2024-12-31
Cumhuriyet, demokrasi, barış, çözüm… Çözüm istenmez mi?
Soruya soruyla yanıt verilebilir: Ortada bir sorun olduğunda ve o sorunun tanımı üzerinde taraflar uzlaştıysa neden olmasın? Hatta uzatılabilir de sorular: Tarafların kim olduğu belli mi? Taraflar değil de “paydaşlar” arasında bulunacaksa çözüm, kendi temsilcilerini o paydaşların belirlemesi gerekmez mi? Bu soruları soracak olanı hatta bu soruları kendine sormaya cüret edenleri dahi bozgunculukla, ipe un sermekle, tuzukurulukla suçlamak doğru bir ilk adım mıdır? Bu durum bizi “yanlış iliklenen ilk düğme” benzetmesine getirmez mi?
Somuta, bugüne, şimdiye gelelim: Sednaya’nın kapılarının açılmasından (aynı Sednaya orada dururken son perde başlayıncaya dek Esat’la temas arandığı gerçeğini de görmezden gelerek) mutlu olanlar, bu olumlu sonucun elde edilmesinden kendilerine onur payı çıkaranlar için Silivri’nin, Edirne’nin kapılarının kilitli kalması, o kilitlerin anahtarlarının da denize atılmış olduğu izleniminin yaygın ve baskın olması bir çelişki oluşturmuyor mu? Yahut İmralı’da kapı açılmasa da adanın limanının yeniden faaliyete açılması, Edirne ve Silivri’de kapıların sürgülü kalmasını sineye çektirmeye yeterli mi?
“Çözüm” deyince, “demokrasi”, “demokratik cumhuriyet”, “cumhuriyetin yüzyılın ardından tam demokrasiyle taçlanması” anlaşıldığını varsayalım. Bu varsayıma göre, çözüme giden yola “barış” arayışıyla çıkılması “yetmez ama evet” denilecek bir durum, bir yordam olmalı. O zaman ilk paragraftakine benzer sorular yine akla geliyor: Barış sağlanacak güncel bir çatışma mı var? Varsa bu çatışma, nerede ve hangi taraflar arasında cereyan ediyor? Yoksa olası bir çatışmanın önüne geçilmesi mi amaçlanan?
Cumhuriyet, demokrasi, barış, çözüm: “Çözüm”den ne anlamalıyız?
Yukarıdaki retorik olmayan sorulara agnostik de yaklaşılsa “durumun acil olduğu da muhakkak” sezgisini paylaşanlar var: Aciliyet, YPG’nin sıkıştığı Suriye’nin kuzeydoğu bölgesinde imhasını önlemek için mi, aksine YPG’nin varlığını dönüşerek sürdürmesini sağlamak için mi? Suriye ve Irak ulusal güvenlik tehdidi olmaktan çıkmış, bölgedeki tek ulusal güvenlik tehdidi olarak İran kalmışken, “Irak ve Suriye gibi oluruz” sanrısı mı aciliyeti dayatan? Nerede, hangi silahların susması acil? Yoksa laik cumhuriyet yüzyılını paranteze almak aciliyeti mi sözü edilen? Öcalan üzerindeki tecridi kaldırmak veya onun serbest kalmasını sağlamak mı acil olan?
Zaman kendi yanında olan pazarlık masasından kazançlı kalkar. Aciliyeti hissedense derhal sonuç almak istediğini karşı tarafa belli eder. Anayasayı değiştirip kendi iktidarlarını, mevcut rejimi ebedi kılmaksa Erdoğan ve Bahçeli’nin amacı, Öcalan’a yarar aciliyet. Yok, eğer Kürt siyasal hareketi basit ifadeyle Öcalan’ı ve kendilerini “kurtarmayı” önceliyorsa, bu defa aciliyet avantajı Erdoğan ve Bahçeli’nin elinde demektir. Herhalde Bulutsuzluk Özlemi’nin 1994’ten kalma “Acil Demokrasi” parçasına o gün bugün eşlik edenlere de yine “sizlik acil bir durum yok” denilecektir.
O karanlık doksanlarda, Soğuk Savaş’ın bittiğini (1989 ve 1991) ıskalayıp, I. Körfez Savaşı (1991) ve akabinde başlayan uçuşa yasak bölge uygulamasını (1992) öne çıkararak balıklama kendi iç savaşımıza dalmıştık. Teyakkuz halinin, olağanüstü halin kalkmasına o gün bu gün hiç olanak tanımadık. 2003’te Irak’ta Saddam’ın devrilmesini değil ABD’nin güney komşumuz olmasını önceledik. 2011’de başlayan Arap Baharı’nı küçük hesap peşinde ihvancılık yaparak, milletin yerini alacak ümmetin emiri olma ve yeni Osmanlıcılık hayalleriyle harcadık. 2014’te IŞİD Kobane’yi sardığında, Erbil’e dayandığında Kürtlerden yana denkleme dahil olma fırsatını da ıskaladık.
Sırrı Süreyya Önder ne demişti?
Bu defa 2024 biterken (ve esasen Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısına İsrail’in verdiği orantısız yanıtın başlattığı olaylar zincirinin sonunda) Suriye üzerinden top yeniden ayağımıza geldi. Buna karşılık ne Bahçeli (veya Erdoğan) De Klerk, ne Öcalan Mandela ve ne burası Güney Afrika Cumhuriyeti, ne de 1990’lardayız. Esasen apartheid rejiminin sona ermesi de Soğuk Savaş’ın bitmesiyle doğrudan ilintiliydi. Mutlaka esinlenecek örnek ülke/vaka aranacaksa, bana göre bize en uygun esin kaynakları Fransa’da V. Cumhuriyetin kuruluş ve İspanya’nın 1975-82 arasında geçirdiği demokratik dönüşüm süreçlerinde bulunur. Bunu yapmak da bizi yeniden “şuur ve tasavvur” bahsine getirir.
Örnek olarak Sayın Sırrı Süreyya Önder, İmralı’ya gitmeden önce çıkan son yazısında şöyle diyor: “Bu ülkenin yenisi kurulurken şöyle olmuş: Allah, her alandan haşa silinirken, devlet kendisini Allah’ın yerine koymuş ve kendisine karşı işlenen suçlar için kendisini Allah ile bir tutup had çizmiştir. (…) Ermeni diyecekseniz mezalimini, Kürt diyecekseniz bölücülüğünü, Yunan diyecekseniz k.hpeliğini, Arap diyecekseniz arkamızdan vurmuşluğunu anlatabilirsiniz ancak. (…) Ölü helvası eğer, sizin ocağınızda kavrulmuyorsa tadı hoş gelir.”
Sonra had çizme işini bu defa kendi üstlenerek ekliyor: “Bugünlerde, kanaması durmayan bu yaramızın sağalması için yine bir umut yeşertmeye çalışıyoruz. Buna itiraz edebilirsiniz, yöntemini tartışabilirsiniz, inanmayabilirsiniz vb. Bunların tümü anlaşılabilir ve fakat barışa karşı gelmemelisiniz. Bu ülkenin her sokağında geride bırakılmış protez ve protez kadar bile iş görmeyen öfkeler kaldı. Bir de sevilmeye bile kıyılamayacak yaşta toprağın koynuna giren genç bedenler.”
Değindiğim “şuur ve tasavvur” aynasını önce kendime tutarak “tuzukuru cenah” adına diyeceklerimi yine buradan yazmıştım. Dolayısıyla yarım aklım sıra yeniden bir kapsamlı reddiye denemesine girişmeyecek, bir iki ek ve belki tekrar yapmakla yetineceğim.
Cemal Kafadar ve kapak modeli
Cemal Kafadar “kapak modeli” olarak adlandırdığı tarih okuma tarzını eleştirirken*, “Bazı (doğulu?) imparatorluklar, bir dizi malzemenin (halkların) üzerini kapayan tencere kapakları addedilip bu malzemelerin, kapağın açılacağı ve o değişmemiş (ya da milliyetçilerin görmek isteyeceği biçimde söylemek gerekirse, bozulmamış) halkların bir zamanlar oldukları şekilde tarihin büyük akışına yeniden katılacakları zamana kadar kapağın altında yekpare durduğu varsayılır” diyor.
Osmanlı yıkılırken o kapağın altından birer birer çıkan uluslar kendi devletlerini kurdular. I. Dünya Savaşı’nın ardından bizim elimizdeyse devlet kalmıştı ama ortada ulus yoktu. Gecikmeyle ve aciliyet duygusuyla cumhuriyet kuruldu. Yine Kafadar’ın ifadesiyle** “Biz kimiz’ sorusu ‘biz kim idik’ sorusunun neticesidir.” Bana kalırsa laik cumhuriyet de, aynı zamanda “biz neden çuvalladık ve (en azından) II. Mahmut’tan bu yana bazı radikal denemelere de rağmen neden bir türlü belimizi doğrultamadık” sorularına verilen nihai yanıttı. Bu bağlamda “Biz kimiz?” sorusunun sürekli yeniden sorulup yeniden yanıtlanması dinamik bir demokrasi süreci (yaşayan anayasa?) olabilir. Ama “cumhuriyeti paranteze almaya” kalkışmak bu egzersizin parçası olamaz.
Ayrıca uluslaşma sürecinde “gül bahçesine girercesine toprağa düşenler” arasında bir hiyerarşi de kurulamaz. Perakendeci bir yaklaşımla ortak tarihin bir kısmı beğenilip bir kısmı da bırakılamaz. Yanlış anlaşılmasın ne bu cumhuriyeti sevmek ne ona adanmak veya ait hissetmek zorunlu. Ancak eşit anayasal yurttaşlığın sağladığı haklar denli getirdiği sorumluluklar da gözardı edilmemeli. Adına “siyasal çözüm” denilen düzleme, denge durumuna erişilmeye çalışılıyorsa hiçbir paydaş “ahlaki üstünlük” tekelini elini bulundurduğu yanılsamasına kapılmamalı.
Modern dönemlere bakıldığında, “Yaşasın devrim!” diye bağıranlar kadar “Vatan sağolsun!” diye bağıranlara da aynı sıklıkla rastlandığı görülür. Darbe yapan da ayaklanan da tutturursa kahraman olur, tutturamazsa hain. Bazen sıradışı zamanlarda ve durumlarda bu ikisi, yani başkaldırı ile vatan savunması, üst üste biner. İşte “Kurtuluş Savaşı” denilen kurucu ulusal mücadele de bir bakımdan böyledir. Öte yandan Kurtuluş Savaşı’nın esasen “subayların savaşı” olduğu ve cumhuriyeti kurma işinin subayların yanı sıra aydınlar, bürokratlar özetle elitler tarafından omuzlanıldığı da gerçektir.
CHP ne yapmalı?
Şimdi İslâm kimlikçileriyle Kürt kimlikçilerinin el ele vererek ve demokrasi amacını da alelusul bir yana iterek karşılarına topa tutacakları bir cephe olarak cumhuriyetçileri koymaları geçerli değilse bile göz önünde tutulması gereken bir kaygı kaynağı. Laik cumhuriyeti ve demokrasiyi ikinci plana iterek ülkemize ve bölgemize barışın getirilemeyeceği de yine herhalde sıradan bir doğru.
Ayrıca dünya nasıl Ankara’nın çevresinde dönmüyorsa, Kürtlerin akıbeti de Ortadoğu’nun en kritik meselesi olmadığı gibi küresel gündemin birinci maddesi hiç değil. Taraflar bu durumun ayırdına varırlarsa olumlu da değerlendirebilirler; “beklenen ilgi gösterilmiyor” gerekçesiyle hırçınlaşabilir veya irrasyonel davranabilirler de.
Her hal ve kârda ne Suriye’de olanlar ne İmralı görüşmeleri hiç küçümsenecek gelişmeler değil. CHP’nin her iki konuya da yaklaşımı “nasılsa beceremezler”, “bekleyelim görelim” olmamalı. Ulusu (“nation”) yapan anlatı (“narration”) ise, ki son günlerin moda terimi “paradigma” da aynı kapıya çıkar görünüyor, kurucu parti ve 31 Mart 2023 yerel seçimlerinin ardından da birinci parti olma iddialarını taşıyan CHP’nin artık kendi alternatif büyük anlatısını, belki başlığını “yeni cumhuriyet” koyarak, dolaşıma sokma zamanı geldi.
CHP’nin böyle bir alternatif büyük anlatı üzerinde kendi içinde uzlaşması, dolayısıyla Suriye ve Kürt Meselesi dosyalarında sözünü söyleyebilmesi zor olabilir. O zaman CHP’nin işe cumhurbaşkanı adayını derhal belirleyerek başlaması gerekecektir. Hatta ötesine de geçerek, o belirlenen adayın da onu belirleyene yahut kendini belirlettiğine dönüp, genel başkanlığı da üstlenmesi bana göre artık güncel durumun gereğidir. Böylece CHP’nin alternatif “yeni cumhuriyet” hikâyesi bir kişinin bedeninde cesamete ve dinamizme kavuşmuş olacak, oyuna hareket gelecek, nihayet muhalefet başlayacaktır.
*Cemal Kafadar, “İki Cihan Âresinde – Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, 2018, Metis Yayınları, çeviren: Tunç Şen.
**a.g.y.
Medyascope
BASINDAN