2025-04-19
Biraz tarihçe, az göstergebilim, epeyce bilgiçlik
Bonaparte da De Gaulle de Fransa’nın küresel siyaset kültürüne armağan ettikleri markalar. Cunta (“junta”) ve “caudillo” terimleri ise İspanya’nın (yahut iberiklerin?) siyaset dağarcığına yine küreselleşmiş katkıları.
Zamanında Atatürk dahil pek çok Osmanlı subayının da gençliklerinde Bonaparte’a özendiklerini biliyoruz. Yan giydiği süvari şapkası, paltosu, elini ceketinin iki düğmenin arasına sokuşu tarihe meraklı olmayanlar tarafından bile kolayca tanınır. Boyu 1.68 olan Bonaparte’a karşılık, 1.96’lık De Gaulle’ün de boyu, haşmetli burnu, kollarını iki yana açarak yaptığı konuşmalarla kolayca tanınan bir imgesi var.
“Fransa’nın son kralı” denilen De Gaulle’e de özenen çoktu. Her ikisine özenenler arasında karikatürleşenler de muhtemelen çoğunlukta. İkisinin de ortak özelliği genellikle depresif olan Fransızlara hayal kurdurmayı başarabilmelerindeydi. Bonaparte’dan geriye işgaller, savaşlar değil; yasalar ve modern devlet bürokrasisi kaldı. De Gaulle’den geriye kalansa bağımsızlığını tanıyarak Cezayir Savaşı’nı bitirişi, o uğurda atlattığı darbe ve suikast girişimleri ama en önemlisi ve hepsini kapsayansa V. cumhuriyet.
“Cunta” terimi çoğunlukla askeri olsa da sivillerden de oluşabilen ya da ikisi karışık da olabilen ama her hal ve kârda iktidara darbeyle el koyan dar bir konseyi tanımlıyor. “Caudillo” terimiyse çoğunlukla Güney Amerika ülkelerinde darbeyle başa geçen subaylar için kullanılıyor. Sözcüğe tanınırlık kazandıran 1939’dan 1975’e dek İspanya’yı yöneten Franco.
Bu gereğinden fazla uzun tutulmuş girizgâhı, CHP lideri Özgür Özel’in ses getirdiğine göre amacına ulaştığı yani başarılı olduğu belli “cunta” ithamı üzerine muhalefet çevrelerinden kimilerinin iştahla sürdürmeye kararlı olduğu semantik tartışmanın ne denli afaki olduğunu gösterebilmek için yaptım. Ve herhalde ister istemez biraz da “Biz de boş deyiliz, biz de deriniz” (!) demek için.
Cunta demişler caudillo alınmış
Eh bir kere dümbeleklik yarıştırmaya girdik madem, atonal müziğin babası Schönberg de rahmet ister: Üstad, bir öğrencisinin çalışmalarını incelerken elindeki kurşun kalemin silgi ucunu gösterip, o ucun da kalemin yazmak için kullanılan grafit ucu denli değerli olduğu uyarısında bulunmuş. Konuşma yazarlarının, (aciz amadeniz başta) köşeyazarlarının da kulaklarına küpe olmalı.
Sistem değil rejim
Hamit Bozarslan hocamız günümüzün Erdoğan Türkiyesi için “rejim” terimini kullanmayı yeğliyor. Bu dönemin miladını -her nedense kendi kendimizi ikna etmek için durmaksızın yüksek sesle “başarısız” olduğunu yinelemek zorunluluğu hissettiğimiz- 2016 darbe girişimi tarihine sabitleyebiliriz. Mevcut rejimin yolu 15 Temmuz’da açıldı ve 2017 referandumuyla palas pandıras Rusya-Orta Asya esinli (o ara “Avrasyacılık” modası vardı ya) bir başkanlık rejimine geçtik.
“Rejim” terimini benimsemek, “rejim karşıtlığı” ve “rejim değişikliği” gibi türlü düşünsel kapıların açılmasını da kolaylaştırıyor. Türlü siyasal yönelimleri temsilen muhalefet, rejim karşıtlığında ve rejim değişikliği talebinde birleşebiliyor.
Eski rejim köhne bir ahşap köşk idiyse, yenisi de eskisinin yıkıntıları üzerine kurulu zevksiz bir gecekondu. Ortada öyle Alaeddin Keykubat’ın Konya surlarını andıran güzel bir “spolia” örneği de yok. Gecekondu rejimin meşruiyet ve temsil temellerinin ne denli derme çatma olduğunu 19 Mart darbesinden bu yana deneyimliyor ve gözlemliyoruz.
Belki her “rejim” özünde bir proje. Her yeni rejim bir şuurun ve tasavvurun eseri olmak durumunda. Bizimkinde ikisi de hak getire: Ara ki bulasın. “Proje” deyince nasıl bir ters takla anlaşıldığı adı üzerinde “proje” okullarının en güncel durumundan anlaşılıyor.
Yıkmak kolay, kurmak zor nitekim. İnşaat çetrefilli, hafriyat basit iş. Dolayısıyla “100 yıllık parantez” iddiası abesle iştigalden ibaret. Bu iddianın Türkçesi laik cumhuriyet karşıtlığı. Öyle derinlere dalar görünüp de varsayılan karanlıkların içinde bir “kurucu günah” bulduğunu sanmak amatör tarihçilik bile olmuyor.
“Halk”, “toplum” gibi terimleri dillerinden düşürmeyenler için bunun sağlamasını yapmak da kolay. 19 Mart darbesine karşı apansız patlayan yaygın itirazın, öfkenin, tepkinin başat ortak taşıyıcısı olan imgelere, sloganlara bakmaları yeterli. Liseliler Atatürk’ün gençliğe hitabını okuyarak; teğmenler Mustafa Kemal’in askerleri olduklarını haykırarak; Saraçhane’ye, Maltepe’ye akın eden geniş kitleler Türkiye’nin laik kalacağını bağırarak seslerini duyuruyor.
Ve tabii ki hayır, hiç kimse darbe yapmaya filan kalkışmıyor. Yalnızca kimi entelektüel görünümlü propagandistler, maaşlarını imtiyazlarını maişetlerini kurtarmak adına yaygara yapıyor. Yoksa alanlardan gelen ve giderek sarayın sıkı sıkıya kapalı camlarını da zangırdatan çığlık “YETER BE” diyor, “KOYUN SÜRÜSÜ DEĞİLİZ” diyor.
Süreç bunun neresinde?
Bu silkinişi tetikleyen diploma iptali ve buna cevaben İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin tam da işte “bentlerini çiğneyip taşarak” giriştikleri huruç hareketi oldu. Ama hıncahınç dolu alanlarda biraz gezenler, kulaklarını ve gönül gözlerini açık tutanlar, diploma iptali ve mülke çökmek denli, “İmralı sürecinin” de benimsenmediğini görebilirler.
Ne tepkiler “barış” amacına yönelik, ne kitleler “faşist”. İtiraz “sürecin” yürütülüş tarzına, yordama, yönteme yönelik daha çok. Eleştirenler pek haksız da sayılmazlar: Örtülü yürümesi gereken “teknik” ayak açıktan yürürken; açık yürütülmesi, saydam ve katılımcı olması gereken “politik” ayak kapalı götürülüyor veya daha kötüsü şimdilik ortada yok. Daha dümdüz hatta belki kaba saba deyişle tepki, rolü “yeni cumhuriyetin formülünü yazdığını” iddia etmeye varıncaya dek abartılan Öcalan’a, yoksa ne Kürtlere ne demokratikleşmeye yönelik.
Bugünlerde dilinden “halk” veya “toplum” sözcüklerini düşürmeyenler, o kalabalıklar AKP’yi iktidara getirdiğinde önce şaşalamış, ardından neredeyse “halk düşmanı” kesilmişti. Bu defa da beyhude arayıp bir türlü bulamadıkları o “güzel” halkın alanlardan seslenişlerini beğenemedikleri için yine süngüleri düşük. “Milli irade” meydanlara geri döndü “halka” yer kalmadı sanıyorlar.
Halbuki örnek vermek gerekirse “Barış Akademisyenleri” pek kadraja giremedi nedense yeni “süreç” başlayalı beri. Frenkçeye atıf yaparsak, “amnistie” af demek, “amnésie” ise hafıza kaybı: İşte belki kafa karışıklığı yahut anlaşmazlık da henüz hangisinin önceleneceğinin belli olmamasından kaynaklanıyor.
Sonuç niyetine
Öne doğru kaçışı andırıyor süreç. Yarın artık bugündür zira. Yinelemek gerekirse depremden önce duyulan o meşum deruni gümbürtü gibi bu toplumsal itiraz, bu homurtu sarayın pencerelerini de zangırdatıyor artık. 19 Mart darbesiyle bilmeden o son perdeyi muktedirlerin kendileri açtı. Muhalefetse ortak ve organik yatağını buldu, gürül gürül demokrasiye akıyor.
Bu “son perde” kaç ay sürer, daha uzun mu sürer bilinmez. En uzak ihtimalle 2027 Kasım ayında seçim olacak, bildiğimiz bu. Heybedeki en büyük ve son turp “çanak çömlek patladı, seçim demek darbe demek” olacak değil. Niyet belki başkaydı (ve hiç de hâlis değildi) ama akıbetten artık kaçış yok.
Güftelerden fal tutarsak: “Sayılı günler tükendi, yukarıdan aşağıdan yolun sonu görünüyor.” “Son pişmanlık neye yarar, buraya kadar.” Burası ne Ortadoğu, ne Orta Asya, ne Rusya. Tarihi de farklı, insanı da farklı, azınlık diktasına gübre olacak yeraltı zenginlikleri de yok. Tek adamlığın çekingen sürümü de olmuyor. Bir defa o yola giren, tek adamlığın doğası gereği, sonuna kadar gaza basmak durumunda.
Siz hiç cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk için “caudillo” yakıştırması yapıldığına tanık oldunuz mu? Keza asker kökenli De Gaulle için de kimsenin aklına “caudillo” demek gelmemişti. Atatürk’e “patron” ya da “reis” diye hitap etmenin, popülist Trump için “darbe yaptı” demenin kimsenin aklına gelmediği gibi.
Özcesi, tamirci çıraklığına özenir de “cumhuriyetin motorunu değiştirmeye” kalkarsanız, maazallah segman gömlek dağıtır, pistonları havadan toplarsınız. Gelin bunun yerine kendi kafalarımızı kurcalayalım daha iyi.
“SENDEN KORKAN SENİN GİBİ OLSUN”, “İNTİKAM DEĞİL ADALET İSTİYORUZ” gibi sinesinden kopan sloganlarla kendi yarattığı organik yatağında akıyor muhalefet. Bu akına, bu akışa set çekmeye kalkmanın, ona kafaya göre yatağını değiştirtmeye kalkışmanın, yani siyasete soğan doğramanın bana sorarsanız hiç âlemi yok.
Sakal bıraktık sözümüz dinlenmedi. “Ak düştü saçlarıma, yıllar tüketti beni” yine olmadı. “İrlanda, Kolombiya, Güney Afrika vb. bu ‘çatışma çözümü’ külliyatı ‘çalışma’ takıntısını artık bir yana bırakın; illa ilham kaynağı aranacaksa Fransa’nın De Gaulle’le V. cumhuriyete geçişine ve İspanya’nın 1975-82 arasında Suarez’le tamamladığı demokratikleşme atılımına bakın” diye yazdım, söyledim durdum ama nafile.
Üstelik her ikisinin arasında trajikomik bir bağıntı da var: İspanya’da De Gaulle’e özenenler Franco’nun yoluna geri dönmeye kalkmış ve toplumdan derslerini alıp, 1982’de kalktıkları yerlere geri oturmuşlardı.
Şöyle bir zeminde uzlaşmak mümkündür belki: Süreci yürütmekle muhalefet etmek arasında yapay bir seçime zorlanmaya gerek yok. Süreci kesintiye uğratmamak adına rejim değişikliği çabasına ket vurmaya kalkmak çelişkili: Bu ikisi birbirini tamamlayıp, birbirlerinden beslenerek nihayet “menzil-i maksuda” yine birlikte erişecekler.
İkisi birlikte demokrasiye erecek: “Barış süreci” ve demokratikleşme/rejim değişikliği süreci. İki kişi arkadaşlık eder, üçüncü gelince kalabalık olur: Hepimizin kafasını içine uzatacağı o yeni laik cumhuriyet kadrajında saraya ve İslâmcılığa yer yok. Mantıktaki üçüncü halin olmazlığı geçerli. Hesapları bu gerçeğe göre yapmakta, ahkâmları bu gerçeğe göre kesmekte yarar var.
Medyascope
BASıNDAN