yazarlar makaleler
AK Parti‘nin 20 yıllık Serüveni ve Çıkmazları
12/3/2023

Ali Haydar Fırat

aa@aa

20 yılı aşkın bir süredir iktidarda olan AK Parti, iktidarının son sekiz yılını MHP ve Büyük Birlik Partisi ile oluşturduğu (2023 seçimlerinde, bu ittifaka HÜDA PAR Yeniden Refah, Büyük Birlik, Demokratik Sol partiler dâhil oldu.) ‘Cumhur İttifakı’ ile Mayıs 2023 seçimlerini alarak iktidarını perçinledi. Bu ittifakın son 8 yılda sürdürdüğü, kutuplaştırıcı dil, tehdit, korkutma, çarpıtma, iç ve dış düşmanlar, uluslararası komplo teorileri, beka sorunu ve Kürtlere dair talepleri, terör sorununa indirgeyen söylemleri topluma benimsetildi. AK Parti ile Cumhur İttifakı, bu söylem ve yaklaşımlar ile iktidarlarını bu güne kadar getirmeyi sağlayabildi.

Bu yazı ile iktidarın 20 yılı aşan yönetimini, geçmişten günümüze değerlendirmeye çalışacağım. Ekonomi, Kürt sorunu, hukuk, dış politika, hak ihlalleri, azınlıklar sorunu, inanç ekseninde yaşanan sorunlar ve kurumsal işleyişe dair yığınla sorun ve çıkmazlara karşın, (adalete lete güvenin %20’lere düştüğü, ekonomik göstergelerin dip yaptığı, eğitim ve sağlıkta yaşanan yığınla sorunlar ve depremin yaşandığı 11 ilde yaşanan tüm sorunlara karşın) Cumhur İttifakı'nın 2023 seçimlerini kazanması iktidarın başarısı mıdır? Yoksa muhalefetin (özellikle de ana muhalefetin) başarısızlığı mıdır? İktidarın yapıp yapamadıklarına bakmadan önce muhalefetin, yapamadıklarına bakarak iktidar blokunu değerlendirmenin daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.

Temel sorunlarda iktidarın söylemlerine laf yetiştirmekten başka bir becerisi olmayan, dış politika da doğru ve yanlışa bakmaksızın, beka sorunu gündeme geldiğinde iktidar blokunun belirlediği çizginin dışına çıkamayan bir ana muhalefet partisinin halk nezdinde, iktidara alternatif olma şansı var mı? Kanımca farklılık yaratamaması yenilgisine yol açan faktörlerden birisiydi.

Muhalefet iktidarın yarattığı soyut gündeme takılarak politika üretmekten bir türlü vazgeçemedi. Cumhur İttifakı seçim öncesi süreçte, toplumun temel sorunlarına yönelik taleplerini gündemden çıkarmak için oluşturduğu soyut gündeme, muhalefet dört elle sarıldı. Muhalefet partileri veya muhalefete yakın kişiler tarafından söylenen sıradan bir ifade ve açıklamadan darbe çağrısı, beka sorunu, vatan hainliği ve dini değerleri aşağılama gibi (seccadeye basılması gibi) soyut kavramlarla oluşturulan politik zemin, iktidarın sıkça başvurduğu bir yol oldu. İşin ilginci muhalefet özelliklede ana muhalefet partisinin bu temelsiz suçlama ve iddialara karşı savunmaya kalkışması ve takındığı suskunluk hali anlaşılır bir hal değildi. İktidarın yıllardır sürdürdüğü bu politikaya takılan muhalefet temel sorunları topluma anlatmada ve çözüm önerilerini sunmada yetersiz kaldı.

Anayasaya aykırı olduğunu belirtmesine karşın, Kürt milletvekillerinin

dokunmazlıkları’nın kaldırılmasına onay veren ana muhalefet partisi liderine, komşu ülkelerin iç işlerine müdahale ederek (Suriye, Irak, Libya vs) asker bulunduran ve sıkça askeri operasyon düzenleyen iktidara, yıllarca sorgusuz-sualsiz destek veren ana muhalefet partisi liderine, Suriye'deki cihatçı gruplara sağlanan askeri ve ekonomik desteğin niçin, neden verildiğini sorgulamayan soru bile soramayan, yerli yersiz yapılan askeri operasyonların bütçeye getirdiği yüke değinmeyen ana muhalefet partisi liderine, bu gün yaşadığımız sorunların temelini oluşturan Nisan 2017 anayasa değişikliği referandumunda, mühürsüz oyların geçerli sayılması gibi önemli bir olaya ve hak ihlaline (kısıtlı bir itirazın ötesine geçmeyen söylemler hariç) sessiz kalan ana muhalefet liderine,

İki dönem (2014 ve 2019 yerel yönetim seçimleri) Kürtlerin oylarıyla seçilen belediye başkanı ve meclis üyelerinin yerine atanan kayyumlara sessiz kalan ana muhalefet liderine, toplumun güven duymadığı ortaya çıktı. Bu başlıkları çoğaltmamız mümkün. Benzer temel konularda yerinde ve zamanında tavır almayan karşı duruş sergileyemeyen ana muhalefet liderine toplumun önemli bir kesimi destek vermedi. 2023 seçim sonuçları bu savı doğruladı. İktidara karşı muhalefetin (İttifakın dışında olan Yeşil Sol Parti hariç) temel konularda bir farklılık yaratmaması veya yaratamaması ya da, varsa farklılığı topluma gösterememesi Cumhur İttifakını 5 yıllığına daha iktidara taşıdı.

Bu seçimin en önemli özelliği, Türkiye’ye özgü tek merkezden yönetilen, demokratik hiçbir yönü olmayan otokratik bir yönetimin kalıcı hale gelmesinin önü açıldı. Aslı Erdoğan’ın söylediği söz, demokratik bir ülkede yaşamak isteyen herkesin hissettiği bir kaygı, ‘asıl endişem, geri dönüşü olmayan bir noktaya, totaliter bir rejime evrilmemiz.’

Toplum da değişime ihtiyaç duyanların yaşadıkları, Bekir Ağırdır’in ifadesiyle, ‘herkes yaralı, bereli. Toplumda siyasete karşı derin bir umutsuzluk, ilgisizlik, sessizlik ve hareketsizlik var.’ Ana muhalefet partisi ve diğer muhalefet partilerinin yöneticileri ise hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun, haklı söylemiyle; ‘Ben, bu kadar seçim kaybeden bir ana muhalefet partisi genel başkanın parti başında kaldığı başka bir ülke bilmiyorum. On bir mi, on iki mi oldu kaybedilen seçim sayısı. Varsa bilen buna bir örnek versin.’

Cansu Çamlıbel’in söyleşide, (Zor Konuşmalar, Prof. Dr. Fuat Keyman’la) muhalefet için yaptığı değerlendirmeye bakarsak hangi noktada olduğumuzu daha iyi görmüş oluruz. ‘ 2023 seçimlerinin kaderini belirleyen birinci tur oylamanın üzerinden bir ayı aşan bir zaman geçmesine rağmen tuhaf bir yerde kilitlendik kaldık. Başta CHP Genel Başkanı ve Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere tüm muhalif aktörler seçimler hiç yaşanmamışçasına kaldıkları yerden hayata devam ettikleri için Türkiye toplumunun neredeyse yarısına denk gelen direncini konuşmuyoruz, konuşamıyoruz. Siyası alan tümüyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bırakılmış duygusu yaratan bir hal içinde doğaldır ki iktidar bloğu ‘kendi planına sadık’ biçimde hızla yeni dönemin alt yapısını hazırlıyor. (1)

Cumhur İttifakı ve AK Parti 20 yıllık iktidarını böyle bir muhalefetin varlığına borçlu. Şimdi de 20 yıldır iktidar olan bir partinin paydaşlarıyla ülkeyi ne hale getirdiğine bakalım.

İktidarının 21 yılında olan AK Parti, yönetimde olduğu sürecin ilk on yılında, değişim yönünde olumlu gelişmelere zemin hazırladı. Çözüm süreci, demokratikleşme çabaları olumlu yönde kayda değer gelişmelerdi. 7 Haziran 2015 seçimleri ile parlamentoda çoğunluğu kaybetmesi sonrası, AK Parti, kuruluş felsefesinde belirttiği ilkelerinden hızla uzaklaştı. 7 Haziran sonrası MHP ile kurduğu ittifak, partiyi Türk-İslam ideolojisi sürecine yöneltti. 15 Temmuz başarısız darbe girişimi sonrası AK Parti'nin yönetim anlayışı, tamamen lidere endekslenen bir yapıya büründü. İttihat-Terakki’nin 12 Eylül sonrası oluşan ideolojisinin devamı olan Türk-İslam ideolojisinin etkisine girdi.

Türkiye’nin, ekonomi, hukuk, temel haklar, Kürt sorunu, çalışma hayatı, dış politika ve sosyal yaşama dair, yaşadığı olumsuzluklar, Türk-İslam ideolojisinin egemen olduğu 8 yıllık bu süreçte yaşandı. 2023 seçimleri ile iktidarını perçinleyen AK Parti ve Cumhur İttifakı, yasa, ilke, kural ve kurumsal yönetim anlayışını yok ederek yaşamın her alanında keyfiliği egemen kıldı. Yolsuzluk, rüşvetin bu kadar dillendiriliyor olması, mafyavari güç odaklarının bu denli etkin olması bu yönetim anlayışının bir sonucudur.

Türkiye’nin 100 yılına giren Cumhuriyet yönetimi, zaman, zaman düşünceye özgürlük, hukukun tarafsız olması ve sivil toplumun gelişimi gibi olumlu aşamalar geçirmesine rağmen, hiçbir zaman demokratik bir hüviyete kavuşmadı.

Tek parti, askeri darbeler ve muhtıra dönemleri dâhil, baskıcı otoriter yönetimlerin olduğu dönemlerden günümüze hiçbir dönem, Cumhur İttifakı'nın son 8 yılda her alanda yarattığı kuralsız ve hukuksuz yönetimden daha olumsuz olmadı. Cumhur İttifakı, devlet olmanın önemli koşullarından birisi olan kurumsal yapıyı işlevsizleştirdi. Parlamentonun yürütmeyi denetleme yetkisi ortadan kaldırıldı. Hukuk siyasallaştı. Üniversite özerkliğini tümüyle yitirdi. Özerkliğini yitiren üniversite bilimsel çalışmalardan da uzaklaştı. Güvenlikle ilgili birimlerin tümü tek bir merkeze bağlandı. Kararlar bir merkezden danışmanlar tarafından alınıp uygulatılıyor. Denetlenmeyen, topluma hesap verme yükümlülüğü olmayan, bir yönetim anlayışıyla yönetiliyoruz.

Toplumun farklı kesimlerinden akademisyenlerden, sivil toplum örgütlerinden gelen hiçbir öneri dikkate alınmadı, alınmıyor da. Bu durum, gücü elinde tutan küçük bir azınlığın tüm ülkeyi bir uçtan, bir uça yönetmesine yol açtı. İktidar cephesinin mevcut politikası, toplumun geniş bir kesiminin geleceğine dair umutlarını olumluya götürecek hiçbir öğe barındırmıyor. Ekonomide, eğitim ve sağlıkta, temel haklarda ve Kürt sorununda, hukukta, sosyal alanda ve yeni bir anayasa arayışındaki Cumhur İttifakı'nın geldiği nokta ve gideceği yönü değerlendirmeye çalışalım. Kısaca, 20 yılda geldiğimiz noktanın ne olduğuna bakmaya çalışacağız.


Ekonomi

AK Parti iktidarının ilk döneminde, toplumun geniş katmanlarını da kapsayan bolluk ve bereket hali bir süre sonra, küçük bir azınlığın kazanımlarını artırmasına evirildi. Dar gelirliler süreç içerisinde daha da yoksullaştı, orta tabaka ortadan kalktı. Zenginler ise daha da zenginleşti. Kamu kaynakları küçük bir azınlığın çıkarına işletildi. Üreticiye geçmişte sağlanan desteklerin bir bölümü kesintiye uğradı veya iktidara yakın kesimlere aktarıldı. Tarım ve hayvancılıkta kendisine yeter düzeyde bir ülke olan Türkiye, ithalat yoluyla bu ihtiyaçlarını karşılama yoluna girdi. Bu yolla ithalat yapan beli bir kesim zenginleşirken, tarım ve hayvancılıkla uğraşan geniş bir kesim yoksullaştı.

Özelleştirme ile toplumun vergileriyle kurulan toplumun önemli bir kesiminin istihdamını sağlayan kamuya ait şirketlerin (KİT) kendisi veya hisseleri ile sosyal tesis ve taşınmazların satışı yapıldı. Tamamı ve hissesi satılan 500 den fazla kamu kuruluşu arasında, Sümerbank, TEKEL, TÜPRAŞ, SEKA, Ereğli, İsdemir, Kardemir, ETİ, maden işletmeleri, PETKİM, Telekom, Çimento fabrikaları, Petrol Ofisi, Gübre fabrikaları, Şeker fabrikaları ve THY daha birçok işletme yok pahasına satıldı. Özelleştirme sadece KİT’lerin özelleştirmesi olarak gerçekleşmedi. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinin önü de açıldı. Kamu personeli aracılığıyla yapılan hizmetler taşeron şirketlere devredildi.

KİT’lerin Özelleştirilmesi 24 Ocak 1980 kararlarının ürünüdür. 1986 da ANAP döneminde KİT’lerin %1, 1992- 2002 koalisyon hükümetleri döneminde %10, AK Parti iktidarı döneminde ise %89 ‘u özelleştirildi. Özelleştirmeden ANAP döneminde 890 milyon dolar, koalisyon hükümetleri döneminde 7,2 milyar dolar ve AK Parti iktidarı döneminde 63 milyar dolar gelir elde edildi. Bir başka değimle toplumun 80 yıllık varlıkları 15 yıl içinde AK Parti tarafından satıldı. Elde edilen gelir iç ve dış borç ödemesi ile yol, köprü, Tünel gibi hizmetlerin finansmanında kullanıldı. Üretim ve yatırıma dönük herhangi faaliyet için kullanıldığına dair bilgi ve veri yok. Hisselerinin bir kısmı özeleştirilen, gerisi de kamuda kalan KİT’ler ve kamu işletmelerinin büyük bir bölümü Varlık Fonu'nun bünyesine alındı. Millet Meclisi ve Sayıştay denetimi dışında olan bu kamu işletmelerinin işleyişi tamamıyla, Varlık Fonu yönetim kurulunun inisiyatifine bırakıldı.

Yap-İşlet-Devret modeliyle, özel sektöre (ihalesiz, iktidara yakın şirketlere) hazinenin garantisiyle yaptırılan yol, köprü, tünel, havaalanı, hastane gibi tesis ve hizmet birimlerinin için dövizle yapılan ödemeler hazine ve doğal olarak da toplum için büyük yük oluşturuyor. Devlet bu şirketlere her yıl bütçeden milyarlarca lira garanti, döviz cinsinden ödeme yapıyor.

Faiz indirimi yaparak, enflasyonun yükselmesine yol açan ve Merkez Bankası'nın döviz rezervlerinin yok edilmesinin önünü açan, yanlış politikalar sonrası yürürlüğe konan ve piyasadaki dövizi toplamayı hedefleyen, KKM (kur korumalı mevduat hesabı) hesaplarının hazineye ve Merkez Bankası'na maliyeti 2022 yılında 92,5 milyar Dolar oldu. Yanlış bir ekonomik karar sonucu doğan zarar yine halka ödetildi. Kısacası, yine, yoksuldan alıp zengine verdiler.

AK Parti iktidarı, son yıllarda % 100’un üzerinde seyreden enflasyonu TÜİK aracılığıyla % 50’lerin altında göstererek kamuda çalışan milyonlarca memur, ayrıca kamu ve özel sektörde çalışan milyonlarca işçi ile emeklinin, enflasyona göre belirlenen gelirine göz diktiler. Ücretleri enflasyon oranına göre belirlenen bu kesimler, enflasyonun düşük gösterilmesinden kaynaklı gelir kaybına uğradılar. Yoksulluk sınırının altında bir gelire sahip milyonlarca emekçi, AK Parti'nin yanlış ekonomik politikalarının yarattığı zorluklarla yüz yüze kaldı.

AK Parti iktidarında katlanarak artan iç ve dış borç yükü toplum için ciddi risk taşıyor. Yıllık bütçe gelirlerinin önemli bir bölümü iç ve dış borç ödemesi ile güvenlik (askeri) harcamalar ve yap-İşlet devret kapsamında yapılan, hazine garantili hizmetle gidiyor. Bütçenin kalanı, toplumun temel ihtiyaçlarına ayrılıyor. Gelirlerle, giderlerin denkleşmemesi, iki dönemdir yıl ortasında ek bütçe yapma ihtiyacı doğurdu. Ek bütçe, yeni vergiler, devlet için yeni gelir kalemleri yaratmak anlamına geliyor. Ek bütçeye sağlanan ek gelirler, toplumun tümünün karşılamak zorunda olduğu gelirlerdir. Kısacası ek bütçeyle halktan toplananlar, yatırıma, üretime ve toplum yararına değil, yönetenlerin tercihine göre kullanılan bir gelir kaynağı olmanın ötesine geçemedi.


Hak İhlalleri

20 yıllık iktidar süreci içinde yaşamın her alanda hak ihlalleri yaşandı. 2016 da ilan edilen OHAL’ın 2 yıl sonrası kaldırılmasının ardından çıkarılan yasa ile Valiler ve Kaymakamlara tanınan yetkiler (olağanüstü hiçbir durum olmaksızın, anayasada belirtilen, temel hak ve özgülüklere aykırı kısıtlamalar) doğrultusunda 2021, 2022 ve 2023 yıllarında yığınla hukuksuzluk yaşandı.

Halkın ahlaki değerleri ile bağdaşmıyor (sanatçıların kıyafetleri) diye birçok sanatçının konserleri yasaklandı. İktidara muhalif (bir kısmı Kürtçe söyleyen) birçok sanatçının konser ve etkinlikleri de yasaklandı. Cumartesi anneleri, kayıp yakınları, cezaevlerindeki hasta tutsaklar, infazı yakılan tutsak ailelerin hak arayışı ve kadın cinayetlerini protesto eden kadınların eylemlerinin tümüne yakınına yasak getirildi. Birçok eylemci gözaltı ve şiddete maruz kaldı.

Karadeniz, Ege, Marmara ve Akdeniz bölgelerinde orman alanları, zeytinlikler ve tarım arazileri, maden arama, taş ocağı, termik santral, HES ve yerleşim alanı için imara açılması gibi gerekçelerle talan edildi. İktidara yakın sermeye gruplarının doğada yarattığı yıkım, yasa ve ilke tanımaksızın devam etti ve ediyor. Sulak alanlar, su kaynakları, ormanlar, tarım arazileri küçük bir azınlığın çıkarı için yok edildi. Buna direnen yerel halk, çevrecilerin tüm eylem etkinlikleri ve hak arayışlarına yasak getirildi.

İşçi, öğrenci ve emekçilerin toplantı ve gösterileri, açıklama yapma gibi temel hakları, yasaklandı. Katılımcılara orantısız güç kullanıldı. Bu müdahaleler ve orantısız güç kullanma öylesi bir boyuta geldi ki dokunulmazlık hakkına sahip milletvekillerinin açıklama yapması bile engellendi, şiddete maruz bırakıldı.

15 Temmuz başarısız darbe girişimi sonrası ilan edilen ve 2 yıl yürürlükte kalan OHAL kapsamında 10 binlerce kamu görevlisi cezayı hiçbir soruşturma ve karar yokken görevlerinden ihraç edildi.

20 yıllık AK Parti yönetimi döneminde, cezaevlerindeki hasta tutsaklar sorunu kangrenleşen bir soruna dönüştü. Adalet Bakanlığı'na bağlanan ve özerkliğini yitiren Adli Tıp Kurumu'nun (ATK) raporları doğrultusunda (fakülte ve kamu hastanelerinin hastalık raporlarına rağmen) 650'si ağır olmak üzere 1600 aşkın hasta siyasi tutsak cezaevlerinde bulunuyor. Kanser ve benzeri ağır hastalıklara yakalanmış tutsakların birçoğu, geçmiş yıllarda cezaevlerinde diğerleri de hastanelerde yaşamlarını yitirdi. Ölüm düzeyine gelen bu tutsakların son günlerini ailelerinin yanında geçirmelerine izin verilmedi.

2020'de yürürlüğe giren infaz düzenlemesi ile denetimli serbestlik ve koşullu salıvermeden katiller, uyuşturucu satıcıları, tecavüzcüler, kadınları katledenler, hırsızlar, kapkaççılar mafya mensubu çete üyelerinden oluşan 100 bin civarında mahkûm açık ve kapalı cezaevlerinden salıverildi. Bu düzenleme Covid-19 izinleri ile birleştirilerek 2023 yılına kadar uzatıldı. (Ağustos 2023 itibarıyla izinleri bitip teslim olmayan mahkûm sayısı 9500 dur.)

Bu infaz düzenlemesinden terör suçları, örgüt kurmak, yönetmek veya üye olmak suçlarından tutuklu olan siyasi tutsaklar yararlanmadı. Muhalif medyada gazetecilik yaptıkları için, örgütle ilişkilendirilen birçok basın emekçisi bu düzenlemeden yararlandırılmadı.


Hukuk

2017 anayasa referandumu sorası, 2018 de yapılan seçimler ile tek merkezden danışmanlar tarafından belirlenen, denge ve denetimden yoksun bir yönetim anlayışı ortaya çıktı. Güçler ayrılığının fiilen ortadan kaldırıldığı, kurumsal işleyişin tümüyle merkezileştiği veya ortadan kaldırıldığı, hukuk yerine keyfiliğin egemen olduğu yeni bir yönetim anlayışı yürürlüğe girdi. Türkiye’ye özgü demokratik değerlerden yoksun yeni bir yönetim anlayışı oluştu.

2017 anayasa referandumu ile hukuk alanında yapılan değişliklerle HSK’nın (Hâkimler ve Savcılar Kurulu) yapısı yürütmenin güdümüne alındı. HSK’nın yapısının değişimi yargı alanındaki önemli siyasi dava ve kararların siyası otoritenin arzuladığı yönde gitmesine yol açtı. Siyasi davalara bakan mahkemelerin üyelerinin, ihtiyaç doğduğunda değiştirilmesi, sıkça başvurulan bir yönteme dönüştü. AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayan alt mahkemeler (Yargıtay, Ağır Ceza ve İstinaf Mahkemeleri gibi) açıkça anayasayı ihlali ettiler, bu kararlara imza atan hâkimler ödüllendiriliyor. Bu da yargının siyasallaşmasına yol açtı. Milletvekili seçilen Can Atalay kararı, Gezi, KCK, Kobani, Soma ve Osman Kavala davaları gibi epeyce dava ya yürütmenin mahkemeler kanalıyla yaptığı müdahaleler ve yürütme de sorumlu kişilerin yorumları, yargı sürecini ve kararı siyasallaştırdı.

İktidara muhalif basın yayın kuruluşlarına, iktidarın üyelerinin çoğunlukta olduğu RTÜK aracığıyla kapatıldı veya ağır para cezaları verildi. Çalışanlarına davalar açıldı bir kısmı halen tutuklu. Mesleği gazetecilik olup terör örgütü üyeliğinden, hakkında davalar açılan yüzlerce gazeteci bu iktidar döneminde hapis cezası aldı. Yargı bu yönüyle de siyasal iktidarın etkisinde kaldı.


Eğitim ve Sağlık

Yüksek öğrenim kurumlarının özerkliği mevcut anayasa, yasa ve yönetmeliklerle tümüyle ortadan kaldırıldı. YÖK’ün şekillenmesi, rektör atamaları tümüyle Cumhurbaşkanının yetki ve tasarrufuna bırakıldı. İktidara muhalif öğretim görevlilerinin bir kısmı üniversitelerden uzaklaştırıldı. Bilime endeksli eğitim ikinci plana atıldı. Bu nedenle de birçok öğretim üyesi yurt dışına yöneldi. Öğretim görevlisi olmak, kadro almak YÖK ve rektörlere verildi. İktidarın yanında yer almayan birçok öğretim üyesi hak ettikleri (hak edenlerin alamadığı, hak etmeyenlerin aldığı öğretim üyeliği kadroları) kadrolarını alamadı. Bu da eğitim kalitesinin gerilemesine yol açtı.

Öğretim üyesinden yoksun birçok fakülte ve yüksekokul açıldı. Özellikle, insan yaşamını ilgilendiren tıp, dişçilik gibi fakültelerde, ders verecek yeterliliğe sahip öğretim üyesi bulunmazken birçok kente tıp fakültesi açıldı. Diğer bölümlerin birçoğu için benzer durum mevcut. Kamu üniversitelerinin özerk yapısını yitirmesi, bilgi, birikim ve deneyim sahibi birçok öğretim üyesinin özel üniversiteleri tercih etmesine yol açtı.

Milli Eğitim Bakanlığı, okullarda okutulacak kitap ve tedrisatı belirlemesi de, iktidara yakın vakıf ve cemaatlerin etkin rol oynamasının önünü açtı. Bu vakıf ve cemaatlerin, okullarda verilecek eğitimin belirlenmesinde rölleri gün geçtikçe artmakta. İlk ve orta öğretimdeki yetersizlikler velileri özel okullara yöneltti. Eğitim, okul öncesinden başlayarak üniversiteye kadar bir yönüyle ücretlendirildi.

Sağlık, özel sağlık kurumlarına tanınan haklarla birlikte son 20 yılda bir başka noktaya geldi. Kamu kurumlarından alınan sağlık hizmetlerine ulaşım gittikçe zorlaştı ve zorlaşıyor. Kamu hastaneleri ile fakülte hastanelerinde tedavi olmak randevu almak haftalar, aylara yayılır hale geldi.

Birinci basamakta koruyucu sağlık hizmetleri (aşılama, çevre sağlığı gibi) geçmişe oranla çok daha geriledi. Birinci basamaktan başlayarak (verem savaşı hizmetleri hariç) kamudan alınan tüm sağlık hizmetlerine katkı payı, diye adlandırılan bir ücretlendirme getirildi. Birçok ilaç için ek ödeme (katkı payı) talep edildi veya ilaçların bir kısmı ücretlendirildi. Kamu hastanelerinde müdahaleler için (küçük operasyonlar ve ameliyatlar) araç, gereç ve donanım, ödenek yetersizliği nedeniyle bulunmamakta. Bu da hastaların özel sağlık kurumlarına yönelmesine yol veriyor.

Hızla çoğalan araç, gereç ve donanım açısından kamu hastanelerinden çok daha iyi koşullara sahip binlerce özel sağlık kurumu mevcut. Sağlık Bakanlığı'ndan ruhsat alarak bu alanda hizmet veriyorlar. Sağlık ve Maliye bakanlıklarının belirlediği resmi fiyatlara %200 gibi astronomik oranda fiyat belirleme hakkına sahip bu kurumlar sağlık hizmetlerinin yüksek oranda ücretlendirilmesinin önünü açtılar. Küçük bir cerrahi müdahalenin onbinlerce liraya çıktığı bir ortam mevcut. Sağlıkta, (özel sektörün) serbest bırakılan ve kontrol edilmeyen bir ücretlendirme politikası mevcut.

20 yılda AK Parti iktidarının geldiği nokta, ücretsiz sağlık hizmeti alma hakkımız, ücretli hale geldi. Anayasa ile sosyal devletin karşılamakla yükümlü olduğu sağlık, eğitim, ulaşım ve haberleşme vs. kamu hizmetlerinin tümü bir yönüyle ücretlendirildi.


Sosyal Alan

AK Parti, sosyal medya ve basın yayın alanında, çokça sansür, baskılama ve müdahalelere yol açan bir politika izledi. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde kurulan İletişim Başkanlığı kanalıyla oluşturulan bir yapılanma ile tüm yaşam alanlarımız kontrol altına alındı. İktidardaki yönetici, yandaş kurum ve kişilere yönelik, kişisel, kurumsal ve ideolojik değerlendirmeler karşın gelişen farklı bir söylem ve etkinliğe binlerce kişinin aynı anda, sosyal medya aracılığı ile verdiği tepki, bu işin bir merkezden (kim, kimler ve hangi kurumlar olduğunu yasal olarak bilmediğimiz) yönetildiği izlenimi edinmemize yol açtı.

Ne konuşacağımıza,

Nelerle ve kimlerle ilgili yorum yapacağımıza,

Nne giyip, giymeyeceğimize,

erede, nasıl bir yerde, ne yiyip ne içeceğimize,

Neye inanıp inanmayacağımıza, inanç ile ilgili ne yorum yapacağımıza,

Nasıl bir aile ve aile düzenine sahip olmamız gerektiğine,

Kaç çocuk sahibi olacağımıza,

Fikirlerimizi ifade etme çizgimizin nereye kadar olabileceğine,

Karar veren, sosyal medyayı denetleyen bir oluşumumuz var. İktidarın belirlediği çizgiye aykırı söylem ve davranış da bulunmamız, linç edilmemize ve ceza almamıza yol açabiliyor. Cumhurbaşkanı ve yürütmede sorumluluğu olan kişilere yönelik sözlerden dolayı, binlerce hakaret davası açıldı. Epeyce kişi de ceza aldı. Bir kısmı halen devam eden davalar demokratik değerlerimizin ne olduğuna dair örneklerden birisi.

Özgürlükler ve demokrasi adına mücadele ettiğini dile getiren kesim ve kişilerin sosyal medya ile yaşamımıza kattığı, baskı otoriterlikten öte bir şey olmadı.


Anayasa

2017 referandumu ile parlamento ve halkın denetiminden yoksun, hesap verme yükümlülüğü olmayan, demokratik ve katılımcı değerleri eksik aksak bir anayasanın çıkmazları tartışılırken, anayasa değişikliği önerisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın baş danışmanı, Mehmet Uçum’dan geldi. Ardından MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ‘100 maddelik yeni anayasa teklifimiz müzakereye hazır’ diyerek yeni anayasa arayışını dile getirdi.

MHP liderinin yeni anayasadan ne kastettiğini açıklamalarından anlıyoruz. ‘Toplumun çoğunluğunun inançlarına uygun olan iktidar ve yönetim sistemi hem hukuki hem de meşrudur.’ Toplumun büyük çoğunluğunun inançlarına uygun bir yönetim sisteminin güvenoyu aldığı ön kabulüyle, Erdoğan ve Bahçeli ‘toplumun büyük çoğunluğunun inançlarına uygun’ bir anayasa hazırlamak niyetinde. (1) İstanbul sözleşmesinden çıkan iktidar, muhafazakâr kesimlerin belirlediği aile kavramı üzerinden, toplumu şekillendirmeyi amaçlıyor.

Cumhur İttifakının anayasa önerisinin ne olduğu henüz netleşmiş değil. Ama kamuoyuna yansıyan eğilimden gördüğümüz bireysel ve toplumsal özgürlükleri daha da kısan, toplum yaşamına müdahaleyi anayasaya koymayı amaçlayan bir yaklaşımı içerdiği yönünde.

Prof. Dr. Fuat Keyman’nın, iktidarın anayasa değişikliği değerlendirmesi, niyet ve öngörüler için yapılan tespitler kayda değer değerlendirmelerdir. ‘LGBT meselesi büyük bir mesele olmasa da rekabetçi otoriter sistemler bu kavramın karşısına aile kavramını çıkararak toplumu bir biçimde kontrol etmeye çalışıyor. Ailenin korunmasını temel hedef olarak belirleyip, aile kavramından kendilerini tanımlıyor. Aileyi bir kadın bir erkek çocuklar şeklinde tanımlayarak bu alanı kontrol etmiş oluyorlar. (1)

‘Hukukta belli bir kavram kullanacaksanız bir referansınız olması gerekir. Tanım çok geniş bir manada kullanılırsa o her zaman yoruma açık hale gelir. O zaman siz kapsayıcıyız derken dışlayıcı olabilirsiniz. Mesela ‘Devletin bölünmez bütünlüğü’ kavramı da hep bu şekilde kullanıldı. Devletin bölünmez bütünlüğü önemlidir ama eşit haklar ve eşit vatandaşlık ilkeniz yoksa farklı olanları susturma aracına dönüşebilir bu kavram. ‘Genel ahlak’ dediğiniz vakit bu çok güzel görünen bir kavramdır. Hepimiz ahlaklı olmayı savunabiliriz ama genel ahlakı kim nasıl tanımlayacak? Yargıçlar tanımlayacak nihayetinde. Eğer genel ahlakı siz haklar temelinde tanımlarsanız başka bir yere gidersiniz, normlar temelinde tanırsanız başka bir yere gidersiniz. Şimdi aile kavramını biz kadın-erkek eşitliği, çocukların hakları, kadının ve erkeğin hakları temelinde değil de norm temelinde yanı kültürel kotlar temelinde tanımlarsak bu dışlayıcı bir yaklaşımdır. Norm temelli yaklaşım sonuçta bizi İstanbul Sözleşmesinden çıkardığı gibi bizi evlilik yaşının altıya kadar düştüğü davalarla daha sık karşı karşıya bırakabilir. Mehmet Uçum’un söylediği gibi ‘koruyucu, kapsayıcı, kuşatıcı anayasa yapacağız’ demek güzeldir ama bu ancak hak temelli bir yaklaşımla sağlanacabilecek bir şey. Demokratik toplumda 21. yüzyıl anayasası ancak haklar temelinde yapılabilinir. Anayasa hak ve özgürlükleri koruma metnidir. (1) (Fuat Keyman’ın ’Erdoğan’ın yeni anayasası nasıl olur' sorusuna verdiği yanıt.)

Cumhur İttifakı'nın yeni anayasa ile hedeflediği, kadın, çocuk haklarını ailenin korunması kapsamı içerisine yerleştirmek ve toplumun inanç, kimlik, düşünceyi ifade etmek haklarını kontrol altına almaktır.

Başta Kürtler olmak üzere, demokratlar ve farklı inanç gruplarına mensup kesimlerin beklediği veya umut ettiği çok dilli çok, kültürlü ve farklı kesimlerin farklılıklarını yaşayacağı bir anayasa değişikliğinin, bu ittifakla olmayacağı anlaşıldı.

Mevcut otoriter yapının devam edeceği ve mevcut anayasadan da daha antidemokratik ve baskıcı bir anayasa tercihinin, mevcut iktidar bloğunun da talebi olduğu (Cumhur İttifakı paydaşlarının açıklama ve yorumlarından edindiğimiz izlenim) ortaya çıktı. Dünyada ve Türkiye’deki otoriter yönetimlerin güç kazandığı, demokrasi ve özgürlüklerden yoksun bir siyasal zemin, emeğin sömürülmesine de yol verdi.

Seçimler sonrası iktidarın istikametinin ne olduğuna dair Bekir Ağırdır’ın tespiti, nereye doğru gideceğimizin ipuçlarını veriyor. ‘İktidarı oluşturan zihni koalisyonu ve aktörleri sistemi kurumsallaştırmak ve kalıcılaştırmak konusunda kararlı bir strateji içindeler’. ‘İktidar koalisyonunun önümüzdeki yasama yılında hızlı yasalarla başkanlık sisteminin kurumsallaşmasını tamamlama çabalarına tanıklık edeceğimiz anlaşılıyor’.(2)

AK Parti iktidarının 20 yılda geldiği nokta, toplumu kutuplaştırarak korkutma, çarpıtma, yalan ve ötekileştirme üzerinden giden, her koşulda ne pahasına olursa olsun mutlaka iktidarda kalmayı hedefleyen bir politika.


  1. Cansu Çamlıbel T24, 19 Haziran 2023 ‘Zor Konuşmalar’ Prof. Dr. Fuat Keyman Söyleşi

  2. Bekir Ağırdır T24 28 Ağustos 2023 Şimdi inadına yeni bir söz, inadına yeni bir siyaset lazım

02.09 2023

Deng Dergisi

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar