Türkçe | Kurdî    yazarlar
Yusuf Manav: “Karamsar” aydınlar çağı

2025-01-04

2025 Türkiyesinde devrimci olan nedir?

Suriye’de 61 yıllık bir rejim on günde yıkılmış ve Devlet’in Kürt meselesinde katı refleksi en yüksek perdeden terk edilmiş, ABD’de Trump döneminin başlamasına sayılı gün kalmışken karamsar aydınlarımız bu süreci basit bir iç politika hamlesi olarak değerlendiriyorlar. Kırılmayı kabullenemiyor ve büyük kırılmalar karşısında ancak çocukların sergilediği bir inkar stratejisine talim ediyorlar. Devrimci dönemler elbette her daim hayırla sonuçlanmaz. 2025’in Türkiye’sinde devrimci olan da bu sayısız ihtimallerin varlığıdır. Mao’nun sözünü karamsar aydınlarımıza hatırlatmakta fayda var: “Gökkubenin altında tam bir keşmekeş var, vaziyet harika!”

Sosyal tarihçi Robert Darnton, “Fransız Devriminde Devrimci Olan Neydi?” başlığıyla Türkçede yayınlanan metninde, başlıkta sorduğu soruya şöyle cevap veriyor:

“1789’da Fransızlar, bütün bir toplumsal düzenin çöküşüyle ve yenisinin etrafını çepeçevre saran bir kaosun içinde bir düzen bulma zorunluluğuyla yüzleşmek mecburiyetinde kaldılar. Gerçekliği, yok edilebilecek ve yeniden inşa edilebilecek bir şey olarak deneyimlediler; dahası, iyilik kadar kötülüğü de barındıran, hem bir ütopyayı ayakları üstüne kaldırabilecek hem de tiranlığa geri dönülmesine yol açabilecek sayısız ihtimalle yüzleştiler.”

Darnton’ın Fransız Devrimi özelinde söyledikleri esasen tüm devrimler ve devrimci dönemler için de genelleştirilebilir. (Bu isabetli de olacaktır, zira devrim basitçe bir yönetici zümrenin iktidar koltuğundan indirilmesinden ibaret değildir.) Devrimci dönemler, yüksek yoğunluklu değişim dönemleridir. Bu dönemlerde değişim öyle yüksek bir ivme ve yoğunluk kazanır ki üzerinde durduğumuz ve toplumsal, kültürel ve politik tüm kavrayışlarımızı şekillendiren zemini ayaklarımızın altından çekip alır ve geriye sayısız ihtimaller kümesini bırakır. Üzerinde durduğumuz zeminin kaymasıyla yeniden bir konum almak, en azından üzerinde durabileceğimiz yeni bir zemin bulmak mecburiyet haline gelir. Bir barajın yıkılmasına benzer şekilde olaylar da zincirlerinden boşanmış halde cereyan ederler.

Devrimi bir defa siyaset bilimi kitaplarındaki dar ve işlevsiz tanımlarından kurtardığımızda, dünyanın ve elbette ondan bağımsız bir tarihe sahip olmayan Türkiye’nin tam da böyle bir devrimci dönemin içinde olduğunu görmemek imkansızlaşır. 7 Ekim 2023’te HAMAS tarafından başlatılan Aksa Tufanı, bu devrimci dönemin fitilini ateşledi ve bu dönem şimdilik zirve noktasına 8 Aralık Suriye Devrimiyle ulaştı. Ne ABD’nin ve AB’nin, ne Rusya ve İran’ın, ne Türkiye’nin, ne de  Orta Doğu’daki diğer aktörlerin geleceği bellidir. Hakim olan tek şey her gün bilfiil şahit olduğumuz keşmekeştir.

Bu yeni devrimci dönem, Türkiye’de yankılarını 2024’ün sonlarında duyurdu ve 7 Ekim’den bir yıl sonra, 22 Ekim’de Bahçeli’nin Öcalan çağrısında kendini açığa vurdu. Bahçeli’ye atfedilecek keramet, gaipten haberler getirmek değil elbette. Bahçeli’nin kerameti, bu yüksek yoğunluklu değişim dönemini ve bu dönemin Türkiye’deki toplumsal ve politik zemini nasıl erozyona uğratacağını fark etmiş olmasıydı. Dolayısıyla çağrısı da parçalanan bir zemini terk etmek ve yeni bir zeminin temellerini atmak üzere konum alma çabasından ibaretti.

