yazarlar makaleler
Erdoğan ve İki Sorun
12/7/2023

Haydar Cihaner

aa@aa

Erdoğan, iktidara geldiğinden bu yana milliyetçilik, muhafazakarlık ve siyasal İslam gibi kavramları popülizmin araçları olarak kullanıp, kendi seçmen kitlesini konsolide edebilmeyi fazlasıyla başarabilen bir siyaset adamıdır. Bu haliyle var olan siyaset yapma tarzı, kutuplaştırma ve toplumsal yarılma yaratarak toplumun bir yarsını ötekileştirme, diğer yarısını sahiplenme tarzıdır. Aş, iş ekmek gibi asli sorunlar bu siyaset tarzı ile ikinci, üçüncü sorunlarmış gibi bir işlev görmektedir. Nitekim Erdoğan, ülkenin yönetilemez olması ve bir sarmal haline gelen sorunlara rağmen duygu yüklü söylemleri – cehaletin avantajlarını da kullanarak- gündemde tuttu ve beklenmedik şekilde yeniden iktidar oldu.

Uzatmadan, Erdoğan’ı merkeze alan milliyetçi, muhafazakar, siyasal İslamcı ve militarist kadro, beş yıllığına ülkeyi yönetme yetkisini sayısız sorunlarla birlikte yeniden ele geçirdi. Bana ayrılan yerin sorunların tümünü analiz etmeye yetmeyeceği gerekli de olmadığı düşüncesiyle, Türkiye’de hep var olan iki temel sorun üzerinde durulacaktır.

1 Kürd Sorunu

Sorun esasen Kürt Sorunu olarak değil, Kürd/Kürdistan sorunu olarak ele alınmalı ve bu anlamda bir bütünlük içinde incelenmelidir. Çünkü Kürdler Türkiye’nin asli unsurlarından olan bir kimliği temsil ettikleri gibi, Kürdistan coğrafyası da M.Ö’ye dayanan kadim bir tarihi içinde barındırır. Bu tarihi derinlik anlaşılmadan Kürd kimliği yeterince anlaşılamaz, bir yanı eksik kalır. Kaldı ki sorun temel hak ve özgürlükler sorunu olduğu gibi aynı zamanda siyasal bir sorundur. Bu durumda sorun bir coğrafyayı gerektirir.

Sorun, Osmanlı’dan kalma bir dizi olaylar zincirine sahip olmakla beraber, Cumhuriyet tarihiyle birlikte başlayan ve günümüze kadar gelen süreç özetlenecektir. Bu anlamda sorun, Erdoğan’ın yarattığı bir sorun değil, Cumhuriyetin devlet politikasının sürgit devam ettiği ve çözümün şiddette arandığı bir sorundur. Erdoğan’ın yaptığı, bazı farklılıklarla birlikte devlet politikasını sürdürmek olmuştur.

Bu haliyle 25 milyonluk bir Kürd nüfusunun tüm hak ve özgürlükleri yok sayılmakta ve sorunun esasen siyasi bir sorun olduğu görmezlikten gelinmektedir. Bir ülke nüfusunun dörtte birinin farklı bir etnik gruptan olduğu, ancak yasal/anayasal hiçbir hakkının olmadığı bir başka ülke görmedim, duymadım, bilmiyorum. Bu durum Türkiye’ye, hem de demokrasi ile yönetildiği iddia edilen Türkiye’ye münhasır olsa gerek.

Sorun Lozan Antlaşması ile Türkiye’de yaşayan Müslüman etnik kimliklerin Türk sayılması ve hemen ardından düzenlenen 1924 Anayasası ile Türk’ün tek kimlik, Türkçülüğün tek amaç olmasıyla birlikte başladı. Bu düzenlemeler farklı kimlikleri ret, inkar, asimilasyon ve imha süreçlerini devlet politikası olarak devreye koydu.

Başka kimlikleri yok sayma siyasetine ilk tepki Kürdlerden geldi. 1925-1938 yılları arasında Kürdler ret ve inkara karşı çok sayıda direnişin sembolü oldular. Ancak farklı nedenlerden dolayı yenilen de hep Kürdler oldu ve sert bir asimilasyon süreci başlatıldı.

Erdoğan’ın Soruna Bakış Açısı

İslam dininin kutsal kitabının Hucuret Suresi “Ey insanlar. Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık” der.

Erdoğan bir İslamcı siyaset adamı olarak bu sureyi dikkate alıyor olmalı ki, her sabah öğrencilere okutulan “Andımızı” okutmayı gerekli görmemiştir. Ancak aynı Erdoğan aynı zamanda bir Türk milliyetçisidir. Bu anlamda oyunu İslam’a göre değil, milliyetçiliğe göre oynar. Çünkü siyasal İslamcılarda İslam, asıl değil, milliyetçiliğin sosudur.

Erdoğan, iktidara geldikten yıllar sonra iç ve dış koşulların gereği ve partisinin iktidardaki devamlılığı adına bazı düzenlemeler yapmak zorunda kaldı. Bunlardan ilki, resmi ideolojinin tüm sert tepkilerine rağmen 2009 yılı başında TRT bünyesinde resmi olarak gün boyu yayın yapan TRT Kurdi kanalını açılmasıdır. Kıyamet kopmadı, yoğun eleştiri ve tepkilerin yersiz olduğu anlaşıldı.

TRT Kurdi, herhangi bir yasal güvenceye sahip olmadığı gibi, Kürdlerin hak ve özgürlük taleplerini Kürdlerin istediği anlamda gündeme getirmedi, getirmeyecek. Kanal zamanla tamamen AKP’nin denetimine girerek partinin Kürdistan’daki sözcülüğünü yapmaya başladı. Anlaşılan o ki kanal resmi ideolojiye bir sorun yaratmadığı için kapatılması konusunda herhangi bir talep de gündeme gelmiyor.

2013-2014 eğitim öğretim yılı başında MEB çıkardığı bir yönetmelikle, bilinmeyen diller adı altında 5. 6. 7. ve 8. sınıflarda seçmeli ders olarak Kürtçe eğitim vermeye başladı. Ancak binlerce öğrencinin başvurusuna rağmen 2022 eğitim yılı için sadece üç öğretmenin atanmış olması, bu konuda bir komedinin yaşandığını göstermektedir. Esasen yapılan, hem seçmeli Kürtçe dersi veriliyormuş gibi yapıp göz boyamak, hem de Kürdçe anadilde eğitim talebini yumuşatarak engellemektir. Bir başka ifade ile temel bir insan hakkı olduğu gibi pedagojik açıdan da önemli olan ana dilde eğitim, bir garabet halini alan seçmeli dersle perdelenmekte, engellenmektedir.

2010 yılında Mardin Artuklu, ilerleyen yıllarda Tunceli Munzur, Muş Alparslan ve Bingöl Üniversitelerinde YÖK’ün onayı ile Kürd Dili ve Edebiyatı bölümleri açıldı. Ancak Çözüm sürecinin sona ermesi ve OHAL’in ilan edilmesi ile birlikte bu üniversitelerde görev yapan birçok öğretim üyesi görevden alındı ve bazı üniversitelerde Kürdçe yüksek lisans tezi yazımı yasaklandı.

Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir iktidarın bu konuyu tabu kabul etmesinden dolayı el atmamış olması ve Erdoğan’ın bu tabuları yıkmış olması elbette önemli ve anlamlıdır. Erdoğan bu tabuları yıkarken hiçbir Kürd siyasi tarafını muhatap almadı. “ ben yaptım oldu” anlayışıyla gerçekleştirilen bu tür iyileştirmelerin Erdoğan’ın direktifleriyle yapılmış olması ve yasal/anayasal hiçbir güvenceye sahip olmaması düşündürücü ve bir o kadar da soru işareti taşımaktadır. Esasen yapılanlar Kürd seçmenin Erdoğan’a bağlanmasından öte bir anlam taşımamaktadır. Nitekim yapılan her seçimde Kürdistan’dan en çok oy alan parti AKP’dir. Elbette bu bağlılığın başka nedenleri de vardır.

Çözüm Süreci

Yukarıdaki iyileştirmeler ve Çözüm sürecinin başlatılması Erdoğan-Kürdler bağlamında bir iç politika konusu değildir. AB’ne girmek için bazı adımların atılması gerekiyordu. Kaldı ki Güney Kürdistan’da federe bir yapılanmanın oluşması ve Kürdlerin IŞİD’e karşı başarılı bir mücadele vermesi dünya kamuoyunun ilgisini çekmiştir. Bu anlamda Türkiye’de de Kürdler lehine bazı iyileştirmelerin yapılması konjoktürel bir durumdu.

Çözüm süreci aşamasında Kürdistan’da halk desteğinin % 90, Batı’da ise 70 civarında olmasına rağmen Erdoğan gerçek bir çözüm önermiyor ve sadece silahların susturulması üzerinden strateji oluşturuyordu. Çünkü çözümün bu şekilde olması kendisi ve partisinin hanesine artı olarak işlenecekti. Ancak işler istediği gibi gitmeyince masa devrildi ve 2015’te çok daha kanlı bir sürece yeniden girildi.

Yeni bir çözüm süreci ihtimal dahilinde olabilir. Ancak yeni bir çözüm süreci ihtimali, günümüzün iç ve dış koşulları objektif olarak değerlendirilmeden bir kanaate varabilmek olası değildir Bu anlamda;

Erdoğan’ın bu konuda geçmişten de ders alarak Kürdler adına daha ileri adımlar atabileceği söylenemez. İktidar günümüzde sorunlar yumağı oluşturmuş ve bu yumağın içinde tıkanmış olmasına rağmen Kürdlerle ilgili konularda eli daha da güçlüdür Çünkü:

a) Güney Kürdistan’ın bağımsızlık talebi Türkiye, İran, Irak ve ABD tarafından sert bir tepki gösterilerek engellenmiştir. Bu durum da Güney’de yeterince oluşamayan enerjinin Kuzey’e sinerji olarak dönmesi minimize olmuş durumdadır.

b) Güney’de Türkiye tarafından oluşturulan çok sayıda askeri üs ve devam eden saldırılar çözümün militarizmle, devlet terörüyle ortadan kaldırılmak istendiğini, fabrika ayarlarına geri dönüldüğünü göstermektedir.

c) Suriye Kürdistan’ında var olan işgallerden uzun süreliğine taviz verilmeyeceği, bu haliyle hem Suriye Kürdistan’ının hem de Suriye yönetiminin baskı altına alındığı görülüyor. Üstelik Suriye yönetiminin baskı altında tutulması ABD’nin Suriye politikasına da uygundur.

d) Suriye Kürdistan’ının top atışları SİHA’lar ve Türkiye tarafından desteklenen terör unsurları tarafından sürekli olarak taciz edilmesi bölgedeki Kürd kazanımlarına darbe vuruyor.

e) HDP’nin Türkiyelileşme stratejisi ile Kürd ulusal sorununu geri plana ittiği, bu yetmezmiş gibi kadrolarının sistem tarafından kıskaca alındığı dikkate alındığında sistemin elinin düne göre daha güçlü olduğu görülecektir.

f) Devlet terörünün görülmemiş oranda artması, masumane taleplerin bile engellendiği, karşı tarafın tepkisel hareket kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır

g) Ukrayna’daki savaşında etkisiyle Türkiye’nin ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak Kürd/ Kürdistan konusunda daha rahat hareket ettiği – ülkemi teröristlere karşı savunuyorum bahanesinin de etkisiyle- görülüyor.

h) Özellikle Batılı devletlerin ve kamuoylarının IŞİD ile yapılan savaşlardan dolayı Kürdlere diyet borcu varken, bu diyet borcunun giderek unutulduğu da söylenebilir.

Sonuç olarak, küçük bir ihtimalde olsa çözüm sürecinin yeniden başlaması, sistemin Kürd muhataplarıyla değil, Erdoğan’ın “ ben yaptım oldu” tarzıyla gerçekleşecektir diye düşünüyorum. Bu tarz bir çözüm ise Mart ayında yapılacak yerel seçimlerden sonra olası bir anayasa değişikliği sırasında gündeme gelebilir. Ola ki Erdoğan, AB’ye yeniden yönelmenin arayışı içinde olsun diyeceğim ama, iç ve dış koşulların şimdilik bu yönelmeye elverişli olmadığı da bir gerçektir.

Tüm bunların dışında Erdoğan’ın merkezinde olduğu, Bahçeli ve militarizm faktörleri de düşünüldüğünde umutlu olmak çok zor gibi. Ancak özellikle Körfez Savaşından sonra Kürdlerin Ortadoğu’nun bir realitesi olduğu bu anlamda militarist yöntemlerle sorunun çözüme kavuşmayacağı görülmelidir.

2. Ekonomik Sorun.

Türkiye 24 Ocak kararları ile birlikte liberal ekonomik politikalara tam gaz hız verdi. Ancak Türkiye’deki neo-liberal ekonomi politikalarının şampiyonluğunu Erdoğan’ın yaptığı söylenebilir. Bilindiği gibi bu ekonomi politikaları, serbest piyasa koşullarına göre oluşturulan özelleştirmelere dayanır. Sözü edilen ekonomi politikalarının gelir dağılımı adaletsizliği yaptığı, en zenginlerle en yoksulların gelirleri konusunda her geçen yıl makası zenginler lehine açtığı bilinmektedir. Ancak Türkiye’de bu ekonomik politikalar bile kuralına göre işlemez.

Erdoğan’ın bir TÜSİAD toplantısında yaptığı konuşma “TÜSİAD bu şekilde devam ederse iktidarın kapısını hiç çalmasınlar. Görüyorum ki siz de aynı merkezden yönetiliyorsunuz. Merkez belli CHP’dir. CHP size ne diyorsa o ağızla konuşuyorsunuz. O halde bu kapı milli ve yerli duruş sergileyenlere açıktır. Milli ve yerli duruş sergilemeyenlere kapalıdır” der. İlerleyen yıllarda daha da sertleşen bu konuşma üslubu, Anadolu sermayesi ve İstanbul sermayesi gibi ikili bir sermaye bloğunun oluşmasına neden oldu. Ancak zamanla İstanbul sermayesinin itaat altına alınması süreci başladı. Nitekim kamu ihalelerinin kimlere verileceği bu itaat esasına yöre yapıldı, yapılmaya devam ediliyor.

Neo-liberel ekonomik politikalar, Türkiye’de 2021 yılında “Türkiye Ekonomi Modeli” gibi bir garabeti piyasaya sürdü. Bu modele göre Türkiye hep üretecek, ürettiğini ihraç edecek, döviz geliri ve bütçe fazlası olacak, istihdam görülmemiş bir şekilde artacak, cari açık azalacak, belki de fazla verecekti. Ancak sonuç hayallerin değil gerçeğin gereği olarak Türk lirasının değerinin fazlasıyla düşmesi, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı olarak karşımıza çıktı.

Türkiye’deki ekonomik açmazın bu genel ve özet çerçevesinden daha özele doğru bir yolculuk yapacak olursak;

Mayıs seçimlerinden sonra memur ve emekliler için yapılan maaş artışlarının, akaryakıt başta olmak üzere her alanda yapılan zamlarla geri alındığı, yoksul kitlelerin daha da yoksullaştığı yaşanarak görülmektedir.

Bir süredir iktidar güdümlü sendika ile 2024-2025 yılları için yapılan maaş artışlarının güdümlü sendikayı bile çileden çıkardığı ve anlaşmazlık üzerine iktidarın tarafında olan hakem heyetinin artışı bir kuruş bile arttırmadığına şahit olduk. Ancak Mart ayındaki yerel seçimler yapılmadan Erdoğan’ın yine ulufe dağıtacağı söylenebilir. Mart seçimlerinden sonra herhangi bir özel durum gerçekleşmeyecek olursa ekonominin rayına konması için yükün yine emekçi sınıflara bindirileceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Deng Dergisi, sayı: 130

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar