11.10.2023 12:24:01
6. Şeyh Abdurahim’in öldürüldüğü nasıl belli oldu?
Bir önceki yazıyı, Savurlu Ali Bey ve Seyithanoğlu Selahaddin’in hikayesiyle sonlandırmıştım. Cemil Seyda’nın da Mîrqulya köyünün yaklaşık 2-3 km yukarısında ağır olarak yaralandığı için arkadaşlarının onayıyla o mevkide guruptan ayrıldığını ve dere kenarında saklandığını söylemiştim. Cemil Seyda yaralı olarak Perîşan köyüne yakın bir yerde, su göletinin yanı başındaki yeşillikler ve çalılıklar arasında saklanmıştı.
Mîrqulya köyünden Şeyh Salih’in anlatımına göre; “Cemil Seyda, yaralı olarak o mevkide hayvanları otlatmaya gelen köy çobanıyla ilişki kurar, kendisine yardım etmesi için ikna eder, ondan yiyecek ve aynı zamanda yarasının iyileşmesine yarayacak bazı yerel ilaçlar getirmesini ister. Çoban da bunu kabul eder ve üç gün boyunca ona hem yiyecek hem de ilaç mahiyetinde istediği bir kısım maddeleri getirir. Üç gün sonra bazı köylüler bunun farkına varır ve gidip şikâyet ediyorlar; diyorlar ki çoban göle yakın bir yerdeki yaralı mahkûma yemek götürüyor. Bu şikâyet üzerine, üç gün sonra yine asker bölgeye operasyon için geldi. Cemil bulunduğu mevkide askerlerin geldiğini görünce, yaralı bir şekilde artık kafasında nasıl bir savunma şekli düşündüyse bulunduğu yerden çıkıp kuru buğday tarlası içerisine girerek çeperden yaklaşık eli metre içerde yere yatarak kendini korumak istiyordu. Bunu gören askeri komutan hiç tereddüt etmeden askerin buğday tarlasını ateşe vermesini emretti. Buğday tarlasını ateşe vermeye giden asker atından inip buğday tarlasını ateşe vereceği an, yaklaşık 50 metre ileride buğday içerisinde saklanmış olan Cemil ayağa kalkıp askeri bulunduğu noktada vurdu, hızlı bir şekilde koşarak silahı ile atını alıp çatışma ortamından uzaklaşmak için dörtnalla sürüp kuzeye doğru kaçtı. Etrafta mevzilenen askerler, sağdan soldan yağmur gibi kurşun yağdırmalarına rağmen yara almadan askerin mevzilendiği yerden çıkıp yukarı doğru uzaklaşıp gitti. Ancak 3-4 km ilerde yolun iki tarafındaki tepecikler üstünde iki makineli tüfekle mevzilenen diğer bir gurup askerden haberi yoktu. Cemil, pusu kuran makineli tüfeklerle donanmış askerlerin mevziisine girer girmez her iki taraftan da açılan ateş arasında kaldı ve o da orada öldürüldü. Oradan cenazesini Mîrqulya köyüne getirdiler ve onun da kafasını kesip alıp götürdüler.[1] Eskiden söylenegeldiği gibi, ağacın kurdu ağaçtan olmazsa ağaç çürümez. Özcesi o zamanki Cumhuriyet devletinin Kürd hareketine karşı izlediği yöntem; Kürdlerin içerisinde baş olabilecek her baş kesilmelidir şeklinde özetlenebilir.
Bu dizi yazının önceki bölümlerinde belirtiğim gibi, çatışmanın ilk gününde ve ilk anlarında Şeyh Abdurrahim öldürülmüştü ancak ne askeri ve sivil yetkililer ne de yöredeki köy halkı Şeyh Abdurrahim’in öldürüldüğünden haberi yoktu. Olay üzerinde yaklaşık bir hafta geçtikten sonra, köylüler Şeyh Abdurrahim’in cesediyle karşılaşıyorlar. Mîrqulya köyünden Şeyh Mehmedcan’ın oğlu Salih ki kendisi bizzat askerlerle beraber cesedin üzerine gitmiş, kimlik tespiti ve gerekli işlemler yapıldığı zaman, birkaç köylüyle birlikte o da olay yerinde hazır bulunmuş. Şeyh Salih’in anlatımına göre: “Şeyh Abdurrahim’in cenazesini ilk görenler, Mîrqulya köyünden Eloyê Xemê ve Silêmanê Cewerê’dir. Silêmanê Cewerê, Eloyê Xemê’nin rençberi idi. Hadisenin üzerinden yaklaşık bir hafta geçtikten sonra, bütün asker bölgeyi terk etmişti ve yöre köylüleri de ekin biçme ayı olması itibariyle artık kendi rutin işlerine dönmüştü. Eloyê Xemê de ekinlerini toplamak üzere tarlaya çalışmaya gitmiş, öğle vakti rençberi Sılêman ona yemek götürürken yoldan yaklaşık 250 metre uzakta yerde yatan bir insan cüssesi gözüne çarpar. O da gelip durumu ağasına anlatır ve ikisi birlikte gidip bakarlar ki evet tanımadıkları bir insan cesedi. Elo, zaman geçirmeden hızlı bir şekilde köyün ileri gelenlerinden olan Şeyh Mehmedcan’ın yanına gider ve durumu ona anlatır. Mehmedcan dönüp oğlu Salih’e diyor; beraber gidin karakola haber verin ki yarın bize bir bahane aramasınlar ve köyümüze de bir zarar gelmesin.
Bir gurup köylü birlikte Salat karakoluna durumu bildirmeye gidiyorlar, bunların içerisinde Türkçe bilen tek kişi Şeyh Mehmedcan'ın oğlu Salih’tir. Salih köylülerle birlikte durumu karakola anlatır, onbaşı rütbesinde olan karakol komutanı da durumu telefonla Bismil ilçe karakoluna iletir. Bismil’deki askeri komutan onbaşıya diyor: Köylüleri de yanına al ve beraber gidin bakın, üzerinde ne varsa tespit edip yazın ve bize getirin. Salat karakolu onbaşısı yanına iki asker ve gelen köylüleri alarak beraber Mîrqulya köyüne ve oradan da cesedin bulunduğu yere gidiyorlar. Onlar yola çıkarken Şeyh Mehmedcan dönüp oğlu Salih’e diyor: Oğlum üstünde bir cüzdan falan çıkarsa dikkatlice bak, belki adını öğrenirsin.
Şeyh Salih’in anlatımında diyor: Askerlerle birlikte cesedin bulunduğu yere gittik, dikkatlice bakıyordum; sakalı yaklaşık iki parmak uzamış bir erkek cesedi, üzerinde ağır gabardin kumaştan bir şalvar, ayağında sarı bir potin ayakkabı, yanı başında içinde birkaç lokma ekmeğin olduğu bir çanta vardı, vücutta yalnızca elinde ve birde boynunun ön tarafından girip ensesinde çıkan bir kurşun yarası vardı. Temmuz ayı sıcaklığı nedeniyle yaraları biraz kurtlanmıştı. Askerler üzerindeki elbiseleri birer birer çıkartarak kayda geçiriyordu; üstündeki gömleği çıkarttığında altta bir yelek vardı ve yelek Erzurum işlemesine benziyordu, kırk döğmesi vardı ve üstünde de işlenmiş sarı çizgiler vardı. Parmağında ise altından kıymetli bir yüzük vardı, jandarma epeyce uğraşmasına rağmen bir türlü çıkaramadı ve sonra parmağını kesmek isterken yüzük kendiliğinden çıktı. Üstünde herhangi bir cüzdan çıkmadı fakat gümüşten yapılmış döner üç yüzeyli bir mühür çıktı ve mührün üzerinde “Palewî Şeyh Abdurrahim” yazısı vardı. Üstünde çıkan bütün eşyalar bir torbaya kondu ve alıp askerle beraber geri döndük. Babama dedim; üstünde herhangi bir nüfus cüzdanı çıkmadı fakat bir mühür çıktı ve üzerinde “Palewî Şeyh Abdurrahim” yazıyordu. Bunu söylediğimde babam birden ağlamaya başladı, onunla birlikte oturan cemaat üyeleri de üzüldü ve hayretteler içinde babama bakıyordular. Babam içlenip biraz rahat nefes aldıktan sonra, cemaatte oturanlar merakla dönüp ona sordular: Şeyhim hayrola, o adam kimdir, onu tanıyor musun? Babam cevaben dönüp o an cemaatte bulunanlara dedi: Siz onun kim olduğunu biliyor musunuz, O, Şeyh Said Efendi’nin kardeşi Şeyh Abdurrahim’dir. Şeyh Abdurrahim’in kimliği tespit olduktan sonra, askerler tekrar geri gelip kafasını kestiler ve bir torbaya koyup götürdüler.[2] Uğur Mumcu’nun yazdığına göre, “Şeyh Abdurrahim’in üzerinde Dersim’le ilgili belgeler de bulunmuştur.”[3] Askerler köyü terk etikten sonra, Şeyh Mehmedcan köylüleri toplayıp cesedin bulunduğu yere gidiyorlar ve dini vecibelere uygu bir cenaze töreni yaparak onu bugünkü Bismil-Batman yoluna yakın bir yerde mezara gömüyorlar.
Rudaw
MAKALELER