Türkçe | Kurdî    yazarlar
Neler Oluyor?

2025-01-22

Mesud Tek

Hepimiz, son dönemde insanın başını döndürecek kadar hızlı yaşanan gelişmelerden az ya da çok haberdarız.

Görünüşe göre, yaşananların fitilini devletin has ve güvenilir adamı, özünde tek adam diktatörlüğü olan Türk usulü başkanlık sisteminin Türkçü ayağını oluşturan Devlet Bahçeli ateşledi.

Bahçeli, mücadelesini “İmralı’ya yönelik tecriti kırmak”, Öcalan’ın özgürlüğünü sağlamak” adına İmralı’ya hepseden PKK ve DEM Parti yöneticilerine bile parmak ısırtacak bir öneri yaptı. Öcalan’ın savaşın sonlandırıldığı ve PKK’nin lağvedildiğini açıklaması şartıyla, TBMM’ye gelip DEM Parti Meclis Gurubunda konuşabileceğini söyledi. Bahçeli bununla da yetinmedi. Öcalan’ın böyle yapması halinde umut hakkından yararlanabileceğini vaat etti. Bu kadarıyla yetinmeyen Bahçeli, PKK ve çevresine ne yapmaları gerektiğini de söyledi: Artık Kandil’e ve Edirne’ye kulak asmayın, gözünüz kulağınız İmralı’da ve DEM Parti’de olsun!..

Daha öncesinde Erdoğan yeniden kardeşlik türküleri söylemeye başlamıştı, İnsanların anadilini konuştukları için zulme uğradıklarını dile getiriyordu.

Uzun bir süre ailesi ve arkadaşlarıyla görüştürülmeyen Öcalan’ı yeğeni ziyaret ederek, O’nun Bahçeli’nin önerisine verdiği cavabı paylaştı. Akabinde DEM Parti ve KCK Öcalan’ın arkrasında durduklarını ifade eden açıklamalar yaptılar. Ve bir anda Türkiye’de sadece Kürd pazarı canlanmadı, aynı zamanda kutuplaşma kendini daha bir tahkim etti. Eski defterler karıştırıldı, “kardeşlik, anti emperyalist mücadele” albümleri raflardan indirildi.

Ve aynı zamanda yeni bir tartışma konusu siyasi gündeme girdi. Bahçeli’nin açıklamasıyla başlayan gelişmeler nasıl adlandırılmalıydı? Ne yaşanıyordu? Yeni bir çözüm süreci miydi, yoksa 2013-2015 yıllarında yürütülen görüşmelerin bir devamı mıydı? Biliniyor, Erdoğan bir dönem “çözüm süreci bitmedi, rafa kaldırıldı” demişti. Ya da adı konulmayan, konulmaya gerek duyulmayan yeni bir şey miydi?

Türkiye’deki siyasetin sefil halini ortaya koyan tartışmalar da başladı, eski söylemler ortaya saçıldı. “Türkiye’de bu kadar sorun varken, iktidarın Bahçeli tarafından dile getirdikleri kamuoyunun dikkatini başka tarafa çekmeye yöneliktir”, vb. söylemler gırla gidiyor...

“Cumhur İttifakı’na, bunca zulüm, baskı ve katliamdan sonra Türk devletine güvenen, samimiyetine inanan Kürd var mı?”, “devletin işbirlikçisi Öcaln ile birlikte hazırlayıp devreye koyduğu yeni planın uygulanmasına sessiz mi kalacağız?” vb. soruları sıkça soruluyor...

Bu yazının amacı bu ve benzeri konulara yönelik değil. Daha ziyade “yeni süreci” zorunlu kılan özellikle bölgesel gelişmelerden bahsetmek ve bir önceki süreçle benzer ve ayrı yönlerini dile getirmektir.

Ama söylemeden geçmeyelim.

Çözüm süreçleri, barış görüşmeleri düşmanlarla yapılır, dostlarla değil. Tarafların samimi olmaları, birbirine güvenmeleri de şart değildir. Güven ve samimiyet süreç ilerledikçe güçlenir. Başlangıçdaki güvensizlik olumlu bir rol oynar, tarafları ihtiyatlı ve dikkatli olmaya iter, ki dikkat ve ihtiyat görüşmelerin başarıya ulaşmasında önemli faktörlerdir.

Ve bunlar kadar önemli olan bir başka konu ise, görüşmelerde tarafların güvenini kazanmış, meşru üçüncü bir tarafın olmasıdır. “Bu bizim iç sorunumuzdur, biz kendi aramızda hallederiz, yabancılara gerek yok” söylemi çok tehlikedir.

Asıl neden bölgesel faktörler

Yeni sürecin başlatılmasına yol açan nedenlerden birisinin de Türkiye’nin karşı karşıya olduğu iç sorunlar olduğu söyleniyor. Elbette Türkiye’nin çok ciddi iç sorunları var. Ekonominin yerlerde süründüğü, krizin taban yaptığı doğru. Halk yığınlarının önemli bir bölümü yoksullukla, açlıkla yüzyüze, yaşamını zorluklarla sürdürüyor. Başta çocuklar olmak üzere toplumun önemli bir kesimi güvenli gıdaya ulaşamıyorlar, sağlık ve eğitim hizmetlerinden yeterince faydalanamıyorlar.

Kürd sorununun şiddet temelinde çözümündeki israr ve kadınlar ve çocuklara uygulanan erkek şiddeti tüm toplumu esir almış durumda. Uluslararası suç örgütleri liderleri, uyuşturucu baronları Türkiye’de cirit atıyorlar.

Tüm bunların yanısıra bir de Cumhur İttifakı’nın iktidarını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu yeni Anayasa sorunu var.

Ama saydığım bu ve benzeri sorunlar tek başına başlatılan süreci açıklamaya yetmiyor. Çünkü tek etmen bu olsaydı, iktidar PKK ve Öcalan’a ihtiyaç duymaz, DEM Parti ile yapacağı görüşmelerle bu sorunları çözmeye çalışırdı.

Kanımca asıl neden dış faktörler ve Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelerle gelişmelerin olası sonuçlarıdır.

HAMAS’ın İsraile yaptığı saldırıların başlattığı İsrail-HAMAS çatışması gün geçtikçe bölgeye yayıldı. Kısa dönemde İran’ın örgütleyip desteklediği, Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’daki İran yanlısı güçlerin oluşturduğu “Direniş Cephesi” ile, ABD ve AB’nin desteği alan İsrail arasındaki çatışmalara dönüştü. Tarihte savaşmayan İran ve İsrail arasındaki karşılıklı, “ölçülü”, şimdilik “karşılık vermeyi gereksiz kılan” hava saldırıları bölgedeki dengeleri sarsıyor. İsrail’in İran ve müttefiklerine yönelik saldırılarının şidettini ve buna bağlı olarak kurulacak yeni dengeler ise, Kasım ayında yapılacak ABD seçimlerinden sonra belirlenecek. Ama şimdiden Ortadoğu’da kartlar karıştırılmaya başlandı. Taraflar yeni dönemde pozisyonlarını korumak ve güçlendirmek için harekete geçtiler.

Türkiye İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının tetikleyip büyüttüğü iç sorunlar nedeniyle İran rejiminin yıkılmasından ve Kürd halkının bu durumdan yararlanarak, güney ve Güney Kürdistan’ın yanısıra Doğu Kürdistan’da da iktidar olmasından kaygı duyuyor. Bölgede var olan pozisyonu tehdit eden bu ve benzeri gelişmelere karşı hazırlıklı ve Ortadoğu’nun yeniden dızayn edilmesinde etkili olmak istiyor. Türkiye’yi son adımları atmaya zorlayan asıl neden budur.

Türkiye, 2013-2015 yıllarında yürütülen görüşmeleri de aynı saiklerle başlatmıştı. O sürecin başlamasında iç faktörlerin etkisi, örneğin ekonominin geliştirilmesi, AB’ye üyelik sürecinin gerektirdiği demokratikleşmenin sağlanması gibi iç etmenler de etkili olmuştu. Ama asıl neden dış faktörlerdi, Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerdi. Bögesel gelişmelerin bir sonucu olan Güneybatı Kürdistan’ın bazı bölgelerinde oluşturulan özerk yapının durumu ve geleceğinin, İmralı görüşmelerinde gündemin ilk sıralarında yer alması da bu gerçeği işaret ediyor.

Hatırlayalım, Arap Baharı’nın estirdiği rüzgarların ulaştığı Suriye alt üst olmuştu. Durumdan faydalanıp Şam’daki Eyyübi camisinde namaz kılma hayalini kuran AK Parti iktidarı, bir dönem can ciğer kuzu sarması olduğu Beşar Esad’ın bir katil, bir soykırımcı olduğunun ayırdına varmış, ülküdaşları Müslüman Kardeşlere yönelik katliamlarını hatırlamıştı.

AK Parti iktidarı aralarında DAİŞ’in de olduğu Suriye’deki Sunni-Arap muhalifleri her alanda destekledi. Bu arada sadece Güneybatı Kürdleriyle de ilişki kurmadı. Aynı zamanda Suriye ve Ortadoğu’da rol kapmak ve pozisyonunu güçlendirmek amacıyla, için Güneybatı Kürdleri üzerinde de etkili olan PKK ile görüşmeleri başlattı. (Görüşmelerin izlediği seyir, başarısız olmasının nedenleri ve sonrasında yaşananlar, üzerinde ciddiyetle durulmasını gerektiren ama bu yazının konusu olmayan meselelerdir.)

