Türkçe | Kurdî    yazarlar
Dersim Soykırımının edebiyata yansıması

2025-07-31

Hasan Hayri Ateş

Edebiyatın, toplumsal olayların aktarılmasında her dönem çok önemli bir rolü olduğu, genel kabul gören bir olgu. Pek çok halkın tarihine bakıldığında, yaşanan zorlu süreçlerin, en etkili şekilde edebiyat yoluyla dile getirilerek aktarıldığını görmekteyiz. Halkların karşı karşıya kaldığı katliamlar, soykırımlar kadar kimliklerin şekillenmesi de edebiyata yansımış, önemli oranda edebiyatla var olmuş, edebiyat üzerinden gelecek kuşaklara aktarılmıştır.

Özellikle soykırım acısının taze olduğu, kurbanların henüz konuşamadığı koşullarda edebiyat ve sanata çok önemli bir rol düşer. Yaşananların nedenlerinin ve etkilerinin tüm boyutlarıyla irdelenemediği trajik süreçlerin her yönüyle açığa çıkması, yaşanan acılardan vicdani, insani ve estetik bir atmosfer oluşturularak aktarılması için roman ve sanatın diğer dalları devreye girer. Daha doğrusu normal şartlarda olması gereken budur.

Bu anlamda Ermeni soykırımını Antakya üzerinden, ancak bir bütün gelişmeleri de konu ederek işleyen Franz Werfel’in Musa Dağ’da 40 Gün romanı önemli bir örnektir.

Roman kurgusu önemli oranda mekan olarak Musa Dağ etrafında şekillense de, geniş bir tarihsel arka plan oluşturarak Ermenilerin yaşadıklarını çok yönlü irdeler.  En önemlisi de bir bütün insani drama, bu drama maruz kalan mağdura odaklanarak, olup bitenleri tüm çıplaklığıyla ortaya serer, mağdurun duyulmayan sesi olur. Bu ses roman aracılığıyla zaman içinde kesintisiz bir yolculuğa çıkarak, gelecek kuşaklara ulaşır.

1930 yılında yayınlanan bu romanı ile dikkat çeken ve Almanya genelinde Ermeni soykırımı konusunda dersler veren Franz Werfel, Nazilerin iktidara gelmesi ile şimşekleri üzerine çeker. Çünkü  bu roman, bir devletin korumakla yükümlü olduğu vatandaşlarına uyguladığı kıyıcı politikayı ortaya koymakta ve ırkçı milliyetçiliğin yol açtığı yıkıcı sonuçlara parmak basmaktadır.  Doğaldır ki Naziler bu yaklaşımdan rahatsız olmuş ve kitabı yasaklamıştır. Çünkü Werfel ortaya koyduğu tablo ile aynı zamanda Nazilerin politik yönelişini teşhir etmektedir. Daha doğrusu Naziler Werfel’in tuttuğu aynada kendilerini görürler. Onların gördüğünü toplum da görecektir. Dolayısıyla tek çare, ayna görevi yapan romanın yasaklanmasıdır. Elbette bu yasaklama, edebiyatın ve bir bütün sanatın gücünden kaynaklıdır.

Soykırıma uğrayan Yahudiler hakkında da başta edebiyat ve sinema olmak üzere, bütün sanat dallarında çok yönlü ve oldukça kapsamlı bir külliyatın oluştuğu biliniyor. Bu konuda ilk çalışma, Alain Resnais’nin 1955 tarihli Gece ve Sis filmidir. Bu, aynı zamanda ilk Holokost belgeseli sayılmaktadır. 1956 yılında Cannes Film Festivalinde gösterildiğinde, Alman düşmanlığını kışkırttığı gerekçesiyle Almanlar tarafından protesto edilir; bastırılmış bir tarihle ilgili kamuoyu yaratan film, yoğun protestolar sonucunda festival programından çıkarılır.

Edebiyat alanında John Boyne’nin Çizgili Pijamalı Çocuk romanı ile, Anne Frank’ın Hatıra Defteri en bilinenleridir. Yalnızca Anne Frank’ın Hatıra Defteri 60 dile çevrilmiş, uluslararası düzeyde toplum vicdanında geniş yer bulmuştur.

Bahsini ettiğimiz bu çalışmalar, soykırım gerçeğini tüm açıklığıyla edebiyat ve sanat etiği/estetiği çerçevesinde  ortaya sermektedir. Dolayısyla romancılar ve sanatçılar, sancılı süreçlerin tüm yönleriyle açığa çıkmasını, toplum vicdanında yer etmesini, unutulmamasını, mağdurların anlaşılmasını sağlamak amacıyla romanlar üretirler. Fakat romancı için hem bir sorumluluk hem de eşsiz bir kaynak olan bu olayların aktarımı yani sanatsal forma dökülmesi, özellikle topluma resmi bir bellek oluşturma çabasının baskın olduğu dönemlerde kimi zaman oldukça sancılıdır.

Bunu da en bariz şekilde Dersim soykırımına yaklaşımda görüyoruz.

Dersim Soykırımının Resmi İdeoloji Cephesinden Edebiyata Yansımaları

Yahudi soykırımının hemen öncesine denk gelmesine rağmen, Dersim soykırımının yakın zamana kadar edebiyat/sanat alanında ele alınışı hayli sorunludur. Hakikate bağlı kalarak meseleye mağdurdan yana bakan edebiyat eserleri ancak 80’lerden sonra, hayli geç bir zaman diliminde ortaya çıkar.

Gerçek edebiyat ve sanat açısından yaşanan bu gecikmenin aksine, resmi ideoloji cephesinde daha en başında edebiyata başvurulmuştur.  Güdümlü edebiyat yoluyla hem bir algı hem de kalıcı bir hafıza oluşturma yoluna gidilmiştir. Böylelikle daha en başında hakikat, resmi ideolojiye göre şekillenen güdümlü edebiyat yoluyla karartılmış, öldürülmüştür.

Yaşanan soykırım, Cumhuriyet eliti için, feodal, içe kapalı ve Cumhuriyet otoritesini tanımadığı söylenen bir bölgeye “medeniyet götürmek” ve “halkı seyit ve ağaların zulmünden kurtarıp, eşit yurttaş yapma” şeklinde yansıtılır. Bunun toplumsal düzlemde haklılaştırılması da, basının ardından edebiyat üzerinden yapılmıştır.  Dönemin basını, Dersim Harekâtı’nı ötekileştirici bir dil ile işlemiştir. Halkın yerinden, yurdundan sürülmesi dahil bir dizi zora dayalı uygulamayı, bölgeye “medeniyet götürülmesi” söylemiyle meşrulaştırılır. Cumhuriyetin medeniyeti, Dersimlilerin ise ilkel ve vahşi olanı temsil ettiği, sistematik bir şekilde işlenir.

Bu bağlamda Dersim cayır cayır yanarken ve daha dumanlar tüterken gazeteler üzerinden hızla tefrika romanlar devreye girer. Bunların ilki, Niyazi Ahmet Banoğlu’nun “Dersimli Kız” romanıdır. Kurun Gazetesi, romanın tanıtımını şöyle yapar:

“Tamamı ile bakir bir mevzu. Baştan sona sürükleyici aşk, cinayet, macera dolu bir roman. Duymadığınız adetler, inanamayacağınız vakalar ve haşin bir tabiatın asırlarca vahşi bir kurt gibi koynunda büyüttüğü insanlar. (...) İnkılâbın yıktığı son taassup yatağı “Dersim” düne kadar tamamile meçhul bir diyardı. Dersimli ise yaşayışı ile adetleri ile tamamile bir sırdı. Aralarına giren çıkamazdı. Tertemiz, su katılmamış bir Türk olan Dersimli, Seyidin ağanın bir köpeği gibi kullanılır, ona en korkunç cinayetler işletilirdi. Niyazi Ahmet, en korkunç ağaların, en tehlikeli seyidlerin arasına girmeğe muvaffak olduktan, Dersimli kadını, Dersimli kızı ve anlatacağı roman kahramanlarını gördükten sonra DERSİMLİ KIZI yazmıştır. Bu meraklı ve heyecanlı romana bir iki güne kadar başlayacağız.” (Kurun, 12 Temmuz 1938)

1970’li yıllarda ise Kemal Bilbaşar’ın Cemo ve Memo romanları dikkat çeker. Yazar, Cemo’da Şeyh Sait İsyanına odaklanır ve onu, cumhuriyet ilericiliği karşında gericiliğin temsilcisi olarak konumlandırır ve  kesin nitelemelerle okuru yönlendirir. Böylece edebiyatın genel geçer ölçülerini hiçe sayar. Aynı şeyi, Dersim’e odaklandığı Memo romanında da görmekteyiz. Toplumun hakikatini, gelenek göreneklerini, ritüellerini, itikadını ve, yaşam tarzını tersyüz eder.  Bilbaşar’ın ardından Barbaraos Baykara’nın Dersim 1937 ve Dersin 1938 romanları sahneye çıkar.

Gerek Niyazi Ahmet Banoğlu, gerekse Barbaros Baykara, edebiyat etiği ve roman estetiğini gözetmez. Tamamen poltik mesaj vermeyi amaçlayan güdümlü romanlar üretirler. Amaçları, resmi anlatı çerçevesinde bir hafıza oluşturmadır.

Resmi devlet tezini haklılaştıran kulvarda yer alanlara göre devlet modernleşmeyi, yenilenmeyi ve değişimi temsil ederken, karşısında yer alanlar ilkelliği, gericiliği, karanlığı temsil etmektedir. Asıl sorun gericiliğin temsilcisi ağaların, şeyhlerin ve seyitlerin elinde bir “köle” konumuna düşürülmüş yöre insanını “birey” ve “yurttaş” yaparak “özgürleştirmedir.”

Yukarıda da vurgulandığı üzere bu yaklaşım, resmi anlatı çerçevesinde belleğin yeniden kuruluşunu amaçlayan bir misyonun ürünüdür.

Güdümlü Romanlarda Hakikatin Resmi İdeolojiye Göre Yeniden Üretimi ve Dersim

Güdümlü romanlar, devletin, halkın çıkarını düşünerek onun çıkarına olan şeyler tasarladığı tezi üzerine kurulur. Buna karşın ağaların ve seyitlerin, nasıl halkı kışkırtıp, devletin iyi şeyler yapmasını engellediği anlatılmaya çalışılır. “Evet, kanlı bir hadise yaşanmıştır, insanlar ölmüştür. Fakat bunun sorumlusu ağalar ve seyitlerdir.” Soruna böyle bakmaktalar.

Bunu en açık biçimde Baykara’da görmekteyiz: Baykara’nın roman kahramanı Yarbay Kemal, Hozat alayında görev yapmaktadır. ‘38’in ortalarında bir aşiret ileri geleni maiyetiyle, teslim olmak için Yarbay Kemal’in huzuruna varır. Boynuna, ayaklarına kadar sarkan bir ip bağlamıştır. Öyle bir tasvir edilir ki bu aşiret ileri geleni, adeta Yarbay Kemal’e, “kapında köle olmaya geldim” demektedir.

Yarbay, bu adamın karşısında süklüm püklüm teslim olmasını yeterli görmez. Öfkeyle fırlayıp, suratının ortasına bir tekme savurur. Ardından Yarbay car car bağırarak:

“Buraya gelmeden hiç arkana baktın mı herif?” diye köpürür. “Baktın mı arkana! Gömülmemiş ölüler, barınaksız diriler bırakıp geldin buraya. Başını çevirip, bir baksana, Morelek yaylasının altındaki kayalara. Ölüler göz kırpıyorlar sırayla, karşıdan. Anaların, babaların ölmemesi, çocukların rehbersiz kalmaması için tüm çabalarımı boşa çıkardın.”

Görüldüğü ağalar, gibi kıyımdan geçirilen on binlerce insanın öldürülmesinin sorumlusu gösterilir. Bunu romanın başında şu diyalogla dile getirir:

“Dersim’in ruhani lideri ve ileri gelen sekiz kişinin daha defterleri Elazığ’da dürülmüştü. Ama Dersim patlamaya hazır bir bomba gibi için için yanıyordu. Dersim insanı toprağını, yurdunu bırakıp Batı Anadolu’ya gitmek istemiyordu.”

Görüldüğü üzere Baykara Dersim halkının yerini yurdunu terk etmek istemediğini söyleyerek, aslında bir hakikati bildiriyor. Fakat neden topraklarını terk etmeleri gerektiğini açıklamaya çalışırken, yerinde yurdunda kalma direncinin ne kadar bağnazca ve gerici olduğunu temellendirerek de hakikati öldürür. Bütün bunlarla bir algı ve hafıza oluşturmaya çalışır. Güdümlü romanların temel özelliğidir.

Baykara roman kurgusundaki tezini temellendirmek için Yarbay Kemal’e aşiret ileri gelenleriyle kurgusal diyaloğunda ayrıca şunları söyletiyor:

“Doğunun bu çilekeş insanlarını, devlet olarak mağara kovuklarından ve inlerden kurtaracağız. Burada geçireceğiniz son kış olacak. Aşiretini Aydın’a yerleştireceğiz. Yağlıdır, bereketlidir Ege’nin toprağı. Dersim’in çalışkan, yetenekli insanı bundan böyle, ekmeğini çapulda değil, toprağında arayacak. Çoluğunu, çocuğunu Türk okullarında, cumhuriyetin terbiyesi ile okutacak.”

Bu romanlar üzerinden dile getirilen anlayış ve bakış açısının Dersimlilerin toplumsal hafızasında da bir ölçüde yer ettiği görmezden gelinemez. Elbette sorun yalnızca edebiyat değildir. Resmi anlatıya uygun bellek oluşturmada özellikle okullar ve medya başta olmak üzere çok yönlü  bir ideolojik faaliyet yürütülmüştür. Ancak edebiyat ve sanatın rolü de küçümsenemez.

Görüldüğü üzere Dersim ‘38’e dair yazılan bu politik güdümlü romanlar, içerik bakımından gelişmeleri dönemin egemen ideolojisi Kemalizm bağlamında değerlendiren eserlerdir. Bu eserlerin üstlendiği asıl misyon, hakikati resmi anlatı penceresinden yeniden üreterek dolaşıma sokmaktır. Ayrıca ve en önemlisi de farklı olanı, öteki olanı hakim ulusa eklemleme temelinde kimliği şekillendirmek için bir bellek oluşturma çabasıdır. Bu, aynı zamanda kimliğin ve belleğin yeniden inşasıdır.

Kimlik İnşasında Edebiyatın Rolü

Dersim soykırımını resmi ideoloji cephesinden anlatmayı bir misyon olarak üslenen edebiyat eserlerine bakıldığında, kimlik tanımlamasına özel önem verdikleri görülmektedir. Kendilerince tarihi referanslara dayanarak kimliği bir köken üzerinden tanımlama, yüceltme ve meşrulaştırmayı mutlak süratle bir görev saydıkları çok açıktır. Gerek Dersimli Kız, gerek Memo, gerekse de Dersim 1937 ve Dersim 1938 romanlarında en dikkat çekici husus budur. Banoğlu, Bilbaşar ve Baykara Dersim’in Aleviliğine defaatle vurgu yaparken, bunu da Türklük ve Horasan üzerinden ortaya koymaktadırlar.

Özellikle Barbaros Baykara bir kimlik tanımlaması yaparken, çok bariz bir şekilde edebiyatın tüm genel ölçütlerini hiçe sayarak yapmaktadır. Dersim 1938 romanında şöyle bir tespit yapmaktadır:

“Gerçek şudur ki, bugün Doğu Anadolu illerimizin bir çok kesimlerinde oturan Alevi Bektaşi diye anılan Halk Türktür. Türküstan, Horasan ovasından göç ederek Doğu Anadolu’ya yerleşmişlerdir.”

Aktardığımız bu değerlendirme, ulus devletlerin, kimlik ve bellek inşa sürecinde edebiyatı nasıl pervasızca araçsallaştırdıklarını görmekteyiz. “Ulus için ortak bir bellek, tarihsel olayları birlikte yaşamayı değil, ortak imajlarla anımsamayı içerir. İnsan toplulukları kendilerini ortak geçmişte tanır, bu geçmişi belleğine işler, ritüellerle anar ve yorumlar,” diyor Jan Assman. Güdümlü edebiyatın, Aleviliği köken olarak Horasan’a sabitleyip Türklükle ilişkilendirerek, edebiyat yoluyla ortak bir geçmiş yaratmaya çalıştığı çok açıktır.

Dersim soykırımı sonrasında Dersim halkının belleği bastırılırken, unutma ve unutturma temel öncelik görülmüştür. Soykırıma uğrayanlar yaşadıklarını anlatamazken, resmi ideoloji cephesinden çok yoğun bir anlatı bombardımanına maruz kalmışlardır. Bir zaman sonra bu anlatı mağdur cephesinde de karşılık bulmuştur.

Dönemin birinci elden tanıklarının uzun yıllar suskunluğa gömüldüklerini biliyoruz. Yaşanan öylesine tarif edilemez ağır bir mezalimdir ki, anne babalar uzun yıllar çocuklarına dahi anlatmaktan korkmuştur. Anlatsalar, sanki yaşadıkları bir kez daha tekrarlanacak ve bu kez çocukları zarar görecek diye travmatik bir ruh hali hakim olmuştur. Onun için, bu korkunç gerçeğe tanıklık edenlerin susmak için sağlam gerekçeleri olmuştur. Dersim toplumu bu suskunluk sonucu uzun yıllar hakikat sorunu yaşamıştır. Kendi hakikatleri suskunluk sarmalı içinde bilinmez olurken, dışarıdan üretilen ‘hakikatler’ dolaşıma sokulmuştur. Dolayısıyla bu konuda edebiyata özel rol biçilmiştir.

Sonuç Olarak

Dersim’e resmi ideoloji penceresinden bakan, zulme, katliam ve soykırımlara meşruiyet kazandırma güdüsüyle sahneye çıkan güdümlü edebiyat, zamanın karanlık dehlizlerinde yitip gitmiştir. Resmi ideoloji kulvarında piyasaya sürülen eserler, hem eser sahipleri, hem de bunlardan medet umanlar için bir utanç vesikasıdır.

Gerçek edebiyat hakikatin ışığı olmak durumundadır. Önyargıları besleyen, toplumları ırkçılığın ve milliyetçiliğin zehriyle zehirleyen, kendi dışındaki her şeyi dışlayan edebiyat, ancak dönemsel olabilir. Onun için Dersim’e odaklanan politik güdümlü romanlar da dönemin şartları değiştiğinde, yok olup gitmiştir.

Politik güdümlü edebiyatın aksine, gerçek edebiyatın, hayatın daha iyi anlaşılmasını ve daha iyi yaşanmasını sağladığını ve hayatı daha tastamam yaşamanın, onu başkalarıyla birlikte yaşamayı ve paylaşmayı gerektirdiğini anlattığı ve buna katkı sunduğu oranda kalıcı olabilir.  Edebiyatın insanlar arasında kurduğu kardeşlik bağı, onların diyaloga girmelerini, ortak paydada ve eşitlik, özgürlük, adalet ve kardeşlik duyguları içinde ortak bir amacın bilincine varmalarını sağlayarak, tüm zaman engellerini aşar.

Edebiyat, bizi geçmişe taşır ve bize erişmiş olan o metinlerde, şimdi bize keyifler yaşatan ve düşler kurdurtan o metinlerde bir zamanlar keyifler yaşamış ve düşler kurmuş insanlara bağlar bizi. Ya da yaşanan ıstırapların içine çekerek duygudaşlık kurmamızı sağlayarak, acılara ortak eder. Zamanın ve mekânın ötesinde, ortaklaşa insan yaşantısının bir parçası olduğunu duyumsamak, ancak edebiyatla mümkün olabilir. Bu duygunun her kuşakta yenilenerek sürmesine hiçbir şey edebiyattan daha çok katkıda bulunamaz.

Dersim açısından hakikati öldüren güdümlü edebiyat dönemi ‘90’lı yıllardan itibaren kapanmıştır. Buna karşı gittikçe nitelik kazanan bir edebi birikim ve gittikçe nitelik kazanan Dersim edebiyatı oluşmuştur. Ancak hala çok yol alması gerekmektedir.

 

 

Deng Dergisi, sayı: 136

MAKALELER