yazarlar makaleler
Sevr Ve Lozan Antlaşmaları Sürecinde Kürd Siyasetinde Analitik Bir Bakış
12/17/2023

Hasan Yıldız

aa@aa

Siyaset Felsefesi Uzmanı

DEGERLİ DOSTLAR,

Tarihimizde yaşanan acılar üzerine eklenen geçirdiğimiz deprem dolaysıyla halkımıza bir kez daha baş sağlığı dilerken, yine tarihimizin önemli bir sayfasının konu edildiği bu konferansa gösterdiğiniz ilgiden ötürü hepinize teşekkür eder, hoş geldiniz dileklerimi sunarım.

Arkadaşlar,

Yakın tarihimizin dönüm noktalarından biri olan 1. Paylaşım Savaşı'nın ardından gelişen olayları anlayabilmemiz için, sadece savaş sonrası Sevr'de veya Lozan'da yapılan antlaşma maddelerine bakarak bir senteze varmak doğru bir yöntem olamaz.

Kürt halkının varlığının bu maddelerde neden layıkıyla yer almadığını anlayabilmemiz için, tarihin derinliklerine, halkımızın evrimleşme süreçlerine etki eden iç ve dış dinamiklerin rollerini incelemek gerekir.

Dün yaşananların doğru çözümlemelerini yapmak, bugünü anlayabilmek ve gelecek için olması gereken bir sosyal ilişki üzerinden siyaset üretmek bakımından can alıcıdır. Eğer bu yöntem izlenmez ise, halkın ve özellikle gençliğin enerjisi siyasi zeminden koparak, var olan dinamizmi boş kanallarda dağılır.

Biz'de, siyasete kötü bir örnek olarak kolaylıkla bulaştırılan tarih okumalarında görülecektir ki, halkın evrimleşme süreçlerine müdahil olanlardan dış güçleri ön planda tutma ve suçlama alışkanlığı, Kürt tarih araştırmacılığında kolay ve kaba bir yöntem olarak ağırlığını hissettirmektedir. Oysa tarihsel süreçte iç dinamiklerin aktörlerinin bu gelişmelerdeki payları, bana göre çok daha belirleyicidir.

Ne diyor Ehmedê Xanî;

Fakat Allah cezalandırmak için bizi, Saldı üstümüze Rumları ve Persleri. Eğer onlara bağlılık bir utanç ise, Bu utanç düşer beylere.

Şeref sadece prenslere ve emirlere aittir Ne yapabilir şairler ve yoksullar.

Şu tarihsel dizeler sadece geçmişi anlatmıyor, geleceği de sırlarını içinde taşıyor. Toplumdaki önder güçlerinin yetersizliklerini bütün çıplaklığıyla anlatıyor. XVII. yy'dan XX. yy'a birbiri ardında biriken bu sorunlarla gelindi. Konumuza dönersek;

Şu anlamlı dizelerden tam 225 sene sonra yapılan, bugün de gündemimize aldığımız Lozan Antlaşması'ndan da sonra geçen bir asın da ekler isek, tam 323 yıl sonra acaba, Kürt toplum dinamiğinin öncüleri olması gereken sosyo- ekonomik güçler, Ehmedê Xanî'nin dizelerinin hangi noktasındadırlar?

Bu gerçekliği, savaşın yıkıntıları içinde yaşayan toplumu, ulusal veya uluslararası görüşmelerde temsil etme yeterliliği gösteremeyen, "prenslerimiz ve beylerimiz"in sıyası faaliyetlerinde olduğunu söylemek gerekecektir...

Yine bu gerçekliği ulusal planda, Erzurum ve Sivas Kongreleri süreçlerinde, uluslararası görüşmelerde ise Sevr ve Lozan Antlaşmalarında yaşadık. Ama bütün bunların neden olduğu sebepleri anlayabilmemiz için Lozan'dan önce kısaca Sevr sürecine bakmamız gerekecektir:

Bilindiği gibi, XIX. yy' da süren, benim "Yüzyıl Savaşları" olarak adlandırdığım isyan dönemlerinden sonra topraklarından kopartılarak sürgüne gönderilen, önemli bir kısmının da İstanbul' da gözetim altında tutulduğu beyliklerin kendileri, oğulları ve torunları Osmanlı siyasetiyle iç içe yaşamanın verdiği alışkanlıklarla, siyasi merkezlerini de metropolde kurmuşlardı. Bu nedenle siyasi aktiviteleri, Jön Türklerden aldıkları etkiler altında Osmanlılık içinde şekilleniyordu.

Beyliklerin temsilcilerinin topraklarına dönmelerine izin verilmemesi bu sonucu doğursa da, beylerin ekonomik işlerini yürüten yerel temsilcileri aracılığıyla, kendi topraklarında üretim ve dağıtım mekanizması kurup, ekonomik bir örgütlenme üzerinden siyaset üretme anlayışından uzak kaldılar. Dolaysıyla kendi toprakları üzerinde yaşayan köylü kitleleri ve bağımsız dolaşan aşiret bölünmüşlüğüyle toplum parçalı bir karekter gösteriyordu. XIX. yy sonlarına doğru, 1890'11 yıllarda, bu boşluktan II. Abdülhamit'in siyasi kurnazlığı faydalanacak ve Hamidiye Alayları teşkilatıyla aşiretler arası ilişkiler, rütbe, makam, ekonomik rant ve halife/padişah huzurunda alınacak bir iltifat ve madalya ile menfaat çekişmelerine dönüşecekti. Böylece toplumsal doku bozuldu. Ne siyasi alanda ne de ekonomik örgütlülükte birlik sağlanamadı. Hiçbir bey bu gelişmelerin önünü alamadı. Sadece seyirci oldular...

Yüzden fazla aşireti içinde barındıran silahlı elli bini bulan bu örgütlenme, iç dinamikleri törpüleyen, toplum dokusunu bozan bir işlev gördü. Varlığı ve geleceği Sultan'ın vereceği şan ve şöhret ibaresi bir rütbeye ve göz yumulan soygun ekonomisinden pay almaya odaklanmış bu yapılar, ulusal uyanışların olduğu bir çağda, toplumun içine bir hançer gibi sokuldular. Kürt siyaseti bir bütün olarak, toplum sosyolojisini bozan bu yapılar karşısında merkezi idarenin siyasi, askeri ve bürokratik kontrol mekanizmalarının yaygınlaştırılmasının önünde etkisiz kaldılar.

Çok daha bir çarpıcı örnek vermek gerekirse, Hamidiye Alaylarının yerleşim güzergahıyla, cumhuriyetin sınırlarının şaşılacak derecede uygun olması, Osmanlı devlet mekanizmasının Kuzey' de güçlü olduğunun nedenlerini de vermektedir. Bu projeyi Abdülhamit'e sunma imkanı veren ise, Osmanlının

XVII. yy'dan beri bir devlet politikası olarak uygulamaya koyduğu, Arap aşiretlerinin kuzeye doğru göçlerinin önünü kesmek için Türkmen ve Kürt aşiretlerini bu hat üzerinde toprağa yerleştirme politikası olmuştur. Türkmenler dayanamayıp isyan ederek kaçarken, Kürt aşiretleri bu görevi yerine getirmekle kalmıyor, Abdülhamit ile birlikte Hamidiye örgütlenmesiyle, içte tasarlanmış suni bir sınır bekçiliği görevini ve tüm bölgede, başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan halkın taleplerine karşı militer bir baskı aracı olarak kullanılıyorlardı.

İşte, Kuzey' deki devlet örgütlenmesinin yarattığı bu sosyo­ psikolojik şartları Müttefik güçlerin dikkate almaması düşünülemezdi. Sevr ve Lozan Antlaşmalarına bu şartlar altında gidildi.

Lozan'ı anlayabilmemiz için önce, Sevr Barış Görüşmelerinde Kürtlerin hangi toplumsal konumda olduklarına ve siyasi temsilcilerine bu nedenlerle bakmak önemlidir:

Sevr'de Kürt sorunu vardı ama gerçek anlamda bir Kürt temsili heyeti yoktu. İstanbul'daki Kürt örgütleri tarafından temsilci olarak kabul edilen Şerif Paşa, Süleymaniye'nin eski sürgünlerden İstanbul doğumlu bir Saray efendisidir. Kürdistan'a bir kez bile ayak basmamış olan bu kişi geleneği bozmayarak, önce Osmanlı temsilcisi olarak masaya oturmuş, ama sonra Kürtleri temsil görevini üstlenmiştir.

Bir ülkeyi temsil etme iddiasında olan biri için bu durum, normal şartlarda Batı diplomasisinde kabul edilmemesi gerekir. Ama temsili özelliği zayıf birinin masada bulunmasına bilerek ses çıkartılmaz. Çünkü; aynı tarihte bu masayı yöneten güçler, Kürt sorununun karmaşık yapısını içlerinde tartışarak, Kürdistan'ın gerçek anatomisini ve verdiği sesi analiz ediyorlardı.

Burada İngiliz diplomasisinin anti-Kürt politikalarının Dışişleri Bakanlığı'nca perde gerisinde devreye sokulduğunu anlayamayan Kürt örgütleri ise yönlerini, Konferans'tan gelecek sonuca göre konumlamışlardı. Osmanlı' da yönetim zaafiyetinin oluştuğu bu dönemde bile onlar, kendi topraklarında bir faaliyet gösterme çabasında olmadılar. Sadece Bedirhanileri kısa süreliğine, üstlerinden şamar yiyen Yüzbaşı Noel ile Malatya önlerinde görebildik.

İngilizlerin bir Kürt devleti peşinde koşmadıklarını anlayan bir tek kişi vardır: Eğer tarihi hakkı vermek gerekirse, ki vermeli, O da Mustafa Kemal'dir.

İngiliz diplomasisinde çokça konuşulan Kürt sorunuyla, Kürt devleti söyleminin aynı paralellikte gitmediğini, Kürt siyasi çevrelerinden önce ve hatta diğer Osmanlı paşalarından önce kavrayan Mustafa Kemal olmuştur.

Büyük Britanya Başbakanı Lloyd George'nun, eski Hellen kültürünün etkisiyle Yunanistan yanlısı kişisel politikalarıyla, İngilizlerin "Doğu Sorunu"nun stratejik hatlarını çizen, Hindistan sömürge valiliği görevini yapmış ve İngiliz sömürge ofisini yöneten Dışişleri Bakanı (Lord Curzon), Savaş Bakanı (Churchill), ünlü casus Lawrence ve sahada bulunan askeri yüksek komiserler, Kürt devleti konusunda hem fikir değildirler. Bu iki kutup arasında Yunanistan'ın Anadolu'ya çıkarma yapma konusunda da görüş aykırılıkları vardır. Ünlü casus Lawrence, Yunanların denize dökülmesini isteyecek kadar Lloyd George'un politikasına karşı çıkmaktadır.

İngiliz politikası içindeki bu çelişkileri incelerken, onların Kürt ve Kürdistan sorununa özel bir husumetleri olduğu düşüncesine kapılmamak gerekir. Sömürge valiliği yapmış olan Lord Curzon ve Arap aşiretleri arasında ter dökerek birlik sağlayabilen Lawrence, Kürt toplumsal yapısında olması gereken ekonomik ve siyasi aktörleri bulamadıkları için, yani bir zorunluluktan ötürü bu stratejiyi İngiliz siyasetinin merkezine koyuyorlardı.

Sayıları elli bini aşan ve milyonları etkileyen Aşiret Alaylarıyla bölünmüş ve siyasi olarak kendileri için olmayan bir güce teslim edilen toplum gerçekliği ortada iken, hiç bir yabancı güç önder rolünü oynayamazdı. Kuzey' de Hamidiye Alaylarına teslim edilen toplum dinamiğinin, doğu sınırlarında Ermeni ve diğer Hristiyan azınlıklara karşı korumada Osmanlı çıkarlarıyla ortak noktada buluşması, bir başka denklemi imkansız kılıyordu.

Burada konuyu dağıtmamak için Güney Kürdistan' da Süleymaniye ve Barzan- Behdinan bölgesi arasındaki sosyal dinamiklere değinmeyi bir başka zaman dilimine bırakıyorum. Ancak şu kadarını geçerken söylemeliyim ki, Barzan- Behdinan bölgesi sadece Osmanlı bürokrasisinden uzak durmakla kalmamış, bölgeyi işgal hareketinden sonra da İngilizlere karşı duruşlarıyla, toprak temelinde varlıklarını ve istemlerini sürdürmeye gayret etmiştir.

Ulusal hareketin dinamizminin bu bölgede oluşunun tesadüfi değil, yaşanan tarihsel kaynakların ve evrimleşme süreçlerinin içsel dokusunda olduğu, bugün elde edilen federatif aşamayla kanıtlanmış bir gerçekliktir.

İşte, coğrafyamızda varlığını sürdüren bu karmaşık yapıları sömürgeci bir geleneğin bilimsel analizlerden geçirmemesi imkansızdır. Nitekim bu görüşler, İngiliz Dışişleri'nin hükümet içi yazışmalarında, Kürtler ve Asurlar üzerine sosyolojik araştırmalar yapan Athelstan Riley'in basında, L. Herbert'in parlamentoda ve sahadaki Yüksek komiserlerle General Holdane, Mustafa Kemal ile görüşen General Townshend tarafından dile getiriliyordu.

Kürt siyasi çevreleri bu durumu değerlendiremedikleri gibi, sonuçla başbaşa kaldıklarında, Kemalist politikalara karşı ellerinde yapabilecekleri hiçbir şey kalmıyor, siyaseten izole oluyorlardı.

Fransız siyaseti açısından durum daha da vahimdir. Sivas Kongresi ertesinde 8 Ekim 1919' da, Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye adına Refet Bele'yi, Fransız Yüksek Komiseri Georges Picot ile görüşmek üzere Konya'ya gönderir. Burada varılan anlaşmaya göre Kemalistler Arap topraklarıyla ilgilenmeyecekleri sozune karşılık, Picot'tan Kürt sorunu konusunda güvence alırlar.

Picot, rasgele birisi değil, Ortadoğu'nun İngilizlerle bölüşüm planını çizen, 1916 tarihli ünlü Sykes-Picot anlaşmasının mimarlarından biridir. Kısaca her iki "dış güç" Kürt sorunundan ellerini çektiklerini daha savaşın ertesinde gösteriyorlardı.

İşte bu gelişmeleri kavrayan ve kendisine stratejik bir hat çizen Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi kararlarıyla birlikte, din, ümmet ve birlik duygularıyla yazılmış bir mektubu Güney'de isyan halinde olan Şeyh Mahmut Berzanci'ye gönderir. Buradaki amaç, Güney Kürdistan'da devam eden Şeyh Mahmut Berzenci'nin İngilizlere karşı isyanını "kışkırtmak" amacı altında gönderilen silah, cephane ve Şeyh'i çevreleyen Kemalist danışmanlarıyla, otonomi dahil, olası bir Kürt-İngiliz anlaşmasının önünü kesmektir. Gelişmeler, yukarda söz konusu ettiğimiz bilgilerden Kürt siyasi çevrelerinin haberdar olmadığını göstermektedir.

Oysa ne garip değil mi? Kürt devleti peşinde koşmakla suçlanan İngilizler Şeyh Mahmut' un Kürt Emirliği istemine karşı saldırırken, Kemalistler, Kürt devleti kurmak isteyen Şeyh Mahmut Berzenci'ye yardım ediyorlar?

Mustafa Kemal, verdiği yardımın

hangi amaç için kullanılacağını, El-Cezire Komutanlığına gönderdiği talimatta açıklıyordu: "Kürtlerin İngilizlerle buluşmalarını önleyecek silahlı çatışmaların kışkırtılmasını" istiyordu.

Ama yine de Berzenci, Sevr'de Kürt halkının gerçek anlamda temsil edilmediğini düşünerek, devam eden siyasi mizanseni yıkmak ve "İngilizlerin gerçek politikasını yüzlerine vurmak için" iki temsilcisini Paris' e göndermek ister.

Siyasetin gerçek yüzü burada da açığa çıkar ve bu iki temsilcinin Beyrut'ta vapura binmesi İngiliz ve Fransızlar tarafından engellenir. İşte resmi tarihte, Kürdistan kuracaklar diye suçlanan Fransız ve İngiliz siyaseti bu iken, ayakları topraklarından kopuk olarak İstanbul'da yoğunlaşan Kürt siyasi çevrelerinin dikkate alınmasını kimse bekleyemezdi.

Olayların gelişimi, Türk siyasi ve askeri tarihinde ilk kez, Kemalistlerin isyancı Kürt hareketlerine yardım yaptıklarını belgeleyecekti. Bu yardım silah, cephane, parayla sınırlı kalmamış, Şeyh Mahmut Berzenci'nin etrafına yerleştirilen onlarca danışman ve irtibat subayıyla tam bir kontrol mekanizması kurulmuştur. Burada uygulanan strateji, Şeyh Mahmut'un emirlik istemiyle çatışan İngiliz siyasetinin üzerine kurgulanmıştı.

Kürt sıyası örgütlerinin toprak üzerinde gösteremedikleri varlıklarının bir sonucu olarak, Sevr' de Kürdistan ile ilgili yayınlanan 62, 63 ve 64.ncü maddeler, iradi bir kararın değil, temsili hakkını kullanamayan bir halk gerçekliği üzerinden alınmış olduğunu göstermektedir

Bu maddelerde, yakın gelecekte Lozan' da göreceğimiz sınır hatları ortaya çıkarken, Kuzey' de "eğerli" sözlerle Kürt halkının iradesi tekrar Osmanlıya bağlanıyordu.

Çünkü bütün bu gelişmeler olurken İstanbul'a kendilerini "hapseden", toplumla bağları kopuk Kürt siyasal örgütlerinin işlevsizliğinin, büyük güçlerin değerlendirmelerindeki çekingeleri etkilememesi imkansızdır. "Eğer"li maddelerin kaynağı, Kürdistan' da siyasetin başka eller tarafından yürütülmesinde aranmalıdır.

Pratik olarak Kürdistan Sevr ile parçalara ayrılacağının ilk işaretlerini veriyordu. Nitekim, Lozan Antlaşmasıyla sınırlar çizilirken, Sevr' deki kıstaslar ve değerlendirmeler içinde Kuzey Kürtlerinin durumu göz önününe alınarak hatlar belirleniyordu.

Burada alınan kıstaslar arasında Kuzey Kürtlerinin ekonomik, idari ve sıyası konumları itibariyle Osmanlı bürokrasisine olan bağımlılıkları da dikkate alınıyordu. Sevr ve Lozan sürecinde "iki halkın birliği" başlığıyla gösterilen kitlesel talepler, telgraflar bunu daha da anlamlı duruma kavuşturmuştur.

Ülkede yaşayan halk arasında buna zemin hazırlayan bir başka etken, Sevr' de Ermenistan konusunda daha somut ifadelerin kullanılmış olmasıdır. Bu somut ifadelere karşın, kurulacak bir Ermenistan'ın Sovyet etkisine gireceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. Dolaysıyla Sovyet sınırlarını daha güneye inmeye neden olacak bir projeyi uygulanabilir bulmamaktadırlar. Yine de, Antlaşma maddelerince göç ve sürgünlerle yerlerinden edilmiş Ermeni halkın topraklarına dönme hakkının güvence altına alınması, özellikle bu topraklar üzerine el koymuş Hamidiyeci Kürtlerin tepkisini çekiyordu. Sınır hatları çizildiğinde iki halkın iç içe geçmiş durumu ortaya çıkıyor ve sorun daha da karmaşık hale geliyordu. O günlerin siyasi atmosferi içinde Kürt örgütleri deklare edilen sonuçlar üzerine beklentilerini sürdürürken, sadece bir bölgeden toplu bir ses geldi: Sevr'in kısıtlı ve Wilson prensiplerinin geniş yorumundan hareketle taleplerini dile getiren Koçgiri halkının kendisini ifade etmede gösterdiği cesaretin bir anlamı olsa da, Kürdistan'ın diğer bölgelerinden yalıtılmış olmaları ve Kürt örgütlerinin işlevsizliği karşısında Koçgiri, sahip olduğu yerel güçle, tüm Kürdistan adına savundukları istemler arasında yaşadıkları orantısızlık, onların yenilgilerinin nedeni oldu.

Siyasetteki bu boşluğu dolduranlar Kemalistler oldu. Ve Lozan'a bu siyasi ortam içinde gelindi.

Sevr görüşmelerinin sonuç bildirisinde alınan kararlara karşı gösterilen tepkiler ve Kemalist hareketin sadece askeri değil, halk kitlelerini örgütleme gücüyle kazandığı yasal temsiliyet, Lozan görüşmelerine güçlü bir şekilde masaya oturmalarını sağladı.

20 Kasım 1922' de başlayan ve 4 Şubat 1923'te ara verilen 1. Lozan Barış Görüşmelerinde bizi ilgilendiren süreç, 12 Aralık 1922' de açılan Ekalliyetler (azınlıklar) başlıklı tartışmaların sonuçlarıdır. Denebilir ki, en ateşli tartışmalar bu görüşmeler sırasında yaşanmıştır. Ekonomik sorunlar içinde kapitülasyonların kaldırılmasında, Kabotaj ve Boğazlar sorununda, ekalliyetler sorununda olduğu kadar yüksek sesle, heyecanlı ve ateşli tartışmalar olmamıştır.

Lozan' da ekalliyetler sorununda beklenen tartışmaları yatıştıran ve uyuşmacı çözüm önerileri getirenin Lord Curzon olması, İngilizlerin gerçek siyasetinin gün yüzüne çıktığı anlamını taşımaktadır. Bu tartışmalarda yaşananlar, resmi tarih yazımında Kürdistan'ın kurulması için sürekli suçlanan İngiliz ve Fransız devlet politikasının anlaşılabilmesi bakımından derslerle doludur.

Sevr Barış Görüşmelerindeki eksikliklerden ve yanlışlardan dersler çıkarmayan Kürt örgütleri ve ileri gelenleri, Lozan' da bu boşluğu dolduracak, tamir edecek elemanlardan yoksun olduklarını da gösterdiler. Birlikten yana olduklarını deklare ettikleri halde, yeni devletin kuruluş aşamasında yapılan kongrelere, meclislere halkın yasal temsilcileri sıfatıyla, kararlı bir grup olarak girme siyasetinden uzak durdular. Kürt siyasal örgütlerinin bıraktığı boşlukları dolduran yine Kemalist hareket oldu. Osmanlının Kürdistan'da uyguladığı sistemin nimetlerinden faydalanan Kemalistler, Sevr görüşmelerine karşı gösterdikleri direnci, Lozan'da da devam ettirerek, Kürt halkının demokratik haklarının uluslararası bir antlaşmaya girmesinin önünü kestiler.

Lozan görüşmelerine katılan heyet "Türk ve Kürtlerin ortak heyeti" olarak sunulurken, Meclis çatısı altındaki Kürt mebusların "Türklerden ayrılmayacaklarını" belirten telgrafları ve söylevleri, bu temsiliyeti yasal hale getiriyordu. Telgraflar, halk ve aşiretlerin "Din kardeşi olarak Türklerden ayrılmayacaklarına" ilişkin mesajlarıyla desteklenmiş ve kamuya mal edilerek, siyasete aktarılmıştı.

Dinsel söylem Lozan'da da bir anlama kavuşacak ve görüşme metinlerinde ekalliyetler soydan ve topraktan gelen temel hak ve hürriyetleri bağlamında değil, dinsel bağlılıklarıyla vatandaşlık tanımı içinde kendilerini ifade edebileceklerdi.

Yunanistan ve diğer Balkan ülkelerinde yaşayan ekalliyetlerin müslüman olanları soy'a dayalı azınlık kavramıyla değil, dini esaslar temel alınarak bazı haklara kavuşuyorlardı.

Bu genelleme içinde Kürt sorununun soy' dan ve topraktan gelen ulusal karekteri unutularak, kimliksizleştiriliyordu.

Lozan' da bu yolu açan görüşlere yeşil ışık yakan, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon oldu.

Lord Curzon'un ağzından çıkan sözcüklere hapsedilen azınlıklar sorununun din temelli tanımlanmasının üzerine atılan sadece Türkiye değildi. Yunanistan da buna hazırdı. Bu kavramlardan hareketle Yunanistan, Batı Trakya' daki Türk varlığını soy kökeniyle değil, Yunan vatandaşı müslüman azınlık statüsüyle koruma altına almanın güvencesini veriyor ve Türkiye'nin toprağa dayalı ulus/soy kaynaklı olası bir irredantist müdahalesinin önüne geçmiş oluyordu.

Böylece Balkanlar'daki Türkler, Türk olarak değil, Yunan, Sırp, Bulgar, Romen vatandaşı müslümanlar olarak koruma altına alınarak, Balkanlar' da istikrarı sağlama adına, etnik çatışmaların önüne geçilmesi düşünülüyordu.

Tarihi iyi okuyan Balkan halklarının temsilcileri, Bektaşi misyonerlerinin Slav halkı arasında yürüttüğü faaliyetlerin sonucu olarak müslümanlaşanların, gerçekte kendi soydaşları olduklarını, bu nedenle onların "Slav kökenli müslüman" olarak kabul edilmeleri gerektiğini, tarihsel kanıtlar ve mantıklı çözümlemelerle savunuyorlardı. Bu savunmalar Yunanistan ve Türkiye'yi ortak noktalarda birleştiren, arayıp ta bulamayacakları metinler oldu.

Böylece, Balkanlar'daki müslümanların soy kimliği Slav kökenli olarak olarak kabul edilirken, Yunanistan' da gerçekten soy olarak Türk olanlar etnik kimlikleriyle değil, Yunan vatandaşı müslümanlar olarak dini hakları güvence altına alınıyordu.

Türkiye' deki Hristiyan ve Musevi azınlıklar da, soy' dan değil, dinsel azınlıklar olarak Türk vatandaşı kabul edildiler. İstanbul, İzmir gibi Batı dünyasının gözleri önünde olan yerlerde yaşayanlar için bu maddeler bir güvence olurken, bu denklemde kaybedenlerden biri de, Lozan'ın maddelerinden ve gözlerden uzak yaşayan, etrafı sarılı Doğu Hristiyanları yani, Asuriler oldu.

Ancak bu denklemde haksızlığa uğrayan, kendi topraklarında isimsizleştirilen Kürtler oldu. Kürtlerin soy' dan ve topraktan gelen hakları konusunda başvuracağı yasal zemin ortadan kaldırılıyordu; Çünkü onlar nasıl olsa müslüman idiler. Lozan' da elde edilen bu konsensüs, Irak ve Suriye cephesinde de uygulanacak ve "Müslüman bir ülkede müslüman bir azınlığın olmayacağı" görüşünden hareketle, bu devletlerde Kürtler, müslüman olmanın bedelini siyasi haklarından mahrum olarak ödeyeceklerdi. 1925 yılında Londra'da hazırlanan Irak Anayasası'nda Kürtlere yer verilmedi.

Ekalliyetler sorununun dinsel prensip üzerinden yorumlanmasından oldukça memnun olan ismet İnönü, "Müslüman olan bir ülkede, müslüman azınlığın olmayacağı" savıyla, Kürtlerin soy' dan gelen haklarının uluslararası bir sözleşmeye geçmesinin önünü aldı.

Böylece bu maddelere bakarak "Türkiye' de Kürt yoktur, Lozan' a baksınlar" bile dendi. Ama, denklemdeki yanlışlığı yıllar sonra Uğur Mumcu söyledi: "Lozan'da Kürtler yok sayıldılar ama, gerçekte öyle değildi." Gerçekte bu yaklaşım İngiliz Heyeti Başkanı Lord Curzon tarafından, bitmeyen tartışmaları sonlandırmak için Türkiye'yi ve aynı zamanda bütün Balkan ülkelerini rahatlatan, konferansa sunulan bir hediyeydi.

Elde edilen bu hediyeyi ismet İnönü büyük bir sevinçle karşılamıştır. Tartışma metinlerine İnönü'nün şu cümleleri geçmiştir: "... Azınlık terimine sınırlı bir anlam verilmesi Müttefiklerce Türk Temsilci Heyetine yapılmış önemli bir taviz gibi gösterilmektedir. Türk Temsilci Heyeti durumu öyle görmemektedir. Türkiye' de hiçbir müslüman azınlık yoktur; Çünkü kurumsal olduğu kadar uygulamada da müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir....... İsmet Paşa geleceğin bu umudu haklı çıkartacağına kesin olarak inanmaktadır."

Balkanlar'daki ulusal sorunları çözme adına Türk heyetine verilen tavizleri dile getiren Lord Curzon, ileri sürdüğü görüşlerin tarihsel sorumluluğunun altında kalmamak için yine de sözlerini kayıtlara geçirme gereği duymuş ve müslümanlar arasında da azınlıkların olacağını açıklamıştır. "Müttefiklerin, müslüman olmayan azınlıklar gibi, müslüman azınlıkların da -örneğin Kürtlerin, Çerkezlerin, Arapların- tasarıdaki k o r u m a t e d b i r l e r i n d e n yararlanmalarını umduklarını" söyleyerek sorumluluğu Türk Hükümetinin inisyatifine bırakmıştır.

İsmet Paşa, yukarda ifade edilen güvenceler ve alt komisyonda kabul edilen 2. maddenin, diğer tüm azınlıklara da yeter ölçüde koruma sağlayacağı güvencesini verirken, Lord Curzon kaygılarını ancak şimdi gösterir: "Lord Curzon buna pek güvenmemekle birlikte durumun gerçekten böyle olduğunu ummak ister."

Bu cümleler, onayını bizzat verdiği kavrama kendisinin de inanmadığını gösteriyordu. Çünkü O, bir sömürge valisi olarak bu kararların hangi sonuçları doğuracağını biliyordu. Günlerce süren bu tartışmalardaki kavramsal yanlışları Türk Temsilci Heyeti içinde veya Millet Meclisi'nde gündeme getirecek Kürtlere ait bir siyasi irade ortada yoktu.

Oysa ismet İnönü, konferans öncesi İsviçre'ye geldiğinde, azınlıklar sorunu içinde Kürt sorununun nasıl bir konsept ile ele alınacağı konusunda kuşkular taşımakta ve bu nedenle İsviçre modeli üzerinde inceleme yapma gereği duymaktadır.

Jakobenizmin gerçek yüzü olan zor ve baskıya dayalı XIX. yy'la ait suni bir "devlet-ulus" modeli kültürüyle yetişen İttihatcı kuşakların, lsviçre gibi demokratik "ulus-devlet" inşasının süreçlerine kendilerini hazırlayacak ne bir enerjileri ne bir kültür birikimi ne de zamanları vardı. Oysa bu model gerçek anlamda bir "ulus-devlet" olarak Türkiye'ye örnek olabilirdi.

O, bu güçlükleri göğüslemek için inceleme yaparken, Mustafa Kemal de kendi cephesinden, yerel yönetimlerle ilgili verdiği söyleşilerle konferansa olumlu demokratik sinyaller gönderme gereği duymaktadır. 1922 yılı Aralık ayında yapılan hararetli ekalliyetler sorunundaki sisli bölgelere açıklık getirme gereği duyan Mustafa Kemal, 16/17 Ocak 1923'te İzmit'te yaptığı konuşmayla, "Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir" diyerek Anayasayı ve TBMM'ni işaret etmektedir.

Bu tartışmaların muhatapları olabilecek Meclis'te bulunan yoğunluklu Kürt mebus kitlesinden ulusal veya etnik haklar konusunda herhangi bir ortak irade beyanında bulunulmaması, her şeyin temsili heyetin inisyatifine bırakılması, Kürt siyasetinin en büyük açmazlarından biri olarak o günlere damgasını vurdu.

Çünkü bütün bu gelişmeler olurken, Sevr öncesinden başlayarak İstanbul'a kendilerini "hapseden", toplumla bağları kopuk Kürt siyasal örgütlerinin işlevsizliğinin, büyük güçlerin değerlendirmelerindeki çekingeleri etkilememesi imkansızdır. "Eğer"li maddelerin kaynağı, Kürdistan' da siyasetin başka eller tarafından yürütülmesinde aranmalıdır. Pratik olarak Kürdistan Sevr ile parçalara ayrılacağının ilk işaretlerini bu nedenle veriyordu. Nitekim, Lozan Antlaşmasıyla sınırlar çizilirken, Sevr' deki kıstaslar ve değerlendirmeler içinde Kuzey Kürtlerinin durumu göz önününe alınarak, sınır hatları belirleniyordu.

1917 Ekim devriminin ezilen halklara sağladığı yeni imkanları kullanan Kemalist hareket, bu konjonktürden faydalanarak Sovyetler Birliği ile kurduğu ilişkiler sayesinde sadece silah ve maddi destek değil, siyasi destek de elde etmişti.

Sovyetler Birliği, Kemalist hareketin ulusal yönünü değerlendirirken bunun burjuva karekterde olduğunu elbette biliyordu. Yapmak istedikleri şey, Türkiye'nin bütünüyle Batı emperyalizmi tarafından teslim alınmasını önlemek ve Lozan görüşmelerinde ele alınacak olan Boğazlar sorununda Türkiye'yi yanlarında görmek istemeleridir.

Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilere yon veren etmenlerin arasında ideolojik boyutları aramak bu nedenle boşunadır. Coğrafyadan kaynaklanan jeopolitik kaygılar daha ön plandadır. Bu ilişkiler konjonktüre! nedenlere bağlı olarak yıllar boyunca sürmüş, yine bu nedenlerle, Ortadoğu'nun en büyük sorunu haline gelen Kürdistan konusunda ne dün ne de bugün Rusya'nın kararlı bir politikası görülebiliyor. Buradaki tarihsel açmazı öncelikle Kürt siyasi örgütlerinin kavramaları gerekiyor.

Mustafa Kemal, uluslararası ilişkilerde konjonktürü de iyi kullanarak e l d e ettiği güç ile, İngiliz ve Fransız siyasetinin Kürt sorununa bakış açısı üzerinden kendi stratejisini belirlemiştir. Kemalistler, bu konjonktüre dahil olan Sovyetler Birliği'nin gözleri önünde, Kürtlerin insani ve ulusal talepleri karşısında en sert önlemlere fütursuzca başvurmaktan çekinmemişlerdir.

Bu nedenle, bırakalım yüzyılları, binyıllardır birbirinden kopuk, ekonomik ve siyasi bağları zayıf, bir beylik veya devlet çatısı altında birleşememiş ve sonunda, önce ikiye, sonra dört parçaya bölünmüş halde dünya siyaset sahnesine çıkan Kürdistan sorunununda kör düğümü çözecek politikalar üzerinde yoğunlaşmak, öncelikle Kürt siyasi hareketlerine düşmektedir. Üretici ve etkili politiklar ancak, kendi coğrafyasında köylülükten, işçi sınıfından, küçük burjuvasına ve kelimenin tam anlamıyla burjuva diyemeyeceğimiz, kompradorun kompradoru olan zenginleşmiş sınıflar arasındaki sosyo-ekonomik ilişkilerin düzenlenmesi, bu katmanlar arasındaki ilişkileri dinamik bir güç haline getirecek üretim ve dağıtım mekanizmalarına kurumsal bir işlerlik kazandırılmasından geçmektedir.

Bölgede, üretici güçleri etkileyen sosyo-ekonomik sorunların tarihsel kökleri, farklı sosyal tabakaları ortak noktalarda birleştirecek kuvvete sahiptir.

Bir diğer notu da, Lozan Antlaşması'nın 100.cü yılına yaklaştığımız bir dönemde açılan tartışmalar hakkında vermek istiyorum.

Evet doğru; Lozan'da gizli, hem de çok gizli anlaşmalar vardı!..

İşte bu gizli anlaşmalar olduğu için çıkartılamayan madenlerin keşfi bazı kesimlere bir umut oldu!..

Tam da 100.ncü yılına girdiğimiz bir dönemde, yeraltında 6 milyar dolarlık jelibon bulunduğu ortaya çıktı.

Bu da yetmedi, arkasından, Gabar Dağı'nda bulunan bir petrol türü dünyada ilk kez keşfedildi!.. Kimyasal hiçbir işleme tabi tutmadan deponuza koyacağınız bu ham petrolle, aracınızı rahatlıkla kullanabilir siniz...

Eh artık!.. Yüz yıl sonra çocukların ve araç sahiplerinin bu kadar hakka kavuşmalarını normal görmek gerekir.

Bizim ise daha çok araştırma yapmaya, bu toprakların altında ve üstünde nasıl bir tarih yaşandığına ve bunun bize ne öğrettiğini bilmeye ihtiyacımız vardır.

Biraz daha gerçekçi olursak; Bazı tarihçi veya politikacılar tarafından 100. cü yılını dolduracak olan bu antlaşmanın geçerliliğini yitireceği yönünde açıklanan görüşlere, içimizden de bazı çevrelerin göz ucuyla müdahil oldukları görülmektedir. Geçmişten gelen kötü gelenek burada da kendisini göstermekte ve dış dinamiklere "bel" bağlama zayıflığı açığa vurulmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, bu antlaşmanın geçerliliğini, ilgili ülkelerin parlamentolarının onayından itibaren kabul eden bir maddesi olduğu açık iken, bitişiyle ilgili bir maddeyi aramak, gerçeklikten uzaktır.

Bu tür antlaşmaları geçersiz kılacak tek neden, yine ilgili devletlerin birbirleriyle sıcak savaşa girmesiyle olabilir. Nitekim, Sevr ile karşılaştırılamayacak kadar ağır yaptırımlarla, Alman halkının onuruna dokunan Versay antlaşması, bu yarayı Nazizim ile örtmeye çalışan Hitler'in neden olduğu dünya savaşıyla son buldu. Savaş sonunda tekrar yenilen Almanya, daha da ağır yaptırımlarla yeniden karşılaştı.

Dolaysıyla Lozan'ın yüzüncü yılına bel bağlayıp yanlış yönlendirilen siyaset, iç dinamikler değil, dış dinamikler üzerinden sonuç elde etmek isteyen pasifist eğilimlerin beklentileri olabilir.

Ancak, uluslararası ilişkilerde yaşanan demokratik değişimler, ortaklıklar ve üyelikler, devletlerin iç politikalarına da yansımakta ve değişimi zorunlu kılmaktadır. En önemli değişimin sinyallerini, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği'yle, BM tarafından alınan kararlar vermektedir.

Türkiye'nin AB ile olan ilişkisinin demokratik bir zeminde yürütülmesi durumunda bu değişimin olacağını görmek mümkündür.

Bu ilişkiler çerçevesinde, Lozan' da toplumsal dokunun ruhuna aykırı olarak, azınlıkların korunmasıyla ilgili 37 ve 45. nci maddeler arasında yanlışlıklar ve eksikliklerle alınan kararlar, bugünün dünyasında, AB müzakere fasıllarında yer alan "Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartı", "Avrupa Bölgesi Diller ve Azınlık Dillerini Koruma Antlaşması" ve "Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşmesi"leriyle uyumlu hale getirilmeleri zorunlu olmaktadır.

Ancak Türkiye, kendi bölgesinde ve Avrupa sokaklarını kana bulayan terör eylemlerini gerekçe göstererek bu maddelere çekingelerini koymakta ve AB'ye bağlı ülkeler de bu çekingeleri makul sebeplerle kabul etmektedirler.

"Ulus-devlet" kurma iddiasıyla yola çıkan ancak, zora dayalı tek kimlikle "devlet- ulus" kurmayı devletin temeli olarak gören ideolojik yapıların iflas ettiği bir dünyada demokratik değişimler, Avrupa Birliği'nin üye ülkelerini de yukardaki sözleşmelere uygun hukuki değişimleri yapmaya zorlamıştır. Federatif Avrupa projesiyle sonuçlanması beklenen bu süreçten en fazla korkanlar Kemalizme sarılan Türk ulusalcılığı ve Jakobenizme sığınan Avrupa aşırı sağı olmaktadır.

Bu sözleşmelerin ruhuna uygun işlerlik kazanabilmesi ıçın, ıç dinamiklerin harekete geçmesi, kendilerini ifade etmesi zorunlu oluyor. İstemler, demokratik kurallar içinde ne kadar yoğun, örgütlü ve dirençli olursa, uygulamaya geçiş şartları o kadar öne çekilmiş ve barışçı olacaktır. Bu güce karşı duracak hiçbir açık veya gizli antlaşma yeryüzünde yoktur.

Milli devrimini yapmış Türkiye' de, yüz yıldır beklemede olan demokratik devrimin can damarının Kürt sorununda yattığı artık yadsınamaz bir gerçeklik haline gelmiştir.

Bu gerçeklik kendisini 1960-70'Ii yıllarda DDKO hareketiyle gösterdi. Kürt halkı tarihinde ilk kez, kendi toprağında kendisi için yapılan bir siyaset ile bu dönemde tanıştı. Derin devlet aklı bu gelişmelere karşı önlem almayı ihmal etmedi ve toplumu darbelerle terörize etti. Bölgeden göç hareketi baskılar, terör ve teşvik ile milyonlara ulaştı. Özal "500 bin kişi goçerse sorunun yarısı halledilir" diyordu. Sayı milyonları aştı.

AKP iktidarıyla beraber Avrupa Birliği sürecinde ilerleyen demokratikleşme hamleleri karşısında paniğe kapılan devletin derin yapılarının sağ ve sol kanatları ortak noktalarda birleşerek, sistemi esir aldılar.

İki parti arasına sıkıştırılamayacak kadar derinlikleri olan bu sorun, Meclis dışına taşınarak diğer partilerin soruna yaklaşımlarını gölgeledi. Kimin ne dediği, ne önerdiği anlaşılmaz oldu.

Bu sürecin ardından yaşanan 2015'teki Hendek olaylarının öncesi ve sonrası, 1984'ten beri uygulanan bu stratejiyi en iyi açıklayan "Düşük Y o ğ u n l u k l u S a v a ş ’ ı n en k a n l ı s a y f a l a r ı n d a n b i r i d i r .

"Meskun Mahal Savaşları"na dönüştürülen gerilla eylemliliğine karar verenler, Kürt gençliğini ateşin içine atarak savaş suçu işlemişlerdir.

"Çözüm" adına "çözümsüzlüğü" dayatarak iktidar erkini asimetrik savaş yöntemleriyle devam etmesini sağlayan bu strateji, sadece Türkiye halklarını değil, siyaset sahnesini de bir örgüt ismiyle esir alarak, zaman kazanmaya çalışmaktadır.

7 Nisan 2023

ÖZET

Bu günlerde, Lozan Antlaşması'nı Uluslararası mahkemelere götürme girişimi üzerine de birkaç söz söyleme gereği duymuyorum:

Söz konusu inisiyatifin ancak medyatik bir girişim olacağını söylemek durumundayım. Çünkü bu tür kesinleşmiş uluslararası antlaşmalar mahkemeler Önünde değil, ancak ilgili tarafların birbirleriyle tekrar savaşması durumunda ortaya çıkacak konjonktürle ilgili bir değişime uğrayabilirler. Bir kez, Balkan ülkeleri ve özellikle Yunanistan bu antlaşmadan Türkiye gibi oldukça memnun ayrılmıştır. Unutmayalım ki, Lozan'daki kıstasların önemli bir bölümü Londra'da hazırlanan Irak Anayasası'nda da geçerli hale getirildi.

Geri kalanlar -Kürtler, Lazlar, Doğu Hıristiyanları ise emperyalist güçlerin umurunda bile değildi.

Yine bu tür antlaşmaları değişime uğratacak olan değişen dünya düzenindeki Siyasal oluşumlara ayak uydurmak zorunda kalan ülkelerin iç dinamikleridir.

Ya da Ortadoğu'da İsrail'in de katılacağı topyekun bir savaş sonrası değişecek haritalarla olabilir. O zaman da bugün çizdiğimiz Kurdistan sınırlarından geriye ne kalır, onu kimse öngöremez...

AB ile olan ilişkiler demokratik değişimin anahtarını bize vermektedir.

Yukarda ifade etmeye çalıştığım sosyolojik gerçeklikler, Kürt siyasal örgütlerinin stratejilerinde ne kadar yer aldığı konusunda esaslı şüpheler taşımakla birlikte, bu süreci yakından takip edenlerin de olduğu bir gerçektir.

Yine bu konuda AB'ne girişle ilgili hangi güçlerin ayak dirediklerine dikkat etmek gerekmektedir. AK partiyi esir almış Avrasyacı ulusalcı grupların neden ve nasıl "Yeşil Kemalizm'e"savruldukları ancak bu nedenler içinde görülebilir.

Yine bu nedenler içinde Hüda-Par'ın durumu da iyi irdelenmek durumundadır.

Bu hareketin dini ve milli söylemlerine inananlar dışında sahip olduğu stratejik konumun Kurdistan sosyolojisinde çok tehlikeli çatışmaları barındırdığı görülmelidir. İmralı mantığının bu hareketi Türkiye'nin Hamas'ı olarak suçlaması, gerçekte kendi kimliklerini gizleme çabalarından başka bir şey değildir. Evet; İsrail'in bir ama Türkiye'nin iki Hamas'ı var ve bu iki hareket birbirleriyle çatışmalı durumda tutulacaklarından,

Kurdistan'ı bekleyen büyük tehlikeleri şimdiden kamu bilincine açıklamak önemlidir.

Bu nedenle demokratik sürece sadece bir-iki partinin inisiyatifiyle değil, bölgenin sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlarını yaşayan üretici ve tüketici güçlerin ortak dayanışmasıyla topyekun gündeme taşınması en etkili yöntem olarak görülmektedir.

Geçmişte DDKO çatısı altında yapılan demokratik eylemlerin derin devlet ve yönetici sınıf üzerinde yarattığı kuşkular, bunun ipuçlarını bize vermektedir.

8 Temmuz 2023 Diyarbakır’da “Lozan Konferansı’nın 100. Yılı ve Kürdistan’ın Geleceği Konferansı”na yapılan sunum

Deng Dergisi, sayı: 130

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar