1.10.2023 14:30:07
Mîrqulya (Çeltikli) köyünden ve olayın tanığı olan Şeyh Salih’in anlatımına göre, Wusifê Rehîma ve Emerê Koperî aşağı Salat köyüne döndüklerinde, Şeyh Abdurrahim’in arkadaşlarından Yüzbaşı Ziya olarak bilinen şahsın üniformasıyla onlardan önce köye geldiği, kendisini Bismil jandarma komutanı olarak tanıttığı, askerlerinin de nehrin önünde konakladığını ve erzaklarının tükendiğini söyleyerek köylülerden yiyecek bir şeyler istediğini öğreniyorlar. Onlar da köylülerle beraber gelen adamın yanına gidiyorlar. Emerê Koperî devlete yakın bir adam idi ve sürekli ilçeye gidip geldiği için, Bismil jandarma komutanını da tanıyordu.
Bu şahsın üzerinde yüzbaşı üniforması olduğu bir gerçek ancak Bismil jandarma yüzbaşısı olmadığını söylem ve davranışlarından farkediyor. Dönüp kendisine diyor ki; ben Bismil jandarma yüzbaşısını tanıyorum, sen o yüzbaşı değilsin deyip üstüne doğru yürüyor. Bunun üzerine Yüzbaşı Ziya, gerçek kimliğini açıklıyor ve hikâyeyi de orada kısaca onlara anlatıyor.
Bu gurubun başında Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in olduğunu, diğerlerin de onun arkadaşları olup seçkin insanlardan oluştuğunu söyleyerek, hepsinin adlarını da açıklar. Devamında da diyor; ben de senin gibi zeki ve becerikli birini arıyorum ki en yakın jandarma karakoluna haber verebilsin. Böylece Ziya ile birlikte yakındaki jandarma karakoluna giderek durumu oradaki yetkili askere bildiriliyor, karakol komutanı da durumu önce Bismil’e ve ondan sonra da Diyarbakır merkeze bildiriyor.[1]
Şeyh Abdurrahim ve arkadaşlarının deşifre olması ve öldürülmesine dair yerel anlatımlar ve dönemin gazetelerinin yazdıkları birbirinden farklıdır. Gazetelerin yazdığın göre; Şeyh Abdurrahim ve arkadaşları ilk önce Nasuh adında bölgede ikamet eden bir Romanya göçmeni tarafından görülmüşler. Balıkkesirli Ziya, bu köylü vasıtasıyla elyazması bir pusula ile çetenin kimlerden oluştuğunu nahiye müdürü Hakkı Bey’e bildirmiş.[2]
Karlıovalı (Kanîreşê) dengbêj Sıdık hadiseye dair söylediği kılamda; Wusifê Rehîma, Emerê Koperî ve Silêmanê Evdilqadir’i onları ihbar eden şahıslar olarak belirtir. Burada adı geçen şahıslardan Wusifê Rehîma aşağı Salat köyünün muhtarıydı, Emerê Koperi de Yukarı Salat köyünden olup yörede devletin adamı olarak bilinir. Silêmanê Evdilqadir da Sinan köyünden olup devletle ilişkisi iyi olan biri olarak tanınır. Yusuf Bozarslan’ın anlatımına göre, Emerê Koperi, ta 1925 Kürd milli hareketinden beri devletle birlikte çalışıyormuş.[3]
Yukarda belirtiğimiz gibi, hadise Bismil ve Diyarbakır vilayet yetkililerine intikal ettikten sonra, merkezden bölgeye çok sayıda asker gönderilmiş ve aynı zamanda Mardin ve Batman jandarma birliklerden de takviye olarak asker istenmiş. Olay yerine intikal eden askerler, yakın köylerde bulunan milisleri de yanlarına alarak bölgeyi çevreliyorlar.
Olay, Aşağı Salat köyüne yakın bir yerde ve Mirqulya köyünün Çolê Çetelê, Çemê Dırıkê û Kendalê Hesosıjo denilen mevkilerde sıcak çatışmaya dönüşür. Mîrqulya köyünün yakınlarında çatışma şiddetlenir ve bu şiddetli çatışma esnasında İlk olarak Şeyh Abdurrahim öldürülür.
Olaya o zamanlar taze bir genç olarak tanıklık etmiş olan Mîrqulya köyünden Şeyh Salih, çatışmanın başlaması ve Şeyh Abdurrahim’in öldürülmesini şöyle anlatıyor: “İlk çatışma Mîrqulya köyü arazisinde başladı ve orada ilk olarak Şeyh Abdurrahim şehit döştü ancak başta ne devlet ve ne de köylüler öldürülenin Şeyh Abdurrahim olduğunu bilinmiyordu. Onun düştüğü yerde arkadaşlarının açtığı ateş sonucu, Aşağı Salat köyü muhtarı Wusifê Rehîma da süvarisi olduğu atıyla birlikte öldürüldü.
Şeyh Abdurrahim’in şehit olmasından sonra, arkadaşları mecburen onu orada bırakıp çatışma ortamını yararak çemberi aşıp yoluna devam etmek istiyordular. Yukarı doğru yaklaşık iki kilometre ilerledikten sonra pirinç sulamak üzere açılan su arığına yetişirler, orada Serreş[4] isimli arkadaşları guruptan ayrılır ve su yolunu izleyerek pirinç tarlasına ulaşıp orada saklanır. Ondan sonrası Serreş’in hikayesi başlıbaşına bir trajedi, onu ayrı bir yazıda anlatmaya çalışacağım. Gurubun geri kalan üyeleri sıcak çatışmadan kaçınarak yaklaşık iki kilometre daha ilerleyerek su göletine ulaşırlar.
Askerler her taraftan ağır silahlarla onlara ateş açtığı halde, onlar kendini koruma derecesinde karşılık veriyordu. Gelinen yerde Cemilê Seyda da ağır bir şekilde yaralanıyor ve dönüp arkadaşlarına diyor ki: Benim yaram çok ağır, beni bırakın, beklemeyin ve yolunuza devam edin. Diğerleri ilerlemeye devam ederken Cemil orada buğday tarlasında saklanır. Arkadaşları yaklaşık üç kilometre daha ilerleyerek Dırık (Dikenli) köyünün yakınlarına yetişiyorlar.
Orada her taraftan bölgeye intikal eden askerler etraflarını sardığı için ilerleyemiyorlar ve yanıbaşlarında bulunan buğday tarlasına dalarak buğday içerisinde saklanmak ve korunmak istiyorlar. Alay komutanının emriyle kocaman buğday tarlası ateşe verildi. Ateş tutuştuğu andan itibaren, kuru buğday tarlası barut fıçısı gibi parlayarak çok kısa bir sürede her taraf ateş alevine dönüştü, bir tarafta tarlada saklanmış olanların elbiseleri tutuşurken diğer taraftan da askerler onları makinalı tüfeklerle tarıyordu. Olay yerinde ne kadar asker varsa silahını tarlaya çevirip onlara yağmur gibi kurşun yağdırıyordu. Orada 7-8 kişi tarla içerisinde yanarak öldürüldü. Guruptan kurtulan üç kişi Zengilo köyüne doğru ilerlerken, Elodîno ve Zengilo arasındaki tepede pusu kuran bir başçavuş ve askerleriyle karşılaşırlar, burada devam eden çatışmada Hürram adındaki başçavuş öldürüldü.”[5]
Yoğun çatışmaların yaşandığı birinci gün bu şekilde geçer. Kürd savaşçılarından Şeyh Misbah, Selahhaddin, Savurlu Ali Bey nehrin önündeki çalılıklar içerisinde saklandıkları için çatışmada sağ kurtulmuştular. Sağ kalan üç arkadaş çatışma bölgesinden uzaklaşabilmek için, gece karanlık basınca Elodîno nehir yatağını izleyerek yukarı doğru hareket ederler ve Zengilo köyünün yakınlarına ulaşırlar. Orada dere yatağındaki çalılıklar içerisinde gizlenip dinlenerek gece karanlığının çökmesini bekliyorlar. Üç arkadaş bu hengâme içerisinde aynı zamanda ne yapabileceklerini de tartışıyorlar. “Şeyh Misbah arkadaşlarına diyor; buraları artık bizim mıntıkamıza giriyor, bizim köylerdir ve birçoğunu da tanıyorum, gidip onları göreyim ve bir yoluna bakalım belki buradan kurtulabiliriz.
Şeyh Misbah bu amaçla yola çıkıyor ve gece karanlığında Heşter köyüne kadar gidiyor. Orada akrabası ve tanıdığı olan Abdulsamet isminde bir köylünün evine gidiyor, durumu olduğu gibi onlara da anlatıyor. Ev sahibi ona yemek verdikten sonra dönüp diyorlar, amca sen çok yorgunsun, dinlenmek için uyu, biz de yarın sabah işe gideceğiz ve kimse içeri girmesin diye kapıyı da üstüne kilitleyeceğiz, akşam döndüğümüzde ihtiyaçlarını temin ederiz ve sen de gece karanlık basınca istediğin yere gidersin.
Ev sahibi sabah evden çıktığı gibi direk Silvan jandarma karakoluna gider, Şeyh Misbah’ın hikayesini baştan sona kadar onlara anlatır. Jandarma komutanı yanına aldığı dört beş askerle doğrudan köye giderek evin etrafını sararlar. Ev sahibi Abdulsamet Şeyh Misbah’a seslenerek diyor: Misbah, sen kendi evini de bizim evimizi de yıktın, askerler çepeçevre köyün etrafını sarmış, eğer teslim olmazsan köyün tümünü yakacaklar. Misbah içerden seslenerek soruyor: Kaç asker vardır?
Ev sahibi diyor: Toz toprak kadar çok miktarda asker vardır. Şeyh Misbah düşünüp taşınıyor ve kendi kendine karar veriyor diyor, köyü yakacaklarına beni yakalasınlar. Teslim olduktan sonra çevresine bakıyor ki bir başçavuş ve dört beş jandarma vardır. Dönüp ev sahibi Abdulsamet’e diyor: Ulan Abdulsamet! Ben dört beş jandarmaya teslim edilecek adam mıyım ki sen böyle yaptın. Şeyh Misbah da böyle yakalanarak Ambar çayı yakınında bulunan karakola götürülürken yolda öldürülür ve kafası kesilir. Zaten o dönemde kimi öldürdülerse kafasını da kesiyordular, diyordular:Atatürk emir vermiş, demiş kimi öldürürseniz kafasını kesin getirin.”[6]
Şeyh Misbah’ın da öldürülmesinden sonra, mevzubahis guruptan hadisenin başından beri teslim olan ve arkadaşlarını ihbar eden Balıkkesirli Yüzbaşı Ziya (ki bu dizi yazının akışında onun gerçek kimliğinden bahsedeceğiz), Savurlu Ali Bey, Selahaddin, Cemil Seyda ve Serreş kalıyor. Sonradan yaralı olarak yakalanan Serreş’ten burada bahsetmeyeceğim, onun hikayesi ancak ayrı bir yazıyla anlatılabilir. Cemil Seyda’nın da yaralı olarak bırakıldığı yere tekrar döneceğim. Seyithan oğlu Selahaddin ve Savurlu Ali Bey’in hikayesi ise, bu olaylar zincirinin en hazin halkasıdır.
Yukarıda Şeyh Misbah’ın yakın köylerden yiyecek ve destek aramak üzere arkadaşları Selahaddin ve Ali Bey’den ayrıldığını söylemiştim. “O arkadaşlarından ayrıldıktan sonra, sözleştikleri gibi arkadaşları bir gün boyunca onu orada beklerler. Şeyh Misbah geri dönmeyince, Selahaddin ve Savurlu Ali Bey de tekrar hattın dibine geri dönme kararı alıyorlar. Gece karanlık olunca saklandıkları yerden çıkarak yola düşüyorlar ancak yol bilmedikleri için bir sağa bir sola sapıyorlar ve sabaha doğru güneş doğunca bir de bakıyorlar ki Diyarbakır’a yakın bir yere gelmişler.
Açlık ve yorgunluğun etkisiyle yakınlarında bulunan çobanın yanına gidiyorlar ve ondan yiyecek bir şeyler istiyorlar. Çoban onlara diyor, inanın ki bende yiyecek bir şey yoktur, nehrin hemen öte tarafında gördüğünüz köyün adı Qelecûk’dir, biriniz tüfekleri alsın ve diğerdi de gitsin köyden yiyecek bir şeyler getirsin. Bunun üzerine Selahaddin Savurlu Ali Bey’e diyor, sen tüfekleri al nehrin önündeki bu çalılıklarda bekle, ben de gideyim köyden yiyecek bir şeyler getireyim. Selahaddin köye girdiği gibi, ilk evin önüne yaklaşıyor ve bakıyor bir yaşlı adam evin duvarının gölgesinde oturmuş. Selam verdikten sonra yaşlı adama diyor: Amca bir arkadaşımla beraber yolcuyuz, yiyeceğimiz bitti, acıkmışız mümkünse biraz ekmek bize verin. Yaşlı amca aleykümselam deyip gözaltından Selahaddin’in üstü başına bakıyor, gömleğindeki tüfek kayışı ve fişeklik izi dikkatini çekiyor. Dönüp Selahaddin’e diyor; yolcu molculuktan bahsediyorsun fakat gömleğindeki fişeklik izi neyin nesidir, doğru söyle kimsin, necisin? Bu durumu hesaba katmayan Selahaddin zor durumda kalıyor, yaşlı amcaya hikâyeyi anlatıyor ve hattın öte tarafına geçebilmek için ondan yardım talebinde bulunuyor.
Selahaddin kapısına gittiği evin sahibinin adı Hüseyin idi, köyde ona Husênê Xelef diyordular. Husênê Xelef, Yukarı Salat köyünden Emerê Koperî’nin damadı idi ve tesadüfen o gün de Barava Tepa köyünün bekçisi de Qalecûk’a ziyarete gelmiş. Hüseyin gizlice bekçiye haber gönderiyor ve diyor aranan mahkûmlardan bir burada, gelip onu yakalayın. Bekçi gelip mavzeri Selahaddin’in karnına dayatıyor ve hep birlikte üstüne çullanarak onu yakalıyorlar. Daha öce Selahaddin’in arkadaşına dair verdiği bilgi üzerine, iki-üç kişiyi nehrin önünde beklemekte olan Savurlu Ali’nin yanına göndererek yalandan yemek hazırlandığını, yemekten sonra karanlık basınca onları istedikleri yere gönderileceklerini ve Selahaddin’in onu beklediğini söyleyerek Ali Bey’i de eve davet ediyorlar. Böylece Savurlu Ali’yi de eve getirip ikisini beraber yakalıyorlar, birbirine bağlayıp önce Barav’a ve oradan da Bismil’e doğru giderken yolda ikisini de öldürüp, başlarını keserek karakola götürüyorlar. Gelecek yazıda cemil Seyda’nın öldürülmesi ve şehit Şeyh Abdurrahim’in na’şının tespit edilmesi ve kaldırılmasından bahsedeceğim.
(Devam edecek)
[1] Mîrqulya köyünden Şeyh Salih, Video Kayıt, 19.07.2000
[2] Son Posta, 18 Temmuz 1937, s. 3
[3] Amed Tîgrîs & Bakî Kaymak, Katibê Şêx Seîdî Fehmîyê Bîlal, Weşanxaneyê Apec-Tryck, İst. 2019, r. 96, 97
[4] Serreş, Mardinli olup meşhur Kürd gazetecisi Dawud Baqustanî’nin babasıdır.
[5] Mîrqulya köyünden Şeyh Salih, Video Kayıt, 19.07.2000
[6] Mîrqulya köyünden Şeyh Salih, Video Kayıt, 19.07.2000
Rudaw