesinin oralardaki köklerini kazımak şarttır.[8]
Kürd Mirlerinin tasfiye edilmesi Kürdistan’ın yeniden işgal ve ilhak süreci başladıktan günümüze kadar devam eden tarihsel süreç içinde Kürd aydınlarının Kürdistan toprağından ve halkından koparılması uluslaşma ve Kürd milletinin düşün dünyasında büyük tahribatlar yaratmıştır. Bu kopuşun, toprak temelli milliyetçiliğin oluşmasını engelleyen önemli bir etken olduğunu, Kürd aydın çevresinin düşünce dünyasında etkili bir şekilde gözlemlemiş bulunuyoruz. Çarpıcı olduğu için bir örnek vermek gerekirse, Diyarbakır Emniyet müdürlüğü tarafından İstanbul’a sürgün edilen ve uzun süre İstanbul'da yaşayan Musa Anter'in "biz Bodrum'suz ve İzmir'siz yapamayız" demesi de bu gerçeği somutlamaktadır. Bu tahribatın etkisi günümüzde de devam etmektedir. Kürd aydınlarının Kürdistan’dan sürülmesi politikasına en çarpıcı örneklerden biri olduğu için Musa Anter örneğini verdim. İlginç olduğu için Musa Anter’ın bize yaptığı anlatımlardan bir anımı daha yazmak istiyorum. Yanılmıyorsan 1970 li yıllarda Diyarbakır Emniyet müdürü sokakta Musa Anteri görür ve ona Diyarbakırı terk etmesini ister. « Kürdler seni burada gördüğünde akıllarına Kürdçülük geliyor bu nedenle burayı terk edeceksin »der. Yıllar sonra Musa Anter tekrar Diyarbakır’a gelir. Bu sefer iki gün sonra katledilir. Bu çarpıcı örneği belleklerde kalmalı diye hatırlatmak istedim. Osmanlı-Türk düşüncesinin öncüleri, Kürd ileri gelenlerinin ve aydınlarının kendi topraklarından kopmasının, vatan temelli milliyetçi düşüncenin oluşmasını engelleyebileceğini düşünmeleri onların ne kadar uzak görüşlü toplum mühendisliği uzmanları olduklarını göstermektedir. Bu yüzden, özellikle Kürd Mir ve aydınlarının Kürdistan'dan kopmaları istenmiştir.
10.Sömürgeci İlhakın Gerçekleşmediği Alanlar
Şimdi de Kürdistan’da sömürgeci ilhakın gerçekleşmediği bölgelerinde, entellektüel birikim ve bu zemin üzerinde filizlenen tarih, toplum ve ulus bilincinin seyrini irdeleyelim. Özelllikle bu olgunun üzerinde düşünülmesi, araştırılması ve çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Kürdistan coğrafyasında Osmanlı'ya mutasarrıf ve askeri komutan vermiş bölgelerle, vermemiş bölgeler arasında siyasal durumun farklılık gösterdiğini bugün bile gözlemlemek mümkündür.
Örneğin Barzan- Behdinan bölgesi hiçbir dönem sömürgeci imparatorluklara komutan ve mutasarrıf verilmemiştir. Hasan Yıldız’ın “20. Yüzyılın başında Kürd siyasası ve modernizim” ile “Aşiretten ulusallığa” eserleri bu konuya ilişkin zengin tespit ve bilgilere yer verilmiştir. Kürdistan’ın Barzan-Behdinan bölgesinde sömürgeci ilhak gerçekleşmemiş ve bu nedenle eğitim, öğrenim bu topraklar üzerindeki medreselerde yapılmıştır. Basılı materyaller yine bu topraklar üzerinde hayat bulmuştur. O dönemin önemli Kürd aydınlarından Hiznî Mukriyanî, Matbaayı Kürdistan’a ilk getiren Kürdolog olarak da dikkat çekmektedir. Matbaayı önce Halep’te kurmuş, daha sonra Revanduz’a getirmiştir. Öldükten sonra kardeşi Gîw Mukriyanî, matbaayı Revanduz’dan Hewlêr’e taşımıştır.
Buradan da görüyoruz ki toprağa dayalı milliyetçiliğin gelişebilmesi için gerekli olgular olan okul ve üniversite işlevi gören medreseler, matbaa ve basın ve yayın faaliyetleri güney ve doğu Kürdistan’ın sömürgeci ilhakın gerçekleşemediği alanlarda hayat bulmuştur. Yine Barzan -Behdinan bölgesinin en önemli liderlerinden Şeyh Abdüsselam Barzani kendi toprağındadır ve burada Kürd dili için ve bağımsızlık mücadelesi yürütmektedir. Bu örnek toprağa bağlı olanların düşünce yapısının toprak temelli milliyetçilik biçiminde şekillendiğini gösterir. Şeyh Abdüsselam Barzani, Brifkan köyünde Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinden gelen Kürd ileri gelenleri ile yaptığı toplantıdan sonra Osmanlı devletine gönderdiği mektupta Kürdçe eğitim için can alıcı bir talebinin olması ileri bir öngörünün sonucu olduğunu görüyoruz. Bunu büyük bir tehlike olarak fark eden Osmanlı devleti bu masumane talebi isyan olarak değerlendirmiş ve Şeyh Abdüsselam Barzani’yi yakalama kararı çıkartılmıştır. Şeyh Abdüsselam yakalanmış ve Musul’da idam edilmiştir. Sömürgeci devletlere mutasarrıf ve bürokrat vermeyen ve kısmide olsa özgür kalmış Barzan ve Behdinan’da entelektüel birikim ulusal bilincin yeşermesine milli bir damarın kalıcı hale gelmesine sebeb olmuştur. Bugün bu perspektifle Kürdistan’a bakıldığında bu bölge siyasetçilerin toprak temelli milliyetçi ve bağımsızlıkçı diğer bölgelerin ise gayri milli Türkiyeci, İrancı ve Irakçı ve Suriyeci olduğunu görüyoruz. Barzan, Behdinan’da melalar, aydınlar medreselerde mili bilinci oluşturdular. Bu nedenle Barzan, Behdinan ve Kafkasya Kürdistan’ında toprak temelli milliyetçilik oluşmuştur. Bu olgunun üzerinde önemle durulmalıdır. Toprak temelli milliyetçiliğinin pratik tezahürü olan Barzan-Behdinan olgusu Smith’in tezini doğrulayan bir süreç olduğunun altını çizmek istiyorum.
Kürdistan’ın diğer bölgelerinde gerek aydın ve ileri gelen liderlerin sürgün edilmiş olması ve sömürgeci ilhakın gerçekleştiği bölgelerdeki ileri gelen ailelerin imparatorluk merkezlerinde eğitilen gençleri mutasarrıf ve askeri komutan olarak görevlendirilmesi entegrasyonu ve birlikçi düşüncenin gelişmesine sebep olmuştur.
Barzan, Behdinan ve Kafkasya Kürdistan’ı dışında entelektüel birikim diasporada olmuştur.[9] Oluşan bu birikim sağlıklı bir zeminde değil ütopik Kürdistan tahayyülü üzerine kurulmuştur. Bilhassa, 1980’lerden sonra politik kaygılarla yaşanan göçle birlikte başlayan diaspora ve sürgün yaşamlarında Kürd aydınlarının ‘vatan’ tahayyülü ve milliyetçilik idealinin, Kürdistan yerelinde yaşayan Kürd aydınlarının ‘vatan’ tahayyülü ve milliyetçilik idealinden faklılık arz ettiğini rahatlıkla görebiliriz. Diasporadaki aydın çevrelerin Kürdistan tahayyülü topraktan kopuk olduğu için toprak temelli milliyetçiliğe oturmuyordu. Bu düşünce soyut ve fantezi olarak kaldı. Buralarda toprak temelli milliyetçilik maalesef oluşmadı. Toprak temelli milliyetçiliğe negatif etkileyen bir diğer iki unsurda Türk resmî ideolojisinin vesayetindeki marksist-sosyalist ideoloji diğeri islamist ideolojidir. Bu iki akım da uzun bir süre Kürd hareketini asıl rotasından koparmış ve sağlıklı bir zemine oturmasını engellemiştir.
Son olarak vatandan yani topraktan kopuşun Kürd edebiyatı ve sanatı üzerindeki etkisine değinmek yararlı olacaktır. Diasporada yaşayan yazar, aydın ve siyasal liderlerin Kürdistan’da yaşayan aydın, yazar ve siyasal liderlerle arasındaki zihinsel mukayesesi böylece daha iyi anlaşılacaktır.
11.Kürd Edebiyatı ve Hayali Vatan “Kürdistan”
Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılın ilk yarısında, modernleşme adı altında başlattığı merkezileşme politikalarıyla Kürd Mirliklerinin teritoryal anlamda uzun yıllar sahip olduğu idari ve politik statüsünü ortadan kaldırıldığını anlatmıştık. Bu süreçte birçok kez baş kaldırıp kolektif bir mücadele veren Kürdlerin statüsüzlüğü, 1923 yılında kabul edilen Lozan Anlaşması çerçevesinde belirlenen emperyal ve sömürgeci devletleri tarafından paylaşılması uluslararası resmiyet kazanarak kesinleşti. Bahsedilen dört ülke arasında bölünmüş olan Kürdler, sınırları dahilinde kaldıkları bu ülkelerde sosyokültürel ayrımcılık ve inkâr, ekonomik dışlanma, sürgün, katliam, asimilasyon gibi devlet politikalarıyla karşı karşıya kaldılar. Kürdlerin teritoryal anlamda maruz kaldıkları söz konusu parçalanmışlık hali ve ulusal kimlikten dolayı karşılaştıkları baskı ve şiddet, onların günümüze kadar sürecek olan modern anlamda bir ulusal kurtuluş mücadelesi başlatmalarının dinamiği ve temel kaynağı oldu. Tabii ki, bu mücadele genel itibarıyla bir «Birleşik Bağımsız Kürdistan» tahayyülünü gerçekleştirecek vatan özlemi ve arzusu ile sürdürüldü. Söz konusu ulusal mücadele ve vatan tahayyülü, Kürd entelektüel ve aydın dünyasında üretilen edebi eserlerin önemli bir teması olarak işlendi. Ancak zaman ve mekân bakımından aynı nitelikte bir tema olmadığı söylenebilir. Bilhassa, 1980’lerden sonra politik kaygılarla yaşanan göçle birlikte başlayan diaspora ve «sürgün » hayatında Kürdlerin « vatan » tahayyülü ve milliyetçilik idealinin, Kürdistan yerelinde yaşayan Kürdlerin « vatan » tahayyülü ve milliyetçilik idealinden farklılık arz ettiği, konunun edebi izdüşümünün de bu « farklılık » çerçevesinde vuku bulduğu ifade edilebilir. Diğer bir ifadeyle, «sömürge ulus» kabulü ve bu ulusun «özgürleşme» arzusuna dayanarak işlenen ve «Kürdistan» isminde somutlaşan bu arzu ve tahayyülün edebi işlenişi ve anlatısı, Kürd edebiyat dünyasında diaspora/sürgün ve «vatan» deneyimine bağlı olarak farklı bir niteliğe bürünmüştür.
Genel anlamda ekonomik ve politik nedenlerle Kürdlerin deneyimlediği diaspora ve sürgün sürecinde, Kürd kimliğinin inşası ve bu kimliğe dair milliyetçilik temelli aidiyet duygusu ile “vatan” tahayyülü – «hayali vatan » da denilebilir- Kürd edebi üretiminde en öncelikli motivasyon kaynağı ve temalar olduğu söylenebilir. 1960’lı ve 1980’li yıllarda, temel nedenler -ekonomi ve politika- farklı olsa da iki önemli momentte özellikle Avrupa ülkelerine gerçekleşen Kürd göçü sonrasında oluşan Kürd diasporası, İsveç başta olmak üzere, bazı devletlerin sunduğu politik ve kültürel ortam ile ekonomik destekler dolayısıyla siyasi, sosyal, kültürel ve edebi faaliyetlerde bulundu. Ulusal kimliğin ve aidiyetin varlık bularak sürdürülmesi adına yürütülen bu faaliyetlerden edebiyatın özel bir işlev gördüğü söylenebilir.
Örneğin, Kürd diasporasının önemli sürgün yazarlarından Helîm Yûsiv, Tirsa Bêdiran (2016) isimli romanında anavatanı Kürdistan’ı bir «korku ülkesi », korkunun hakim olduğu bir ülke olarak betimlerken, bir Kürd’ün Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin Kürdistan’da yarattığı hakim korku ortamı nedeniyle Avupa’ya doğru göç etme serüvenini işlemektedir:
Eğer birgün sizden biri korku ile karşılaşırsa, nerede doğduğunu sorun. Size Suriye, Türkiye, İran ve Irak arasındaki bölgede doğduğunu söyler. Korkuyu yakından tanımak ve korkunun ne olduğunu öğrenmek isteyen bir araştırmacı, yüzünü korkunun doğduğu ve yaşlandığı o sınırlara çevirir. Öyle bir ülkede doğmuşum ki, güneş korkuyla orada doğup batar.[10]
Kürdistan'da yaşayan yazarlar, genellikle anavatanı doğrudan deneyimleyerek ve yaşayarak yazarken, diasporadaki yazarlar anavatanı hayal güçlerinde canlandırarak ve oraya duydukları özlemle yazabilirler. Kürdistan'da yaşayan yazarlar, genellikle Kürd toplumunun içinde bizzat bulunarak yaşanan bireysel ve kolektif deneyimleri doğrudan gözlemleme fırsatına sahiptirler. Gerek Kürdler arası ilişki ve iletişim tarzlarını, siyasal, sosyal, sınıfsal ve cinsiyet temelli tutumları, gerek Kürdler ile üzerinde yaşadıkları ve vatan kabul ettikleri Kürdistan coğrafyasında egemen devletler arasındaki ilişki tarzını hem bireysel olarak yaşayan hem de toplumsal olarak gözlemleyen bir konumdadırlar. Dolayısıyla, tam da ikamet edilen coğrafya ve mekân olarak Kürdistan’ın kendisi, yazarın metinlerinde işlediği vatan’ın kolonyalizm bağlamında tahayyülü olarak temsiliyetini bulur.
Bu konuda, Kürdistan olarak «vatan» tahayyülüne istinaden toprak milliyetçiliği kaygısıyla yazılan Mihemed Şarman’ın Kêmber (2015) romanı örnek verilebilir. Şarman, romanında ironik bir şekilde Türk sol-sosyalist kesime ve Kuzey Kürdistan’daki ana akım Kürd siyasetinin bu kesimin « önder » isimlerine duydukları hayranlığa ve bu sol sosyalist kesimle olan yakın ilişkisine eleştiri getirirken, « toprak milliyetçiliği » anlamında « Kürdistanî »liğe dikkat çekmektedir.[11] Romanını bir yerinde de ünlü Kürd sanatçısı Şivan Perwer’in Lo Misto eserine dikkat çeken Şarman, şarkıda geçen «Misto neden toprak hakkını savunmuyor ?» sözünü aktararak üstü kapalı bir şekilde Kürdlerin anavatan olarak toprak talebinde bulunması gerektiğine işaret etmektedir. Hatta Şarman, romanının «Freud Gitti Fanon Geldi ve Bok Kaldı [12] başlığıyla yazdığı bir bölümünde, «Kürdistan için yeni bir teori» nin gerekliliğinden bahsetmekte, bunun için de Karl Marks, Freud ve Adler gibi isimlerin «kapıdan kovulması», Fanon, Steve Biko, Albert Memmi gibi anti-kolonyalist teorinin önemli isimleri ile Michel Foucault gibi düşünürlerin « pencereden içeri -Kürdistan’a- alınması » gerektiğini belirtmekedir.
Toprak milliyetçiliği ekseninde «Kürdistan» mefhumu ile «vatan tahayyülü»nün Kürd edebiyatına, bilhassa da romanlara yansımasının diaspora/sürgün ve «vatan» deneyimlerine bağlı olarak nasıl bir farklılık gösterdiğidir. Kürdistan'da yaşayan yazarlar, genellikle anavatanı doğrudan deneyimleyerek ve yaşayarak yazarken, diasporadaki yazarlar anavatanı hayal güçlerinde canlandırarak ve oraya duydukları özlemle yazabilirler. Kürdistan'daki yazarlar, vatanlarının gerçek ve somut varlığını, toprağını ve tarihini işlerken, diasporadaki yazarlar vatanlarını nostaljik ve idealize edilmiş bir şekilde işleyebilirler. Hakeza, Kürdistan'da yaşayan yazarlar, genellikle toplumun içindeki çatışma ve mücadeleleri doğrudan işleyerek politik ve toplumsal eleştiriler yapabilirken, diasporadaki yazarlar, genellikle sürgünün ve uzaklığın yarattığı psikolojik ve duygusal etkileri, kimlik arayışlarını ve aidiyet sorunlarını işleyerek daha kişisel ve içsel temalara odaklanabilmektedirler.
Kürdistan’da yaşayan ve kendi coğrafyasında eğitim görmüş siyasi liderlerin Kürd ve Kürdistan’a yaklaşımı, milli bilinç düzeyi, siyasal stratejik yaklaşımları ile diasporada yetişmiş siyasi liderlerin olaylara ve olgulara yaklaşımı aynı değildir. Diasporada yaşayanlarında iki kategoride ele almak daha doğrudur. Türk, Arap ve Fars metropollerinde eğitim görmüş siyasetçilerle Avrupa metropollerinde yaşayanlarında bakış açılarında da farklılıklar vardır. Özcesi toprağa bağlı aydın, siyasetçilerin sosyal, kültürel durumlarının analizi özel olarak üzerinde çalışılması gereken bir olgudur.
Kürd toplumu penceresinden bakıldığında da Kürd siyasi liderlerine bakışta da farklılık görülür. Kürd halkı kendi toplumunun içinde doğan, yaşayan ve mücadele eden siyasi liderlere yaklaşımı ile diasporada yetişmiş liderlere yaklaşımı aynı değildir. Örneğin dört parça Kürdistan’da Şeyh Sait, Seyid Rıza, Qazi Muhammed ve Mela Mistefa Barzani tanınır, sevilir ve toplum içinde sembolleşmişlerdir. Ancak Paris’de yaşayan Şerif Paşa ve İstanbul’da yaşayan ve birçok Kürd cemiyetinde faaliyet yürüten Kürd aydınlarını ise Kürd toplumu yeterince tanımaz. Bu olgu bile toprağa bağlı yazar, aydın ve siyasi liderlerin toplum tarafından daha çok benimsendiğini göstermektedir.
Sonuç
Osmanlı-Türk, Fars ve Arap sömürgecileri, defalarca işgal girişimlerinde bulunmalarına rağmen, Kürdistan'ın bazı bölgelerinde, özellikle Barzan ve Behdinan'da, sömürgeci ilhakı gerçekleştirememişlerdir. Bu bölgelerde, medreselerde kendi iç dinamikleriyle oluşan entelektüel birikim, milli bilincin gelişimine katkıda bulunmuştur. Özellikle Barzan-Behdinan bölgesinde toprak temelli milliyetçiliğin köklerini bu olguda aramak yanlış olmaz. Ancak Kürd önder ve aydın sürgününün gerçekleştirildiği, Osmanlı İmparatorluğu'nun üst yönetim organlarına Kürd mutasarrıf ve askeri komutanların alındığı ve sömürgeci ilhakın gerçekleştiği bölgelerde, "topraksız" milliyetçilik ve birlikçi düşünce gelişmiştir. Bu bölgelerdeki siyasi liderlerin büyük bir kısmı Türkiye, Irak, İran ve Suriye'nin birliğini ve demokratikleşmesini istemektedirler.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde özellikle İstanbul merkezli Kürd aydın ve siyasetçilerinin büyük bir kesimi, Osmanlılaşmayı, Osmanlıcılığı ve Osmanlı'nın birliğini savunmuşlardır. Bugün, Kuzey Kürdistan'da ana akım Kürd siyaseti, onları takip ederek hatta daha geri bir çizgiyi savunarak, Kürd milliyetçiliğinin önünü kesmek için ona ilkellik atfederek Türkiyelileşmeyi, Türkiye'nin birliğini ve demokratikleşmesini savunmaktadır. Aynı şekilde, Güney Kürdistan'ın Süleymaniye şehrinde bazı siyasi hareketlerin Süleymaniye'nin Irak'a bağlanmasını ve Irak'ın birliğini savunmaları büyük benzerlik arz etmektedir.
Öte yandan, 1900'lü yılların başında Şeyh Abdüsselam Barzani'nin temsil ettiği toprak temelli milliyetçiler, o dönemde dil ve bağımsızlığı savunmuşlardır. Şeyh Abdüsselam Barzani ile başlayan, Mela Mustafa Barzani ile devam eden bu çizgiyi bugün takip eden Kürd siyasi aktörlerinin bağımsızlık ve devlet talep etmeleri arasında büyük bir benzerlik vardır. Bu olgunun incelenmesi, tartışılması ve üzerinde dikkatle durulması gerekmektedir. Bu bağlamda, Kürd milliyetçiliğinin tarihsel gelişimini ve bu süreçte entelektüel birikimin rolünü anlayabilmek için hem Osmanlı İmparatorluğu dönemi Kürd aydın ve liderlerinin hem de günümüz Kürd siyasi hareketlerinin incelenmesi önemlidir. Özellikle toprak temelli ve topraksız milliyetçilik kavramlarının, Kürd toplumu üzerindeki etkilerini ve bu iki yaklaşımın Kürd milli bilincinin oluşumundaki rollerini analiz etmek, Kürd siyasetinin geleceğine dair bir perspektif sunabilir.
Kaynakça
Kardam, Ahmet, Cizre-Botan Beyi Bedihan Direniş ve İsyan Yılları, İstanbul: Dipnot Yayınları
Temel, Celal, İlk ve Orta Kuşak Kürd Önder ve Aydınlar, İstanbul: İBV, 2024.
Kürdistan Devriminin Yolu, PKK manifestosu, 1978, 6. Baskısı.
Yûsiv, Helîm, Tirsa Bêdiran, Peywende Yyaınları: İstanbul, 2016.
Şarman, Mihemed, Kêmber, İstanbul: Avesta Yayınları, 2015.
Ekler
Kafkasya Kürdistan'ı
Kafkasya Kürdistan'ında entelektüel birikim, Rus Kürdolog İ. A. Orbelli'nin öncülüğünde şekillenmiştir. Orbelli'nin ardından, öğrencisi Qanatê Kurdo, 1961 yılından itibaren Leningrad Kürdoloji Bölümü'nün başkanlığını üstlenmiş ve 1985 yılına kadar 25 yıl boyunca bu alanda önemli çalışmalar yürütmüştür. Qanatê Kurdo, Kürd dili, edebiyatı, etnografyası ve folkloru üzerine 100'ün üzerinde eser kaleme almıştır. Bu süreçte, Erebê Şemo, Emînê Evdal, Casimê Celîl, Wezîrê Nadirî, Ahmedê Miraz, Cerdoyê Genco, Heciyê Cindî, Eliyê Evdirrehman, Usivê Beko, Seîdê Îbo, Simoyê Şemo, Eskerê Boyik, Mikayilê Reşît, Karlanê Çaçan, Miroyê Esed, Sima Semend, Ordîxanê Celîl, Xelîl Muradov, Fêrîkê Usiv, Aramê Çaçan, Nado Mahmudov, Egîtê Xudo, Emerîkê Serdar, Çerkezê Reş, Tital Muradov, Tosinê Reşîd, Torinê Osman, Hinara Tacdîn, Timûrê Xelîl, Ahmedê Gogê, Elîxanê Memê ve Ezîzê Gerdenzerî gibi önemli isimlerin çalışmaları öne çıkmıştır. Bununla birlikte, Gürcistan'ın başkenti Tiflis'te de Baxçoyê Îsko, Şikoyê Hesen, Taharê Biro, Ezîzê Îsko ve Çerdoyê Esed gibi Kürd yazarlarının etkileyici eserler verdiği belirtilmelidir.
Kürdistan’ın Güneyi
Kürdistan’ın güneyinde Kürd milli uyanışının merkezleri medreselerdir. Çalışmalar esas olarak medreselerde yürütülmektedir. 1958'den sonra Bağdat Edebiyat Fakültesi bünyesinde Kürdçe Kürsüsü açılmıştır ve bu kürsü bünyesinde filoloji çalışmaları yapılmıştır. 1970 yılında yapılan otonomi antlaşmasından sonra Bağdat’ta kurulan Kürd Akademisi, Kürdoloji alanında kısa zamanda önemli bir bilimsel merkez hâline gelmiştir. Kürd Akademisi bünyesinde yılda bir kez çıkarılan ve her sayısı 800 sayfa olarak yayımlanan Kürd Bilim Akademisi Dergisi, Kürdoloji bilimi açısından zengin bir kaynaktır. Dr. Kemal Mazhar Ahmed ve Cemal Nebez’in çalışmaları da çok önemlidir. Ayrıca Alaaddin Seccadi (1915-1984), Prof. Maruf Xeznedar (1932) ve Dr. Mustafa Resul’ü (1934) de anmak gerekir.
Kürdistan’ın Doğusu
Kürdistan’ın doğusunda uzun süredir dikkat çekici Kürd araştırmaları yapılmaktadır. Bu konuda Mukriyanı Ailesi bireylerinin önemli katkıları olmuştur. İran ve Kürdistan’ın doğusunda özellikle çeviri çalışmalarıyla Kürdolojiye katkı sunan Kerîm Husamî, Seyîd Muhammed Semedî ve Abdullah Hesenzade’nin bazı çalışmalarına da değinmek gerekir. Kürdistan’ın doğusunda yapılan çalışmalardan biri de Kürd biyografi çalışmalarıdır. Bu alanda, Baba Mardux Ruhanî, Sadık Şafizade ve Salih İbrahim Muhammed’in çalışmalarında önemli katkılar görülmektedir.
Kürdistan’ın Batısı
Kürdistan’ın batısında 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde (1925-1945) bir araya gelen Kürd aydınlarından özellikle Celaded Bedirxan (1897-1951), bir Kürdolog olarak, Kürd Dili ve Edebiyatı ile Kürd Tarihi alanlarında çok önemli çalışmalar yapmıştır. Celaded Bedirxan’ın devrim niteliğindeki en büyük çalışması, kuşkusuz Latin harfleriyle Kürd alfabesini düzenlemesi ve bu alfabeyle Hawar (1932-1943) dergisinin yayımlanmasıdır. Ayrıca Ronahî (1942-1945), Roja Nû (1943-1946) ve Roja Nû’nun bir eki olarak çıkan Stêrk dergileri de önemli yayınlardır. Fransa’da 20. yüzyılın başlarında başlayan Kürdoloji çalışmaları, 1945 yılında Paris’te açılan Kürdoloji Kürsüsü’nün çalışmaları içinde devam etmiştir.
20. Yüzyılın Başında İstanbul
İstanbul 20. yüzyılın başında, Kürd araştırmacıların Kürdoloji çalışmalarını yürüttüğü önemli bir merkezdi. Kürdistan’ın kuzeyi, doğusu ve güneyinden gelen çok sayıda aydın bu çalışmalara katılmıştır. Halil Hayali, Hacî Qadirê Koyî, Emin Ali Bedirxan, Seîdî Kurdî, Kürdizade Ahmed Ramiz, Mevlânazade Rıfat, Kemal Fevzi, Müküslü Hamza, Memduh Selim, Şeyh Şefik Arvasi, Muhammed Mihri Hilav, Şükrü Mehmed Sekban, Ekrem Cemilpaşa, Kadri Cemilpaşa, Mikdat, Abdurrahman, Celadet, Kamuran, Sali, Abdürrezak ve Süreyya Bedirxan ve daha birçok aydın ve araştırmacıyı sayabiliriz. Birinci jenerasyondan olan Halil Hayali, Hacî Qadirê Koyî, Emin Ali Bedirxan, Mikdad Midhat Bedirxan, Abdurrahman Bedirxan ve Abdullah Cevdet gibi isimler, daha sonra gelen aydınlara hocalık ve ağabeylik yapmıştır. Bu dönemde yapılan en önemli çalışmalardan biri, 22 Nisan 1898’de Mısır’ın Kahire şehrinde Mikdad Midhat Bedirxan tarafından çıkarılan Kürdistan gazetesidir. Gazetenin 5. sayısından itibaren sorumluluğu, Abdurrahman Bedirxan üstlenmiştir. Aynı dönemde Kürdoloji çalışmalarına da destek veren şu cemiyetler kurulmuştur: Kürdistan Azm-i Kavî Cemiyeti (1900), Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürd Talebe Hêvî Cemiyeti (1912), Kürd Tamim-i Maarif ve Neşriyat Cemiyeti (1912), Kürdistan Teali Cemiyeti (1918). Kürd Tamim-i Maarif ve Neşriyat Cemiyeti bünyesinde 1910 yılında kurulan Kürd Meşrutiyet Okulu da açılmış ancak uzun ömürlü olmamıştır. Okulun kuruluşunda Dr. Abdullah Cevdet, Bedirhanzade Abdurrahman Bey, Bediüzzeman Said Efendi, Mutkili Halil Hayalî Efendi ve Kürdizade Ahmed Ramiz de bulunmuştur. İttihat ve Terakki yönetimi, okulun uzun süre faaliyet göstermesine izin vermemiştir. II. Meşrutiyet döneminde yayımlanan Kürdistan Teavün ve Terakki gazetesi, Şark ve Kürdistan Gazetesi, Roji Kurd, Hetawi Kurd ve Yekbûn dergileri ile 1918-1920 sürecinde yayımlanan Jîn, Kürdistan ve Serbesti dergi ve gazeteleri bu dönemde Kürdoloji adına önemli çalışmalardır. İstanbul’da 20. yüzyılın başında o dönemdeki Kürd aydınlarının çoğuna hocalık yapmış Hacî Qadirê Koyî’nin Kürdoloji çalışmaları çok değerlidir. İkinci Xanî olarak kabul edilen Hacî Qadirê Koyî modern Kürd milliyetçiliğinin öncüsüdür. 700 sayfalık divanı ne yazık ki İttihat ve Terakki yönetimi tarafından ele geçirilip imha edilmiştir.
İbrahim Gürbüz İBV (İsmail Beşikçi Vakfı) Başkanı
Deng Dergisi, sayı:133
[1] Edward W. Said, Terry Eagleton, Fredric Jameson, Milliyetçilik, Sömürgecilik ve Yazın, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, s. 20.
[2] Kürdistan Devriminin Yolu, PKK manifestosu, 1977, 4. Baskısı, Bingöl, s. 64.
[3] Kürdistan Devriminin Yolu, PKK manifestosu, 1978, 6. baskısı, s. 104.
[4] Temel, Celal, İlk ve Orta Kuşak Kürd Önder ve Aydınlar, İstanbul: İBV, s. 67.
[5] A.g.e., s. 71.
[6] A.g.e, s. 78.
[7] A.g.e, s. 79.
[8] Kardam, Ahmet, Cizre-Botan Beyi Bedihan Direniş ve İsyan Yılları, İstanbul: Dipnot Yayınları: s. 375, 376
[9] EK:1
[10] Yûsiv, Helîm, Tirsa Bêdiran, Peywende Yyaınları: İstanbul, 2016, s 29.
[11] Şarman, Mihemed, Kêmber, İstanbul: Avesta Yayınları, 2015, s. 284.
[12] Şarman, (2015), s. 196-98.
- Seçim değil, devrim…
- Zaloğlu Rustem Kürddür Ama Kürdler Zaloğlu Rustem Değiller
- Antirasyonel Ve Antimodern Bir İdeoloji Olarak İslam
- Kürdistan'da Milliyetçilik: Tarihsel ve Sosyopolitik Bir İnceleme
- Kürt Meselesinde Neredeyiz? *
- Kürdlerin Geleceği Konusunda Birkaç Söz
- Yeni Ortadoğu ve Kürdistan*
- 31 Mart Seçim Sonuçları Kürt Meselesi Bakımından Ne İfade Ediyor?*
- Nasrallah’ın ölümü
- ULUSLARARASI KAMU HUKUKU BAKIŞ AÇISI İLE TRÜKİYE–IRAK-GÜVENLİK PORTOKULU VE KÜRTLER