2025-01-21
Çetin Çeko
Temmuz 2006 Lübnan Savaşı, Hizbullah militanlarının İsrail'e sızarak sekiz İsrail askerini öldürmesi ve iki askeri kaçırmasıyla başladı. İsrail ile Hizbullah arasında 34 gün süren yıkıcı bir çatışma yaşandı. Bu savaşta 121 İsrail askeri, yüzlerce Hizbullah militanı ve binden fazla sivil hayatını kaybetti. Her iki tarafta da bir milyondan fazla insan yerinden edildi.
Geçtiğimiz ay İsrail tarafından öldürülen Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Temmuz 2006 Lübnan Savaşı'ndan yıllar sonra gazetecilere verdiği demeçte, operasyonu başlatma kararından pişman olduğunu ifade etmişti: "Eğer bana sorarsanız, bu operasyonun böyle bir savaşa yol açacağını bilseydim, yine de yapar mıydım? Kesinlikle hayır diyorum!"[1]
Hizbullah’ın başlattığı saldırının ardından, İsrail’den kapsamlı bir savaş beklenmediğine dair yapılan açıklama, bir itiraf olarak değerlendirildi. İsrail’in verdiği karşılık Hizbullah ve Lübnan için ağır oldu; benzer bir saldırı ise 7 Ekim 2023’te bu kez Hamas tarafından İsrail’e gerçekleştirildi.
Hizbullah ve lideri Hasan Nasrallah, 2006 Lübnan Savaşı'ndan alınan dersi unutmuş olmalı ki İsrail'i hafife aldı ve bunun bedelini hayatıyla ödedi. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından pişman olup olmadığını ise zaman gösterecektir.
Hamas’ın İsrail’e neden saldırdığı, bu saldırının planlanmasında İran’ın rolü ve güçlü istihbarat ağına sahip İsrail’in saldırıdan haberdar olup olmadığı; eğer haberdar ise neden engellemediği, haberdar değilse bu istihbarat zafiyetinin nedeni gibi sorular, tek bir cevaptan ziyade birçok farklı cevapla değerlendirilebilir.
Hamas'ın 7 Ekim 2023 saldırısında ulaşmak istediği birkaç olası hedef şunlar olabilir:
Gazze'deki desteği azalan Hamas, İsrail'e karşı silahlı direnişe olan bağlılığını göstermek ve yumuşadığına dair algıları ortadan kaldırmak. Saldırının büyüklüğü ve şiddetiyle hem İsrail’i hem de dünyayı şaşırtmayı amaçlamak. Ayrıca, İsrail ile Suudi Arabistan arasında olası bir normalleşmenin önünü keserek, bölgesel dinamikleri bozmayı hedeflemek.
Bu çerçevede, Amerika Birleşik Devletleri'nin arabuluculuğuyla 15 Eylül 2020'de İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasında imzalanan ve daha sonra Sudan ve Fas’ın da katıldığı İbrahim Anlaşmalarını dumura uğratmak. Hizbullah, Husiler ve İran gibi bölgesel aktörleri İsrail’e karşı daha doğrudan bir rol oynamaya itmek ve İsrail'in güvenlik algısını zayıflatarak, İsraillileri Filistin meselesiyle daha derinlemesine yüzleşmeye zorlamak.
Hamas’ın İsrail’e saldıracağına dair İran’ın bilgi sahibi olup olmadığı ya da bu saldırının İran ile birlikte planlanıp planlanmadığı konusunda birçok varsayım öne sürülmektedir. The New York Times[2] tarafından açıklanan belgelere göre, Hamas'ın iki yıldan uzun süredir İran'ı İsrail'e yönelik büyük bir saldırıya katılmaya veya destek vermeye ikna etmeye çalıştığı iddia ediliyor.
Aynı kaynak, Ağustos 2023'te Hamas liderlerinin üst düzey bir İranlı yetkiliye, planlanacak saldırının ilk saatlerinde İsrail'deki kritik noktaların vurulması için yardıma ihtiyaç duyacaklarını bildirdiklerini öne sürüyor. Öte yandan, Amerikan istihbarat yetkilileri ise İran'ın üst düzey isimlerinin Hamas’ın saldırısından şaşkınlık duyduklarını belirtiyor; bu da İran'ın saldırının planlanmasına doğrudan katılımı konusunda şüphe uyandırıyor. Elbette, bu varsayımlar ve yorumların hangilerinin doğru ya da yanlış olduğu, ilgili aktörlerin açıklamaları ve ileride ortaya çıkacak farklı belgelerle netlik kazanacaktır.
Yine The New York Times’a göre, İsrailli yetkililer, Hamas’ın 7 Ekim saldırı planını ortaya koyan bir belgeyi, saldırıdan bir yıldan fazla bir süre önce ele geçirdiklerini belirtiyorlar. Ancak bu bilgiye rağmen, İsrail’in askeri ve istihbarat birimleri, Hamas’ın bu çapta bir saldırı gerçekleştirme kapasitesine sahip olmadığını ve İsrail sınır savunmasını aşamayacağını düşündüklerini ifade etmişlerdir.
Öte yandan, bazı çevreler, İsrail’in Gazze’yi işgal etme amacına yönelik olarak bu saldırıya bilerek göz yumduğunu iddia ediyor. Ancak bu boyuttaki can kayıpları ve rehine olaylarına hiçbir hükümetin isteyerek izin verebileceği düşünülmüyor; böyle bir durumun altından kalkılamayacak bir sorumluluk doğuracağı değerlendirilmektedir. Ayrıca, İsrail’in Gazze’yi işgalini meşrulaştırmak için saldırıya kasıtlı olarak izin verdiği iddiaları uluslararası kaynaklar tarafından da desteklenmemektedir.
Netanyahu'nun İran’da Rejim
Değişikliği Planı: Zorluklar ve Engeller
İsrail, "Direniş Ekseni"
olarak adlandırılan İran’ın vekil güçleri Hamas, Hizbullah ve Yemen’deki
Husilere karşı önemli askeri başarılar elde etti. Ancak İsrail’in bu askeri
başarıları kalıcı bir siyasi ve stratejik kazanca dönüştürüp dönüştüremeyeceği
belirsizliğini koruyor.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsrail'in askeri başarılarının kalıcı bir siyasi zaferle sonuçlanabilmesi için İran İslam rejiminin devrilmesi gerektiğini açıkça dile getirdiği iki önemli konuşma yaptı. Bu konuşmaların ilki, 27 Eylül 2024'te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda gerçekleşti. Netanyahu, konuşmasında iki harita gösterdi.
İlk haritada, İsrail ve Arap ortaklarının Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlayan bir kara köprüsü oluşturduğunu vurguladı. Bu köprü, Hint Okyanusu'ndan Akdeniz'e uzanıyor ve projede demiryolları, enerji boru hatları ve fiber optik kabloların yer aldığı, iki milyar insana fayda sağlayacak bir gelecek vizyonu sunuluyordu.
İkinci haritada ise İsrail'in karşı karşıya olduğu güvenlik tehditleri üzerinde durdu. Bu tehditlerin İran ve müttefiklerinden, Irak ve Suriye'den kaynaklandığını belirtti.
Netanyahu, 30 Eylül'de İran halkına yönelik yayınladığı bir video mesajında ise "İran halkı beklenenden daha erken özgürleşecek" ifadesini kullandı. Netanyahu daha önce de benzer konuşmalar yapmıştı. Netanyahu'nun bu açıklamaları, Ortadoğu'daki güç dengelerini değiştirebilecek kritik bir siyasi hamle olarak değerlendirilebilir.
Ancak asıl üzerinde durulması gereken en önemli soru, İsrail'in bu değişikliği gerçekleştirebilecek bir güç olup olmadığı ve bölgede oyun kurucu bir aktör olarak hareket edebilme kapasitesine sahip olup olmadığıdır.
ABD, İsrail'in bölgedeki stratejik konumunu ve güvenliğini korumada kritik askeri, diplomatik ve ekonomik destek sağlayan en önemli güçtür. Bu bağlamda, ABD’nin onayı ve desteği olmadan İsrail’in İran’da bir rejim değişikliği gerçekleştirme kapasitesine sahip olup olmadığını sorgulamak gerekir. Ayrıca ABD’nin, Irak’ta olduğu gibi İran’da da bir rejim değişikliği yapmayı isteyip istemediği sorusunu da sormak gerekir.
Bu sorulara yanıt vermeden önce, Netanyahu’nun 12 Eylül 2002’de ABD Kongresi’nde yaptığı, Saddam rejiminin devrilmesine ilişkin konuşmayı hatırlatmakta fayda var. Netanyahu o konuşmada şöyle demişti: “Mesele, Irak rejiminin devrilip devrilmeyeceği değil, ne zaman devrileceğidir. Mesele, İran’da bir rejim değişikliği görmek isteyip istemediğiniz değil, bunun nasıl başarılacağıdır.”
Bugün, Netanyahu’nun 22 yıl önce ABD’lilere sorduğu bu soruyu kendisine sormak gerekiyor: “Evet, İran’da bir rejim değişikliği ne zaman ve nasıl başarılacak?”
ABD'nin Ortadoğu politikası son dönemde önemli değişiklikler gösterdi. ABD, Afganistan'dan çekildi, Irak'taki varlığını azalttı ve Bağdat'ı Tahran'ın etkisine bıraktı. Suriye ve Rojava'daki askeri varlığının geleceği belirsizliğini koruyor. Bu durum, ABD'nin bölgedeki stratejisinin tutarlılığı konusunda soru işaretleri doğuruyor. Netanyahu'nun "İran halkının beklenenden daha erken özgürleşeceği" iddiasıyla sahadaki gerçekler arasında bir uyumsuzluk mevcut.
Netanyahu'nun İran'da rejim değişikliği için ısrarcı olmasının birkaç nedeni var. Birincisi, İran'ın dini rejiminin her zamankinden daha zayıf, muhalefetin ise güçlü olduğu algısı. İkincisi, İsrail'in güvenlik servislerinin İran müesses nizamına derinlemesine nüfuz ettiğine inanılması. Üçüncüsü, ABD'deki Cumhuriyetçi Parti içinden rejim değişikliği için güçlü bir destek alınabileceği. Dördüncü olarak, bazı İran karşıtı Arap devletlerinin İsrail'in çabalarına dolaylı da olsa destek verebileceği düşüncesi.
Ancak Netanyahu'nun bu yaklaşımı ciddi zorluklarla karşı karşıya. Rejim değişikliği fikri, Irak ve Afganistan'daki başarısız ABD müdahalelerinin gösterdiği gibi kötü bir karneye sahip. En önemlisi ise, Netanyahu’nun İran’da rejim değişikliğine Biden yönetiminden bir destek gelmemesi ve aksine itidal çağrısında bulunulmasıdır.
ABD’deki Demokrat Parti çevreleri, İsrail'in İran’a karşı askeri müdahalenin ötesine geçen daha kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç duyulduğunu savunuyor. Bu stratejinin, Gazze’deki çatışmayı sona erdirmeye ve Mahmud Abbas liderliğindeki Filistin yönetimiyle sorunları ele almaya odaklanması gerektiğini belirtiyorlar. Ayrıca, İsrail’in bölgesel ve uluslararası desteğini yeniden inşa etmek ve İran’ın etkisine karşı diplomatik ve ekonomik önlemleri artırmak da bu stratejinin bir parçası diye düşünülüyor.
İsrail’in bölge
siyasetinin Kürtlere etkisi
Eylül 2017’de
yapılan Kürdistan bağımsızlık referandumunu açıkça destekleyen tek devlet
İsrail olmuştur. İsrail’in bu desteği, Kürtlerin moralini yükseltmiş olsa da
iki önemli alanda beklentilerin gerisinde kalmıştır.
İsrail, ABD yönetimini Kürdistan’ın bağımsızlığını desteklemeye ikna edememiştir. ABD, İsrail’in değil, Bağdat hükümetinin yanında yer almıştır. Bu durum, İsrail’in desteğinin etkisini ve ABD üzerindeki nüfuzunu sorgulatmış, ayrıca İsrail’in bölgesel bir aktör olarak konumunu zayıflatmıştır.
Ekim 2019'da dönemin ABD Başkanı Donald Trump'ın, Rojava Kürdistanı'ndaki Amerikan askerlerinin bir kısmını geri çekme kararı, Türkiye'nin Serê Kaniyê ve Girê Spî'yi işgaliyle sonuçlanmıştır. İsrail, Trump'ı bu kararından vazgeçirmeye çalışmış, ancak bunda da başarılı olamamıştır.
ABD'nin bölgedeki askeri ve siyasi varlığını azaltması, Türkiye ile Irak arasındaki ilişkileri güçlendirmiş, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni (KBY) ve Kürdistan Demokrat Partisi’ni İran'a yaklaşmaya zorlamıştır. KBY'nin diğer ana partisi olan Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) de uzun süredir İran ile ilişkiler içerisinde bulunmaktadır. Bu durum, söz konusu aktörlerin İran’a ideolojik veya inançsal bir yakınlıktan ziyade, bölgenin jeopolitik yapısından kaynaklanan zorunlu bir durumdur. Kürdistan hareketlerinin varlıklarını sürdürebilmeleri için dış desteklere ihtiyaç duymaları ve bu desteğin coğrafi konuma ve değişen koşullara göre Tahran, Ankara, Bağdat veya Şam'dan gelmesi, bölgenin karmaşık ve hassas jeopolitik dengesini yansıtmaktadır.
Saddam'ın devrilmesi, Güney Kürdistan'ın statü kazanması ve Rojava Kürdistanı'ndaki kazanımlar, uluslararası toplumun desteği sayesinde gerçekleşmiştir. Bu destek, Kürdistan ulusal demokratik hareketlerinin dört sömürgeci devletle aralarına mesafe koymasına fırsat yaratmıştır. Ancak, ana akım Kürdistanlı hareketlerin bu fırsatı ve konjonktürü ne kadar değerlendirdikleri ve dört sömürgeci devlete karşı ne derece mesafeli bir duruş sergiledikleri, ayrıca incelenmesi gereken bir konudur.
İsrail’in İran’daki rejim değişikliği söylemi, Türk devletinin Kürt sorununa yaklaşımında yeni bir hamle yapmasına vesile oldu. Erdoğan iktidarını dışarıdan destekleyen Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli, İmralı Cezaevi’nde hükümlü PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) gelerek, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) grup toplantısında PKK’nın silah bıraktığını ve örgütün feshedildiğini açıklamasını istedi.
Bu söylem, MHP gibi aşırı milliyetçi bir partiden beklenmedik bir hamleydi. Kürt sorununun varlığını kabul etmeyen ve meseleyi yalnızca güvenlik ve terör sorunu olarak gören bir aktörden böyle bir çıkışın gelmesi herkesi şaşırttı. Bu çağrının üzerinden bir gün geçmeden Ankara’da Türk Havacılık ve Uzay Sanayii Anonim Şirketi’ne (TUSAŞ) silahlı bir baskın gerçekleştirildi.
Türk devlet yetkilileri olayı PKK’nin gerçekleştirdiğini açıkladı. Bu makale yazıldığı sırada PKK’dan olaya ilişkin henüz bir açıklama gelmemişti. MHP lideri Devlet Bahçeli'nin çağrısından önce Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, "Netanyahu hükümeti, Anadolu'yu da içine alan büyük bir hayal kurmakta. İç cephemizi güçlendirmeliyiz" açıklamasını yapmıştı. Bu açıklamaları dış bölgesel gelişmelerden ziyade iç siyasete yönelik taktiksel söylem ve adımlar olarak değerlendiren çevreler oldu. İç siyasete yönelik taktiksel bir söylem olsa bile, özellikle MHP lideri Devlet Bahçeli'nin çıkışı önemli bir kırılma noktasıdır. Ayrıca devletin Kürt sorununun diyalog ile ele alınmasında bir paradigma değişikliğine gidip gitmediğini yakın zamanda göreceğiz.
İsrail’in İran’da rejim değişikliği hedefinin gerçekleşmesi, yalnızca İran ile sınırlı kalmayacaktır; bu durum bölgesel dinamikleri de önemli ölçüde değiştirecektir. Bu değişiklik, Irak, Türkiye ve Suriye devletlerinin izledikleri Kürt politikalarının sürdürülebilirliğini daha fazla sorgulamaya itecektir.
Özetle, İsrail'in İran'daki rejim değişikliği söylemi, Türkiye, Irak ve Suriye devletlerini rahatsız etmektedir. Çünkü İran’daki olası bir rejim değişikliği, Kürtlerin ulusal demokratik haklarına kavuşma şansı elde etmelerini sağlayacak ve bu durum Türkiye’de Kürtlerin mücadelesinin ivme kazanmasına, Rojava Kürdistanı’nda da elde edilen kazanımların kalıcı hale gelmesine yol açabilir.
Tarihsel olarak İsrail, Kürtleri bir müttefik olarak görmüştür; özellikle de bölgedeki izolasyonu göz önüne alındığında, potansiyel bir ortak olarak değerlendirmiştir. Eğer İsrail, İran’da rejim değişikliği için Kürt muhalefetine etkili bir destek sağlarsa, bu durum Kürdistanlı güçleri yalnızca İran'da değil, tüm bölgede güçlendirebilir. Bu da, İsrail’in Güney Kürdistan hareketine örtülü destek verdiği dikkate alındığında, Türkiye’nin Kürt sorunu konusundaki endişelerini daha da artırmaktadır.
Bu nedenle Türkiye, İsrail'in İran'da rejim değişikliği çağrısını, kendi Kürt meselesini doğrudan etkileyebilecek bir istikrarsızlaştırıcı faktör olarak algılamaktadır. Türk devletinin son beklenmedik çıkışlarının önemli bir nedeni, bölgede statükonun ve dinamiklerin değişmesi korkusudur.
MAKALELER