2025-01-17
Ali Haydar Fırat
İkinci dünya savaşı sonrası, savaş gerilim ve çatışmaların yoğunluk yaşadığı bir süreçten geçiyoruz. Ortadoğu’da, Rusya-Ukrayna, Yemen, Libya, Afrika ülkeleri gibi birçok coğrafyada iç çatışmalar, ülkelerin birbirileriyle savaşı hız gezmeden devam ediyor. İstikrar bir türlü sağlanamıyor. Savaşlar ve çatışmalar bu coğrafyada, yaşayanların yaşamında onarılması güç derin izler bırakıyor. Ölüm, şiddet, kin, nefret toplumları derinden etkiliyor. Açlık, yoksulluk, çaresizlik ve hastalık kol geziyor.
Yaşanan bu savaşlar gerilim, çatışma, açlık, yoksulluk ve salgın hastalıklardan en fazla etkilenenlerin başında çocuklar ve kadınlar gelmekte. Taraf olmadıkları istemlerinin dışında büyüklerinin yol açtığı tahribatlardan en fazla etkilenen kesim hep çocuklar olmuştur.
İkinci dünya savaşında kayıpların üçte ikisi sivillerden oluştu, 40 milyon sivilin öldüğü bu savaşta, en fazla kayıp çocuk ve kadınlardır. Bir yılı aşkın süredir sürüp giden İsraillin Gazze’ye saldırılarında 17 bini aşkın çocuk ve 11 bini aşkın kadın yaşamını yitirdi. İsrail saldırılarından etkilen göç etmek zorunda bırakılan binlerce çocuk ve kadın salgın hastalık ve açlık tehdidi altında yaşama mücadelesi veriyor. Ruanda katliamında küçük çocukları eline silah verilip savaşa dahil edildiler. Tutsi’li kadınlara tecavüz ve yüzbinlerce kadın ve çocuk katledildi. Irak ve Suriye de IŞİD’dın Ezidi kadınlara ve çocuklara yaptıkları hala hafızamızda yerini koruyor.
Dünya otokrattık iktidarların egemen olduğu bir süreçten geçiyor. (Çin, Rusya, Hindistan, Suudi Arabistan, Afrika ülkelerinin birçoğu ve Güney Amerika ülkeleri ) Avrupa ülkelerinde ki faşist partilerin yükselişe geçmeleri, demokrasi, insan hakları alanında uluslararası arenada baş gösteren duyarsızlık katliamlara yol veriyor.
Türkiye dünyadaki bu otoriter iktidarlardan bir haliyle etkilendi ve benzeşti. Türkiye son altı yılda hukuk, demokrasi, insan hakları alanında evrensel değer ve kuralların dışına çıktı. Yoksullaşma, gelir dağılımındaki adaletsizlik, hukukun siyasallaşması ve kurumsal işleyişin yok olması, yönetimde keyfiliğe yol açtı. Kuralsızlık ve keyfilik çeteleşmeye güç odaklarının oluşumuna yol verdi.
İktidarın ve dolaysıyla bürokrasinin desteğini ve gücünü alan yapılar, ekonomik olarak da güçlendiler. Kamusal alan dışındaki bu yapıların Türkiye de güç kazanması mafya tarzı yapıların oluşumuna yol açtı. Toplumun yoksullaşması, değer yargılarının değişmesi yozlaşmaya, çürümeye yol açtı. Günlük yaşamımızda karşılaştığımız, çocuk evliliklerine fetva, küçük çocukların cinsel istimara uğraması ve katledilmesi, buna infaz indirimi cezasız eklenince kadın ve çocuk ölümleri olağan bir hal aldı.
İstanbul Sözleşmesi sonrası kadın ve çocuk istismarının arttığı bu dönemde, kamuoyu ve toplumun bu istismar ve cinayetlere tepkisi de artmaya başladı. İktidar bu cinayetlere duyarsızlığına karşı toplumsal tepki gittikçe yükseldi. Narinin katledilmesi sonrası iktidarın gösterdiği duyarlılık bu baskı ve tepkinin sonucudur.
21 Ağustos 2024 de kaybolduğu ilan edilen ve 8 Eylül 2024 de cansız bedeni Tavşantepe köyü yakınındaki Eğertutmaz deresinde bulunan 8 yaşındaki Narin GÜRAN soruşturmasının bu boyuta gelmesinde STK’ karın, toplumun ve muhalif basının katkısı yadsınamaz. İktidarın ve bir bütün tüm ülkede bu olaya bu denli sahip çıkılması, bir yönüyle Diyarbakır’daki STK ve duyarlı bireylerin çabaları sonucu oluştu.
Basına yansıyan fotoğraflarına bakıldığında Narin’ nin çok sevecen sevgi içinde büyüdüğü (5 erkek çocuktan sonra gelen kız çocuğu olması ve ailenin en küçüğü olma özelliği nedeniyle) görülüyor. Yargılama süreci önümüzdeki günlerde başlayacak. Sonuç nereye varır henüz bilmiyoruz. Ama bu katliamın örtbas edilme, başka bir yöne evrimle şansı gibi. Umarım benzer zaman aşımına uğramamış bu tarz çocuk ve kadın cinayetleri de bu duyarlılıkla görülür ve süre giden cezasızlık, iyi hal indirimi gibi soyut kavramlardan arındırılarak sonuçlandırılır.
Kişiler tarafından işlenen çocuk ve kadın cinayetleri bir haliyle ulusal basında yer aldı. Yargılamalar bir boyutuyla değerlendirildi. Sonuçları üzerinden olumlu olumsuz yönleri tartışıldı. Doğrusu yanlışıyla toplumun değerlendirmesine sunuldu. Mağdurlar açısından alınan kararlar çoğunlukla hep eksik oldu. Yaşanan süreci insanlar gördü ve haberdar oldu. Ama bu ülkede bir başka coğrafya da yaşananlardan toplum haberdar olmadı yaşananları bilmedi, bildiklerini sandıkları olaylar ters yüz edilerek insanlara aktarıldı.
1990’lı yıllardan başlayarak çözüm sürecinin sonlandırıldığı 2017’lere kadar Kürt illerinde çocukların yaşamını yitirdiği ölüm, katliamlar yaşandı. Bunlara dair ulusal basında çoğunlukla hiçbir haberin olmaması, bir yönüyle bu ölüm ve katliamların tek sorumlusunun kamu görevlisi kişiler olmasındandır. Güvenlik görevlisi kişiler tarafından işlenen bu suçların bir kısmı için yargılanma yapılmadı, yargılananların çoğu hakkında berat kararı verildi, bir kısmının da davaları zaman aşımı nedeniyle düşürüldü. Cezasızlık kültürüne karşı oluşturulan ‘Hafıza Merkezi’ yöneticisinin değerlendirmesi gerçeğin ne olduğunu bilmemizi sağlıyor.
‘Türkiye’de ağır insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda devletin muazzam bir inkâr geleneği var. Yaşananlarla yüzleşmeme, sorumluları koruma, kollama, ihlal olgularının üstünü hızla örtme ve kamusal alanda devletin sorumluluğunun tartışılmasını engelleme refleksi her aşamada son derece güçlü. Tüm zamanlarda, ihlallerdeki rolleri sorgulanmayan, dokunulmayan, soruştur ulayamayan kurumlar ve kişiler var.’(1)
‘ Darbe dönemlerinde OHAL rejimlerinde sayıları binlerle, on binlerle, yüzbinlerle telaffuz edilen zorla kaybetme hukuk dışı/keyfi infaz ve işkence vakaları yaşandı. Bütün bu olanlar yıllar boyunca devlet katında habersiz gerçekleşemezdi ve fakat ne yargı ne yasama organı bu ağır insan hakları ihlallerinin bir devlet politikasının ürünü olup olmadığını; eğer öyleyse de arkasında hangi güç odaklarının bulunduğunu layıkıyla soruştur-a-madı.’ (1)
2008, 2018 yılları arası on yılda Cizre, Silopi, Şırnak, Nusaybin, Sur başta olmak üzere sokağa çıkma yasakları dönemi ve öncesinde, panzer çarpması, polis kurşunu, gaz bombası, gaz fişeği den ve engellemelerden 76 çocuk öldü. En küçüğü 35 günlük bir bebek, (Ambulansın hastaneye gidişi polis tarafından engellendiği için öldü) ve 18 aylık bebek Annesinin kucağında balkonda başına isabet eden gaz kapsülü ile öldüler. En büyüğü 17 yaşında sokakta polis kurşunu katledildi. 76 çocuğun katledildiği bu süreçte, yapılan yargılamalardan tespit edilen sanıklardan (güvenlik görevlisi) birçoğu ceza almadı. Ceza alan birkaç kişinin de cezası ertelendi veya paraya dönüştürüldü.
Bu çocuk katliamlarından birisi de Şırnak Uludere Giver (Kuşkonar) ve Basuke (Koçağıl ) köylerin de yaşandı. 26 Mart 1994 de 4 savaş uçağının bombalaması sonucu 38 kişi yaşamını yitirdi. Bunlardan 7 si bebek 24 çocuk bu katliamda yaşamını yitirdi. Giver köyünde katledilen 25 kişi üzerlerinde ki kıyafetlerle dini vecibeleri yerine getirilmeden defin edildi. 26 yılı aşkın bir süre bu köye gitmeye izin verilmedi. Katledilenlerin dosyası Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı ile Askeri Savcılık arasında gidip geldi. Sonuçta yetkisizlik ve delil yetersizliği gerekçesiyle takipsizlik kararı verildi ve dava kapandı. Ailelerin AHİM yaptığı başvuru sonrası Türkiye haksız görüldü ve ailelere tazminat ödemeye mahkûm edildi. Yaşananlar ve katliam unutuldu mu? Ailelerin neler yaşadığı travmanın boyutları nedir, nasıl etkilendiler bunlar sorgulanmadan bir değerlendirme yapmak eksik kalır.
Bir başka katliamda Roboski’dir. Ailelerle birlikte toplumun çoğunluğunu etkileyen bu katliam, yıllardır beklenen adalet arayışına ne yazık ki karşılamayan bir noktada. 28 Aralık 2011 de savaş uçaklarının bombalaması sonrası 19 ‘ü 18 yaşın altında 34 kişi yaşamını yitirdi. Yaşamını yitirenlerin failleri ortaya çıkarılmadı. Aileler iktidarın tazminat talebini kabul etmedi. Hukuki süreç devem ediyor. Evrensel hukuk normlarına uygun hukuki bir kararın çıkmasını ve bu katliama yol açan sorumluların tespiti hem aileler hem de duyarlı kesimlerin beklentisi. Hukuki sürecin devam ediyor olması olumlu bir gelişme olarak, beklentilerimizi canlı tutmamıza yol veriyor.
Çocuklara yönelik katliamların en acı vereni Vartinis katliamıdır. Muş’un Korkut ilçesine bağlı Vartinis (Altınova ) beldesine yapılan askeri operasyonda Mehmet Nasır Öğüt ve eşi Eşref ile en büyüğü 12, en küçüğü 3 yaşındaki 7 çocuğun bulunduğu ev de bir kişinin zafer işareti yaptığı iddiasıyla ateşe verildi. Yangında Mehmet Nasır Öğüt ve eşi ile birlikte çocukları Sevim, Sevda, Aycan, Mehmet Şakir, Mehmet Şirin, Cihan ve Cinal yanarak öldüler. Ulusal basın eylemi PKK yaptı dendiğinde habere geniş yer verildi, olayın asıl faillerinin güvenlik görevlisi şahıslar olduğu ortaya çıkınca da habere dair hiçbir şey yazmaz oldular. Muhalif basın, STK’lar ve Kürt siyası partileri sürecin başında duyarlılık göstererek soruşturma ve yargılamalar da dayanışma içinde bulundularsa da, süreç uzadıkça bu duyarlılıkta ortadan kalktı.
Katliamın kendisi kadar yargılama surecide yaralayıcı acı verici oldu. Dava tüm tanıkların açık beyanlarına rağmen cezasızlıkla sonlandırıldı. Bu yargılama ile ilgili çokça değerlendirme yapıldı, bunlardan biriside ‘kayıp Adalet’ te Karin Karakaşlı’ ya ait:
‘Adaletsizlikle son bulan her dava, kartopu kılıklı taştır. Hukuk süslü bir suç. Suçu örtbas etmek suçtan daha beter. İlk bakışta her dava, ölüm misali düştüğü yeri yakan ateştir. Ama konu insanlığa karşı suçlara geldiğinde, cezasızlıkla sonlanan ya da zamanaşımına terk edilen dosyalar sadece başa çarpan taşlı kartopu olmakla kalmaz; o kartopu gider sinsice kımıldatır kar yığınlarını. Bir bakmışsınız koca ülkenin üzerine çığ düşmüş.’ (2) ‘Bu noktada cezasızlık, aleni olarak yeni katliamların teşviki anlamına gelir ve geleceği gasp eder. Benim geçecek gaspı dediğim şey ilgili anlaşmalarda adalet, hakikati bilme, tazminat hakkı ile bir daha tekrarlanmama garantisi olarak ifade ediliyor. Bu hak ve garantilerden yoksun bırakıldığınızda, sistematik kötülük durumundan vazife çıkararak kendisine yeni hedefler bulmakta beis görmüyor. Başımıza düşen çığ da o yüzden hiç bitmiyor.’ (2)
Bu katliamda ev de olmadığı için sağ kurtulan Nasır Öğütün hayattan kalan tek kızı Aysel Öğüt, tehdit sindirme baskılar ve yaşadığı psikolojik rahatsızlıklarla uğraştıktan 10 yıl sonra 2003 de suç duyurusunda bulunabildi. Yargılamanın sürdüğü 20 yılda yarılanan, birisi Bölük komutanı 3 askeri personel ve bir Emniyet Şube Müdürü 4 sanık hiç tutuklanmadı. Bu süreç Aysel Öğüt için ve diğer aile bireyleri için çok sancılı geçti. Olayı başından beri izleyen gazetecilerden Kemal Göktaş’ın haberinde, Akil İnsanlar heyetinin de gündemine giriyor.
‘Altınova köyündeki vahim olay Akil İnsanlar heyetinin bölgedeki temasları sırasında da gündeme gelmişti. Akil İnsanlar heyetine olayı anlatan Aysel Öğüt’ün eşi Abdullah Öğüt ise, 1993’te amcamların evi yakıldı. 9 kişi içerde vahşice yakıldı. 2 yaşındaki çocuk dışarı atıyor kendini yangından kurtulmak için, fakat silahların dipçikleriyle tekrar içeri gönderiliyor. Katliam yaşandı, vahşet yaşandı. Bizler bunları gördük, tanıklık ettik ve yaşadık. Bir köy yok oldu, herkes göç edip gitti bu memleketten. Evler yakıldı, insanlar katledildi. İnsanlar zarara uğratıldı. Köyün bütün mahsulleri devlet tarafından yakıldı. Buna rağmen hala barış isteyen bir milletiz. ‘ demişti. (2)
Aysel Öğüt dehşet anlarını ve yaşadıklarını daha sonra Özgür Gündem gazetesine anlatmıştı; ‘Ben evliydim. Eşim başka bir köyde imamdı, o gece babama misafirliğe gelmiştim. Babamlarla akşam yemeği yedim. Saat 23,00 civarında kalktım yakındaki amcamın evine yatmaya gittim. Babam gitmemem için ısrar etti, tek odaları olduğu için ben de rahatsız etmek istemedim. 4 aylık olan bebeğimi de alarak amcamlara yatmaya gittim. Ev tutuşunca ailemin oradan çıkarıldığını düşünmüştüm. Dışarı çıkmak istedik bırakmadılar. Ancak sabah öğrendim ki bütün ailemi diri diri yakmışlar. Eğer gitmeseydim, ben de bebeğimle birlikte ailemle yanmış olacaktım.’
Yine başka bir anlatımında ve mahkemede yaşadıklarını şöyle ifade ediyor; ‘Pencereden baktım. Bir panzer evimizin penceresinin önünde durmuştu. Evin ışıkları yanıyordu ve bir anda evi ateş sardı. Dışarı çıktık, feryat figan yalvardık ama askerler bizi bırakmadılar, amcamın oğlu Remzi’yi dövdüler. Eve getirip onunla ilgilendik. Zannettik ki içindekileri çıkarıp öyle yakmışlar. (2)
Yargılama sürecinde mahkeme de dinlenen olayı yaşayan tanıkların açık beyanlarına rağmen, bir beldede yaşayan yüzlerce insanın önünde yaşanan katliam davasında üçü asker, biri polis 4 sanık hakkında onuncu duruşmada ‘delil yersizliğinden beraat kararı verildi. Yargıtay 1. Ceza dairesi askerlerde Bölük komutanının kararını bozdu. Yargılama yeniden başlandı sanık bir türlü bulunamadı. Mahkeme 4 Aralık 2023 de son duruşmada, zamanaşımı süresinin dolduğuna karar vererek davayı düşürdü. 7 çocuk diri diri yakıldı ve yargılanan tüm sanıklar ceza almadan yargılama süreci sonlandırıldı. Katledilenler hiç kimseye en ufak bir zararları olmayan, savunmasız suçsuz çocuklardı. Bu haber ulusal basında çıkan sıradan birkaç yazı ve haberle geçiştirildi.
Bu kararın verildiği günlerde haber sitelerini televizyon programlarına acaba bu davanın zamanaşımı kararına dair bir değerlendirme var mı diye; Gökçer Tahincioğlu’nun yazdığı başlık ve özeti tüm sürece ışık tutuyor:
10 insanın yakılmasına kulak tıkayıp göz göre göre ‘Zamanaşımı’ sucunu işlemek;
On insanın bile isteye yakılması insanlığa karşı suç değilse nedir? Yapılması gereken biraz olsun dünyaya kulak vermekti hiç biri yapılmadı. Yakınlarına ‘Tırnak ucu kadar değeriniz yok’ denildi. (3)
Öğüt ailesinin maruz kaldığı bu katliamın takipçisi olan gazeteci, yazar ve insan hakları savunucularından birisi, Kemal Göktaş bir diğeri de Gökçer Tahincioğlu’dur. Kayıp adalet, (cezasızlık ve korunan failler) derlemesi ile faili karanlıkta kalan birçok davanın ve olayın takipçisi olmuştur. Vartinis katliamının yargılama, soruşturma sürecini yakından takip eden Gökçer Tahincioğlu’nun değerlendirmesine bırakıyorum;
‘Bundan 10-15 yıl sonra çocukların öldürülmesi ve açıklanmayan davalar üzerine utana sıkıla haberler ve hikâyeler yazılacak. Birileri hala ‘ama’ diyecek, ‘dönemin koşullar’ ardından gelecek, ‘olur böyle şeyler’ peşi sıra. Hiç yaşayamamış çocuklar ise hiçbir zaman geri gelmeyecek. Vartinis’te ya da resmi kayıtlardaki ismiyle Altınova köyünde evlerinde yakılarak öldürülen Öğüt ailesi için de ‘ama’ ların, büyük sözlerin, kısık sesli özürlerin anlamı kalmamıştır… Vartinis’teki