10/4/2024
Arzu Yılmaz
a@aaa
Doç. Dr. Arzu YILMAZ
Roj baş,
İlk önce çok teşekkür ederim Deng Dergisine ve Bayram Bozyel’e. Sedat bey beklentileri haylice yükseltti. Onun için strese girdim doğrusu. Zaten iki nedenden dolayı stresliydim: birincisi Bayram Bey de söyledi, bu, Diyarbakır’da son bir yıl içerisinde katıldığım 4. Konferans. Dolayısıyla söyleceklerim birçok katılımcı için bir tekrar olabilir. Ama elimden geldiğince tekrara düşmeden bir tablo çizmeye çalışacağım. İkinci yapmaya çalışacağım şey ise, her ne kadar Sedat bey konuşmamda Irak’a odaklanacağımı söylese de, açıkcası ben çalışma alanım uluslararası ilişkiler olduğundan, daha çok küresel mevcut durumun görünümü ve bunun Ortadoğu’ya yansımaları, nihayetinde Kürt meselesine bu çerçeveden nasıl bakabileceğimiz gibi konuları ana başlıklar altında toparlamaya çalışacağım. Söylediklerimin nerdeyse ettiğim her bir cümlenin tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum. Ama eğer bir analiz yapma iddiasındaysak bazı varsayımlara da dayanmak durumundayız. Hiç kuşkusuz o varsayımlar da tartışmaya açık.
Eğer Kürt meselesi, mevcut durumda nasıl konumlanıyor, neye evrilecek sorusuna cevap aranacaksa, jeopolitikanın küresel siyasete yeniden dönüşünün muştulandığı, muştulanmaktan da öte bir vakaa olduğu durumda, Kürt meselesinin bugüne kadar jeopolitik dönüşümlerden nasıl etkilendiğini akılda tutmak gerekiyor. Daha önce de birçok kez altını çizdiğim gibi 1. Dünya Savaşı’ndan sonrası ve özellikle soğuk savaş dönemi, Kürt meselesinin bir iç güvenlik sorunu olarak görülmesinde, soğuk savaş sonrası dönemde ise bir demokrasi sorunu olarak tanımlanmasında, konumlanmasında etkili oldu. Dolayısıyla Kürt meselesinin 21. Yüzyılda nasıl konumlanacağını anlamak için, hali hazırdaki küresel durum neye işaret ediyor ona bakmak gerekiyor. Bu çerçeveden bakıldığında jeopolitik anını ‘belirsizlik hali’ olarak tanımlayanlar çoğunlukta. Zira henüz ABD ve Çin’in başını çektiği iki kutuplu düzen mi dünyaya şekil verecek, yoksa çok kutuplu bir düzen mi dünyaya şekil verecek, belli değil. Neye evrileceğini henüz kestirmek mümkün görünmüyor. Ama halihazırdaki durumun, ‘kutupsuz bir düzensizlik’ hali olarak tanımlanmasının doğru olacağını düşünüyorum. Neden mi? Çünkü stratejik işbirlikleri işlemiyor. Kürdistan’a yönelik ittifak yapılarında bile ilişkiler perakende işbirlikleri üzerinden yürüyor. Örneğin, Türkiye NATO üyesi ama Amerika İran”la daha iyi çalışabiliyor ki, bu konuya ilerleyen bölümlerde geleceğim.
En başında şunu söylemek gerekiyor galiba. Bugün herhangi bir küresel aktörün, dünyanın herhangi bir bölgesinde mutlak hegemonik güç olduğunu iddia edebilecek bir durumda değiliz. Bu, Kürt meselesinin şekillenmesi açısından, neye evrileceği ya da halihazırda nasıl tanımlanacağı açısından önemli ve akılda tutulması gereken bir tespittir diye düşünüyorum. Hiçbir hegemonik güç mutlak bir kontrol gücüne sahip değil ya da dünyanın herhangi bir bölgesinde mutlak hegemonik bir güç durumunda değil. Dolayısıyla halihazırda savaş da barış da çok taraflı ve kutupsuz bir düzensizlik içinde şekilleniyor. Bir örnek vermek gerekirse, 1945 ile 2008 arasındaki savaşlar ortalama iki dış aktörün dahliyle çıkıyormuş. Ama istatistikler 2008’den sonra çıkan savaşların en az altı dış aktörün dahliyle çıktığını gösteriyor. Bu çok taraflı ve kutupsuz düzensizlik içinde savaşlar ve barışlar şekilleniyor derken, bu istatistiki verinin de durumu ne kadar desteklediğini not etmekte fayda var.
Şimdi bu arkaplan üzerinden ortaya çıkan iki durum, daha doğrusu iki dinamik var. Birincisi orta ölçekli devletler gücünü arttırdı. Mutlak hegemonik bir gücün olmadığı durumda sadece bölge ölçeğinde gücünü arttırmakla kalmadı, aynı zamanda küresel anlamda operasyonel olma becerisine de kavuştu. Bu arada bunları sadece Ortadoğu için söylemiyorum. Bugün Brezilya’nın ya da Güney Afrika’nın durumu da küresel ölçekte operasyonel güç olma becerisine kavuşması da akılda tutulması gereken veriler. İkincisi ve daha çarpıcı olanıysa devlet dışı aktörlerin etkisinin artması. Kızılhaç verilerine göre son beş yılda silahlı devlet dışı aktörlerin sayısı 450’ye ulaştı. Yine bir hatırlatma yapmakta fayda var. Bugün Birleşmiş Milletler’e kayıtlı 200 civarında devlet var, onun iki katından fazla devlet dışı silahlı örgüt var demek oluyor. Ve bu silahlı devlet dışı örgütlerin yönettiği en az 200 milyonluk bir nüfustan bahsediyoruz, ki bu nüfus ağırlıklı olarak Ortadoğu ve Afrika’da bulunuyor. Bu devlet dışı aktörlerin dünya siyasetinde artan etkisine bağlı olarak, ne Amerika’nın ne de Çin’in, fakat devlet dışı aktörlerin domine ettiği bir jeopolitik düzenin olacağını iddia edenler bile var.
Şimdi bu tablonun Ortadoğu’ya yansıması ne? Biraz ona bakalım.
Her şeyden önce bu yeni dönemde Ortadoğu’nun küresel aktörler arası rekabetin merkezi olduğunu iddia etmek zor. Evet, Gazze savaşı oluyor, dünyanın ilgisi Ortadoğu’da. Ancak, bu yeni jeopolitik belirsizlik ya da kutupsuz düzensizlik içindeki dünyada, Ortadoğu, ABD, Çin, Rusya gibi küresel aktörlerin arasındaki mücadelenin merkezi kesinlikle değil bana göre. Peki neresi? Asya ve Baltık ülkeleri ya da Doğu Avrupa. Bu çerçevede, ABD’nin Ortadoğu’da caydırıcı askeri bir güç olmak yerine, Çin ve Rusya’yı dengeleyici diplomatik bir güç olma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Hatırlatmak isterim ki, Rusya 2015’te Suriye’ye Amerika’ya rağmen girmedi; en iyimser tahlille, Amerika’nın göz yumması ya da tolare etmesiyle girdi. Yani Amerika bir mukavemet göstermedi. Bu durum, örneğin, Baltıklar’da tam tersi bir seyir izliyor. Baltıklar’a baktığımızda Amerika Rusya ile karşı karşıya, hatta son kararlara bakılırsa Rusya’nın içine müdahaleye vardıracak ölçüde bir sert karşılaşma halindeyken, Ortadoğu’da yapmaya çalıştığı şeyin en fazla ‘göz hizasında’ bir rekabet dengesi kurma niyeti olduğu kanaatindeyim. Bu durumda da küresel aktörler arasında Ortadoğu’da bir doğrudan çatışma ihtimali, açıkçası bugünün koşullarda düşük olduğu görülüyor. Bu haliyle rekabet, enerji ve ekonomi koridorları üzerinden şekilleniyor. Hatta Ortadoğu’da bugün küresel aktörler arasında çatışmadan daha çok bir çok konuda mutabakat olduğu bile söylenebilir, ki Kürt meselesi bağlamında bu mutabakatın önemi şu:küresel aktörler Ortadoğu’da statükonun korunması konusunda mutabık. Çin’in ya da bu küresel aktörlerden herhangi birinin Ortadoğu’yu domine edeceğini varsaysak dahi, böyle bir durumda bile bu aktörlerden herhangi birinin statükonun değişmesi yönünde bir niyet taşımadığı, bilakis statükonun korunması konusunda aralarında bir mutabakat olduğu, hatta çatışma ihtimalinin düşük olmasının da bu mutabakattan kaynaklandığı tartışılabilir.
Buna bağlı olarak ikinci ortaya çıkan şey ise, sözünü ettiğimiz küresel ölçekte hegemonik bir gücün yokluğuna bağlı olarak, gücünü arttıran bölgesel aktörlerin, başarısız ve kırılgan devletler üzerinden bu güçlerini konsolide etmesi ve daha da arttırmasıdır. Bundan somut olarak neyi kastediyorum? Örneğin bugün Irak ya da Suriye iki başarısız devlet- kimilerine göre Irak halihazırda kırılgan devlet kategorisinde sayılıyor. Ama her iki durumda da geröek şu ki, Suudi Arabistan, İran ya da bir ölçüde Türkiye’nin yokluğunda bu iki devletin ayakta kalması aslında mümkün değil. Hiç kuşkusuz burada paradoksal olan bir şey var. Çünkü bu ülkelerin dahli aynı zamanda Suriye ve Irak’ta istikrarsızlığın da kaynağı. Ama bunu daha geniş bir çerçeveden okumaya çalıştığımızda, sanıyorum şunu söyleyebilecek durumundayız: şiddetin çevrelenmesi ve kontrol edilebilir bir istikrarsızlığın sağlanabilmesi için bu bölgesel güçlerin kırılgan ya da başarısız devletlerin yönetimine dahline ‘ehveni şer’ gözüyle bakılıyor. Fakat bu kırılgan ya da başarısız devletlerin bölgesel aktörler tarafından sürdürülebilir bir istikrarsızlık halinde ayakta tutulmaya çalışmasının bölgesel güçler arasında yarattığı ciddi bir rekabet söz konusu. Ortadoğu yeniden şekillenirken, askeri ve ekonomik yönden yeniden inşa edilirken, bu rekabetin izlerini ortaya çıkan yeni ticaret ve enerji yolları üzerinden takip edebiliyoruz. Bu bağlamda eğer ülkeler bazında tabloyu netleştirmek gerekirse: Ortadoğu’da bugün yeni güvenlik mimarisi Körfez -İsrail ekseninde şekilleniyor. Geldiğim bir önceki toplantıda söylemiştim, bu yeni şekillenen güvenlik mimarisinin İran’a karşı mı kurulacağı, yoksa İran’ı çeperinde mi tutacağı belli değil. Türkiye’nin ise çoktan bu denklemin dışına itildiğini daha önce iddia etmiştim ki, bu konuyu belki sonra sorularla açmak mümkün olur. Şimdilik, Erdoğan’ın en son gerçekleştirdiği Irak ziyaretinin bu iddiamın önemli göstergelerinden biri olduğunu ekleyebilirim çok güçlü.
Peki Türkiye’nin konumu nasıl tarif edilebilir? Bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin konumu, bana göre, Karadeniz üzerinden yeniden şekilleniyor. Ortadoğu’daki yeni oluşum Türkiye’yi hem enerji koridorları hem güvenlik mimarisi açısından dışarda bırakıyor. Bunu biraz açmak icap ederse, örneğin, Kürdistan petrolü yeni enerji koridorlarında iki temel hat üzerinden dünya piyasalarına akacak gibi görünüyor: biri Çin -İran-Rusya işbirliği çerçevesinde Kerkük-Banyas üzerinden Akdeniz’e ulaştırılması; ikinci hat ise Hindistan-Körfez-Ürdün-İsrail üzerinden Akdeniz’e ulaştırılması. Bu her iki durumda da Türkiye denklemde yok. Türkiye tam da bu dışarıda kalmışlık haline mukavamet etmek üzere, kuzeyinde Orta Koridor, güneyinde ise bu Kalkınma Yolu Projesi ile pozisyon almaya çalışıyor. Fakat Kalkınma Yolu Projesi’nin, örneğin, ne kadar zor olduğunu gördük. Erdoğan’ın Irak ziyareti sırasında yapılan o kadar tantanaya, “20 milyar dolarlık bir projeyle Körfez’i Avrupa’ya bağlayacak Kalkınma Yolu Projesini başlatıyoruz” iddalarına rağmen, geçen yıl kapatılan Kerkük-Ceyhan hattını dahi yeniden işler hale getirmeyi başamadılar. Üzerinden bir yıl geçti. Kalkınma Yolu gibi 200 km’lik bir yolu açma iddiasındaki iki ülke, Türkiye ve Irak, 1970’ler den beri çalışan ve geçen yıl kapatılan Kerkük- Ceyhan’ı bile açamadılar, muhtemelen açılamayacak da. Nedenini şöyle izah etmeye çalışayım: en başta söylemeye çalıştığım gibi, Türkiye NATO müttefiki olabilir ama bu yeni kutupsuz düzensizlik halinde, örneğin Ortadoğu’da Amerika’nın İran’la daha iyi çalıştığını görüyoruz. Bunun en son örneği ise İsrail ve İran’ın karşı karşıya geldikleri noktada yaşadık. Amerika’nın İsrail’e bile sözünü geçiremediği durumda, arka kapı diplomasisi üzerinden İran ile ne kadar sonuç alıcı bir işbirliği geliştirdiğini gördük. Geldiğimiz aşamada, Irak ve Suriye sahasında başat aktörün İran olduğu gerçeğine bağlı olarak ve İsrail- Gazze savaşının önemini de göz önünde bulundurarak, fazla iddialı olacağını kabul ederek ve risk de alarak, en azından Amerikan seçimlerine kadar Kerkük- Ceyhan boru hattının açılmasının, Kürdistan’da ertelenen seçimlerin yapılmasının, Türkiye’nin “yazın büyük operasyon yapacağız, Bağdat ile operasyon yapacağız” diyerek ilan ettiği planlarını hayata geçirilmesinin oldukça düşük bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi bunları kısa kısa başlıklar halinde paylaşıyorum, sonra sorular çerçevesinde açabiliriz.
Peki, hal böyleyken Kürt meselesinde neredeyiz? Biraz önce söylediğim gibi, statükonun korunması adına egemen devletlerin merkezileşme/otoriterleşme yoluyla tahkim edildiği, buna karşın yönetilemeyen alanların çoğalmasının önüne geçilemediği ve devlet dışı aktörlerin etkisinin dünya ölçeğinde ve özellikle de Ortadoğu’da spesifik olarak arttığı günümüzde Kürt meselesinde neredeyiz? Kürtler, bugün yaklaşık 300 bin silahlı ve savaş tecrübesine sahip askeri bir güç olarak, hiç kuşkusuz, Ortadoğu’da göz ardı edilebilecek bir aktör değil. Hemen bir not düşmek isterim. Bugün Irak dediğimiz devletin kara gücü 120 bin civarında, ki çoğu Haşdi Şabi gibi başı bozuk, emir komuta zincirinde çalışmayan bir düzende. Suriye kara gücünün 100-120 bin olduğu söyleniyor ama tahminler bu resmi rakamları doğrulamıyor. Senelerdir, Türkiye’nin 1 milyon gibi bir askeri güç kapasitesi ile NATO’nun ikinci büyük kara gücü olduğu söylenir. Takip edenleriniz vardır, Türkiye’nin kara gücü en son 450-480 bin civarında ki İran’ınki da ona yakın bir rakam. Bu rakamlar üzerinden konuşmak doğrusu beni rahatsız ediyor. Fakat örneğin 2024 yılında dünyada 10 savaş ihtimali var. Bu 10 savaşın 6’sı Ortadoğu’da. Dolayısıyla bu çirkin ve kaba rakamları istesek de istemesek de göz önünde bulundurmak zorundayız diye düşünüyorum.
Kürt meselesi bağlamında, ikinci faktör ise evet Kürtlerin böyle bir askeri gücü var, ama askeri olarak kazanılanlar siyaseten korunamadı ve siyasi meşruiyet alanları daraldı. Bu çerçevede, Kürtlerin yeniden şekillenen Ortadoğu’da konumlarını, çıkarlarını, tehditleri ve ittifaklarını yeniden gözden geçirmeleri elzem görünüyor.
Geçen sene DİTAM’ın toplantısında “artık Kürt-Türk ittifakı değil Kürt Arap ittifakı zamanı” demiştim. En azından son birkaç ayda yaşanan gelişmelerin beni haklı çıkardığı kanaatindeyim. Kürtler özellikle 90’lardan sonra temelde bir küresel aktörün -ki büyük ölçüde bu Amerika olageldi- desteği üzerinden Ortadoğu’da konumlanmaya çalıştı. Bugün çizmeye çalıştığım dünya ve Ortadoğu tablosunda, Kürtler için desteği aranacak temel aktörün küresel değil bölgesel aktörler olması gereği bana göre açık. Ancak, Kürt siyaseti bunu yaparken bugüne kadar olduğu gibi herhangi bir devleti önceleyerek değil, birbiriyle rekabet ve paylaşım mücadelesi içine giren aktörler arasında bir denge gözeterek ittifaklar geliştirmek mecburiyetinde görünüyor.
Son cümleyi ekonomi ve enerji koridorları üzerinden söylemek gerekirse, bu ittifakların nasıl şekillenebileceğine dair sanırım şunu söyleyebilecek durumundayız: Basra’yı zaten Çin kapatmış vaziyette. Yani Basra’nın petrolü tam kapasite Çin’e çalışıyor neredeyse. Bütün hikâye senelerdir tam kapasite çalıştırılamayan Kerkük, daha doğrusu tartışmalı alan. Çünkü bugün Irak’ın gaz ve petrol rezervlerinin 80% i tartışmalı alanda. Bu tartışmalı alan ki Kerkük’ü de içine alıyor, Şengal’i de içine alıyor. Türkiye’nin gözü bu tartışmalı alanın petrolünde, doğal gazında. Zira Türkiye’nin - her ne kadar bir enerji merkezi olduğunu iddia etse de- bir transit ülke olma niteliği bile biraz önce anlatmaya çalıştığım gibi büyük ölçüde risk altında. Tartışmalı alandaki bu 80% rezerv ki dünyada en kaliteli ve en ucuza mal edilebilen petrol ve gaz olması yönüyle ayrıca önemli, Türkiye’nin transit ülke konumunu korumasının garantisi. Bu sonuçta piyasaya girecek, dünya piyasasına ulaşacak, ama nerden ulaşacak? Ya dediğim gibi Rusya’nın askeri üs bulundurduğu Lazikiye garantisine dayanarak Çin ve İran’ın işbirliğiyle Banyas’tan Akdeniz’e akacak, ki bu zaten eski hat. Bu arada söylemeden geçmeyelim, Türkiye’de basın Sudani’nin Erdoğan’la Kalkınma Yolu Projesi çerçevesinde gelişen ilişkileri köpürterek yazıyor, ama ondan altı ay önce de Sudani Şam’daydı ve Şam’da da Kerkük- Banyas boru hattının canlandırılması üzerine konuşuyordu. Ya da biraz önce söylediğim gibi, tartışmalı alandaki petrol ve gaz Kerkük-Ürdün üzerinden, Hindistan- S. Arabistan- İsrail hattına bağlanıp Hayfa’dan Akdeniz’e ulaşacak.
Türkiye hala tartışmalı alanın petrolünden ya da Kürdistan petrolünden ekmek yiyebilir mi? Olabilir. İhtimaller tümüyle ortadan kalktı denilemez henüz. Benim altını çizmeye çalıştığım, Türkiye’nin bugüne kadar avantajlı olduğu konumunu yitirdiği ve artık Ortadoğu’da esen rüzgârın başka yelkenleri şişirdiği ve Kürtlerin de buna uygun pozisyon almasının gerekliliğinin kendisini dayattığı yönündedir.
Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
(*) Doç. Dr. Arzu Yılmaz’ın Deng Dergisi’nin 01 Haziran 2024 tarihinde Diyarbakır’da düzenlediği “Kürd Meselesi Nasıl Bir Gelecek Konferansı”nda yaptığı konuşma.
Deng Dergisi, sayı: 133
- Ne ile cebelleştiğini bilmek!
- Zaloğlu Rustem Kürddür Ama Kürdler Zaloğlu Rustem Değiller
- Antirasyonel Ve Antimodern Bir İdeoloji Olarak İslam
- Kürdistan'da Milliyetçilik: Tarihsel ve Sosyopolitik Bir İnceleme
- Kürt Meselesinde Neredeyiz? *
- Kürdlerin Geleceği Konusunda Birkaç Söz
- Yeni Ortadoğu ve Kürdistan*
- 31 Mart Seçim Sonuçları Kürt Meselesi Bakımından Ne İfade Ediyor?*
- Nasrallah’ın ölümü
- ULUSLARARASI KAMU HUKUKU BAKIŞ AÇISI İLE TRÜKİYE–IRAK-GÜVENLİK PORTOKULU VE KÜRTLER