Ama Suriye’de işler Türkiye’nin istediği gibi gitmedi.

BAAS rejimi ile ilişkileri geçmişe dayanan PKK, Suriye devleti ile anlaşarak oluşturduğu YPG kanalıyla bölgede iktidar oldu. Önce Rusya güçlü bir biçimde Suriye geldi. İran, Suriye’deki varlığını Rusya’nın gelmesiyle birlikte daha da güçlendirdi. Daha sonra DAİŞ terörüne karşı mücadele gerekçesiyle ABD ve müttefiki Batılı ülkeler devreye girdi. Bölgede artık birçok oyun kurucu vardı ve gelişmeler, daha önce olduğu gibi dış güçler tarafından, onların karşılıklı ilişkileri, çatışma ve uzlaşmaları tarafından belirleniyordu (ki, bu yeni bir gelişme değildi, bir anlamda Ortadoğu’nun kaderiydi).

Başlangıçta iyi giden TC-PYD ilişkileri bozuldu. DAİŞ’e yönelik tavır, PYD’nin Türkiye’nin isteminin aksine Şam hükümeti ile lişikilerini sürdürmesi ve bölgeye gelen ABD ve Rusya ile olan ilişkileri bir anda O’nu “terörist örgüt” yaptı. AK Parti PYD’nin bölgede oluşturduğu siyasi yapıyı “teröristan” olarak değerlendirmeye başladı ve daha sonra bu “teröristan” kavramına Güney Kürdistan’daki federal yapıyı da kattı. Afrin’den Dihok’a kadar uzanan güney sınırlarında 30 km derinliğinde güvenli bölge oluşturmayı temel hedefi haline getirdi, bu amaçla Güney ve Güneybatı Kürdistan’da yönelik hava saldırıları gerçekleştirdi, işgal operasyonları yaptı; yapıyor.

Türkiye’nin Suriye ve Kürdistan politikasının çıkmaza girmesi kaçınılmazdı. Çünkü uyguladığı politikalar ve Suriye’deki cihatçı yapılara olan desteği, bir yandan onunla Arap dünyasının arasını açtı, diğer yandan ABD ile ilişkilerine zarar verdi. Suriye ve Libya’da uygulanan işgalci politikalar, zaten bozuk ekonomiyi daha bozdu, kamuoyunun tepkisini çeken yoğun göçmen akımına yol açtı.

Bu durumu düzeltmek isteyen AK Parti iktidarı, başarılı olduğu bir yola başvurdu. Tükürdüğünü yalama konusunda mahir olan iktidar, düştüğü ekonomik krizi atlatmak için, Erdoğan’ın bir zamanlar katil dediği, 15 Temmuz darbesini desteklemekle suçladığı Suudi Arabistan ve Körfez Şeyhleriyle kucaklaştı. Soykırımcı Esad’a barış elini uzattı.

Erdoğan’ın Esad rejimine uzattığı el henüz havada. Çünkü Suriye, uzatılan eli tutmak için, hükümetin Türk askerinin işgal ettiği bölgelerden çekileceğini, rejim karşıtı guruplara yaptığı yardımları keseceğini deklare etmesini şart koşuyor.

Türkiye’nin bu alandaki zorlukla sadece bununla sınırlı değil. İsrail’in Suriye’deki İran üslerine yaptığı saldırılar, İranlı askeri ve sivil yöneticileri öldürmesi de, Suriye’de İsrail ile Türkiye’yi karşı karşıya getiriyor, bölgedeki Türk varlığını tehdit potansiyelini barındırıyor. Tüm bunların yanısıra ABD’nin, Suriye meselesinde Türkiye’den istekleri de devrede. ABD, Türkiye’nin Suriye ile anlaşmasını şimdilik istemiyor. Çünkü bunun, bölgedeki Rusya ve İran’ın etkisini artıracağını düşünüyor.

Kısacası Türkiye’nin Ortadoğu ve özellikle de Suriye politikası tam bir çıkmazda. Değim yerindeyse Türkiye boğazına kadar Suriye bataklığına batmış durumda.

Bu durumdan az hasarla çıkmak, Ortadoğu’da oluşacak yeni dengelerde güçlü bir biçimde yer almak için, Güneybatı Kürdistanlı güçlerle ilişki kurmayı bir zorunluluk olarak gören AK Parti hükümeti, bölgedeki Kürd siyaseti ve yapısı üzerinde etkisi olan Öcalan ile ilişki kurmak istiyor. Cumhur İttifakı’nın, “emperyalistlerin, siyonistlerin ve Türkiye düşmanlarının saldırılarına karşı korumak amacıyla, “iç cepheyi güçlendirmek” adına, Devlet Bahçeli’nin ağzından yaptığı Öcalan açıklamalarının, yeni bir süreçten bahsetmelerinin temel nedeni budur.

Ne yapmalıyız?

Yapılacakların başında Cumhur İttifakı’nın Bahçeli vasıtasıyla attığı bu adımı ne abartmak ne de, “kamuoyunun dikkatini iç sorunlardan başka yöne çekmeyi amaçlıyor”,” bu iktidara, özelilkle Bahçeli gibi Türkçü birine güvenilmez” deyip  görmezden gelmek geliyor.

Ayrıca geçmişte yapılanlara dikkat çekip, atılan adımın samimiyeti sorgulanabilir, ama samimiyeti bir koşul olarak görmenin doğru olmadığını akılda tutarak, gelişmeleri yakından takip etmeliyiz.

Hiç kuşku yok ki yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, derin sorunlarla yüzyüze olan Türk devletinin, içine düştüğü çukurdan çıkmak için bu adımı atmak zorunda kaldığı da bir gerçektir. Ama çatışan taraflar bazan nefes almak, daha önemli gördükleri sorunlarıyla ilgilenme zamanı bulmak, vb. nedenleerle bazı girişimlerde bulunurlar, bazan geri çekilirler, ateşkes ilan ederler, zeytin dalı uzatırlar. Bunu karşı tarafın (burada Türk devletinin) zaafı olarak değerlendirip görüşme ve diyaloğ önerilerini peşinen reddetmek doğru değildir.

Bunun yanısıra bir önceki çözüm süreci ile şimdi başlayan ve henüz adı konulmayan süreç arasındaki farkların da bilincinde olmalıyız. Çünkü bu farklılıkları bilmek, sürecin lehimize sonuçlanmasında bize yardımcı olacaktır.

Farkların başında son girişimin, bir öncekinin aksine hükümetin değil devletin bir projesi olduğudur. Bu ise sürecin devlet kaynaklı daha az engelle karşılacağı anlamına gelmektedir.

Bir başka farklılık ise, devlet kaynaklı olmasının bir sonucu olarak, başta devletin kurucu Partisi CHP ve bir çok kesimin, bazı çekinceleri ve eleştirilerinin yanısıra, genel olarak süreçten yana bir tavır almalarıdır. Bu ise çok daha geniş bir kesimin sürece sahip çıktığını ifade eder. Oysa 2013-2015 yıllarındaki süreçte bu durum yaşanmamış, AK Parti ve HDP dışındaki tüm kesimler sürece karşı çıkmışlardı. Çözüm süreçlerinin başarıya ulaşmasının şartlarından birisi de geniş toplumsal kesimler tarafından benimsenmesi ve bu tarafların da sürece dahil olmalarıdır. Bu noktada, son süreç bir öncekinden daha avantajlı bir konumdadır.

Ortadoğu’da kartların karıldığı, bölgenin yeniden dizayn edilmeye başlandığı dönemde, Kürdlerin elde ettiği kazanımları koruyup geliştirmeleri çok önemlidir.

Sık sık dile getirdiğimiz gibi, Ortdoğu’nun siyasi yapısı, bölge ülkeler arasındaki kavgalar, gelişmelerin daha ziyade dış faktörler tarafından belirlenmesi gibi nedenler, Kürdler için önemli fırsatlar yaratıyor. Birinci Dünya Savaşı’nda yaşananların tekrarlanmasının önüne geçmek, bu fırsatları ulusal kazanımlara çevirmek bizim elimizde.

Kürd yurtsever hareketinin, önüne çıkan fırsatları, bazı doğmalar ve siyasi ezberler nedeniyle elinin tersiyle itme lüksü yok. Aksine en küçük bir fırsatı, başarı şansı az da olsa değerlendirmeliyiz. Çünkü siyaset aynı zamanda fırsatları değerlendirerek hadefe ulaşma sanatıdır da.

Bahçeli’nin söyledikleriyle başlayan süreci kazanca çevirebiriz. Bunun için bize gerekli olanların başında işbirliğimizi oluşturmak geliyor.

PKK dışındaki Kürd yurtsever hareketi, üzerinde uzlaştığı ortak hedefler etrafında oluşan işbirliğini daha da genişleterek, başlayan sürece, görüşmeleri yürüten bir taraf olmasa da müdahil olmalıdır.

26 Ekim 2024

Deng Dergisi, sayı: 143

MAKALELER