ateş, tutanaklarda böyle sessiz sakin duruyordu. Anlatanlar ise hala o geceyi yaşıyordu. Köyde ne olay, ne PKK’lı, ne ses, ne seda vardı. Operasyon başlamış, Öğüt ailesinin evinde uyanan bir çocuk, cama çıktığında zafer işareti yapmak gibi bir büyük suçta bulunmuştu. ‘Ama’ lar orada başlamıştı. Tütüncü Öğüt ailesinin önce tütünleri, sonra çatıları, sonra bedenleri yakılmıştı. Herkes izlemişti, herkes donmuştu. Süslü cümleler ve sadece başına bir şey geldiğinde anlamaya yakın olanların yüreğiyle su dökülemiyor bir yangına. Nedir ki ‘ama’, ateşi hala yakıcı, büyük ve inatçı bir gerçeğin yanında. (2)
Bu yazı ile ilintisi olmayan, başlı başına yazılıp değerlendirilmesi gereken bir konuda, konunun Kürtler açısından önemi ve güncelliği nedeniyle, kısa birkaç şeye vurgu yapmak istiyorum.
Son günlerde gündeme konan, tüm basının birinci konu olarak ele aldığı, Devlet Bahçeli’nin Kürt sorunu konusundaki söylemleri üzerinden yürütülen tartışmalar ve Ak Parti’nin Meclis Başkanı ve sözcüleri tarafından dillendirilen Anayasa değişikliği tartışmalarıdır.
Cezaevlerinde tutsak cezalarını tamamlamış siyası tutsakları idari cezalar nedeniyle tahliyelerini engelleyen, tutsak ağır hasta kişileri, siyasallaşmış Adli Tıp Kurumu raporlarıyla bırakmayan, Anayasa mahkemesi kararına rağmen bir parlamenterin hakkını gasp eden, AHİM kararlarına rağmen Demirtaş ve Kavala’yı cezaevinde tutan, düğünlerde Kürtçe türkü söyledi diye gözaltına alınanların yaşadığı bir ülkede, yeni bir Anayasadan ve çözümden söz ediliyor. Şaka gibi. İktidar sözcüleri tarafından sıkça dillendirilen, Vesayet anayasası, değimi tam bir komedi. 2017 Anayasa referandumu ile yürürlüğe koyduğunuz Anayasa tüm yetkileri bir merkezde toplayan, demokratik tüm hakları tırpanlayan, bu Anayasadan ala Vesayet Anayasası var mı? Bu da tam değimiyle sivil darbe anayasasıdır. Meşrutiyeti toplumun bir kesimi ve uluslararası gözlem heyetlerince kabul görmeyen bir anayasa ile oluşturduğunuz baskıcı düzenle 7 yıldır kontrolsüz, denetimsiz ülkeyi yönetiyorsunuz ne ala,
Mecliste grubu bulunan Kürt sorununa taraf bir partiyi terör örgütü yandaşı ve terörist olarak göstereceksin ve o örgütün yöneticisini meclise davet edeceksin, bunun üzerinden değerlendirme yapmak, Kürt sorununa çözüm arayışları başladı demek, Kürtler açısından ne kadar doğru, sorunlarımızı çözme noktasında mı kocaman bir?
27.10.2024
Kaynak:
1- Emel ATAKTÜRK SEVİM – Kayıp adalet
2- Karın KARAKAŞLI Vartinis’le Bulalım Allahtan Cezamızı, Kayıp Adalet
3- Gökçer TAHİNCİOĞLU T24
Deng dergisi, sayı:134