Şimdi bu yeni devrimci dönemle birlikte 15 Temmuz’dan bu yana Türkiye’de oturmuş düzen çözülüyor ve çözülmeye de mecbur. Dolayısıyla 15 Temmuz’un getirdikleri de değişecek ve dönüşecek: Kulislere ve kapalı kapılar ardına sıkışmış siyaset, aritmetik oy hesapları, Kemalistleşmiş İslamcılık, ulusalcı paranoyalarca belirlenen güvenlikçi politikalar… Yerleşmiş kavramların, kurumların, tavırların, kavrayış ve iş tutuş tarzlarının tamamı bir değişime gebe. Nitekim herkesin şaşkınlıkla karşıladığı Öcalan çağrısının sebeb-i hikmetini herhalde alelade kariyer kaygıları yahut çıkar hesapları değil, ancak bu dozajdaki bir değişim olgusu açıklayabilir.

Oysaki “karamsar” ve septik aydınlarımız hâlâ daha çoktan aşınmaya başlamış bir zemin üzerinde güç bela dengede durmaya ve artık eskimeye yüz tutmuş kavram ve kavrayışlarla konuşmaya devam ediyorlar. Olaylar olanca hızıyla ve yoğunluğuyla cereyan ederken, hâlâ daha Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan sürece kendilerince uygun bir isim bulmanın derdindeler. Zihinleri karışık, zira tam da burada ve şu anda yaşanmakta olan değişimi fark edemiyorlar. Bu karışıklığı ise hiçbir analiz değeri olmayan duygusal reflekslerle dışa vuruyorlar: İçinde bulunulan devrimci dönemin farkında olarak konum ve tavır alanları “iyimser” olmakla güya itham ediyor, kendilerineyse tarihten ders almış gerçekçi ve ileri görüşlü bilgeler sıfatıyla “karamsar” olmaktan paye çıkarıyorlar. Yaşananı ayırt edemeyişlerini ve vaziyet almayı başaramayışlarını ucuz bir entelektüellik maskesiyle takdis ediyorlar.

Karamsar oldukları gibi septikler de elbet. Öyle ya, aydınlığın şanındandır her şeye “şüpheyle” yaklaşmak, “eleştirel” olmak, “sorgulamak”. Aydın olmaları hasebiyle kendilerinden beklediğimiz asgari şeyi yapacak, yani olanın adını koyacak ve tavır alacak yerde birbirini sonsuzca takip eden soru işaretlerine boğuyorlar bizi: “Yeni bir çözüm açılımı başladı mı, başlamadı mı? Bir müzakere sürecinin içinde miyiz, değil miyiz? Eğer içindeysek, bu sürecin tek sahibi, ilk ve hâlâ tek muharriki niçin Bahçeli imiş gibi görünüyor? Cumhurbaşkanı Erdoğan niçin bu konuda olabildiğince az konuşuyor? Konuştuğunda da niçin Bahçeli’nin başlatmış olduğu açılıma karşı mesafesini koruyor, en az angaje olacağı kelimeleri, cümleleri seçiyor? Bir yumuşama dönemine girilmesi beklenirken, nasıl oluyor da eş zamanlı olarak baskı yoğunlaşıyor, yerel yönetimlerde Kürt siyasetçiler görevden alınıp yerlerine kayyum atanabiliyor?”

Tek tek yaşan olayların ilişkiselliğini ve içsel birliğini kavrayacak diyalektik ve politik bir kavrayıştan uzak oldukları için, yaşanan her şeyi kendinden menkul sayma gafletine kolaylıkla düşüyorlar. Bahçeli’ye ve Erdoğan’a Suriye’de Esed’in düşüşünü öngörme payesini vermek istemediklerinden olacak ki, Öcalan çağrısıyla başlayan sürecin Suriye Devrimi’yle -başta planlanmamış olsa dahi- göbekten bağlı olduğunu kolayca görmezden geliyor ve bu süreci de çaresizce Erdoğan’ın ikbal hesaplarının bir uzantısı sayıyorlar.

“Erken seçim kararı aldırmak için DEM Partililerin desteğini elde etmek; gelecek seçimlerdeki muhalefet adaylarını güçsüz düşürmek ve muhalefeti bölmek; Anayasa değişikliği için DEM Partililerin desteğini kazanmak.”

İşte tüm dünyada muazzam bir yoğunlukta cereyan eden değişimin Türkiye’deki gür yankılarına karşı sunulan ve derinliği karşısında şapka çıkardığımız analiz! Suriye’de 61 yıllık bir rejim on günde yıkılmış, Devlet’in bir asırlık en katı refleksi en yüksek perdeden terk edilmiş ve dahi 22 Ekim’den beri artan bir kararlılıkla sürece sahip çıkılmışken; İran ve Rusya eşi görülmemiş bir şekilde geriletilmiş ve ABD’de Trump döneminin başlamasına sayılı gün kalmışken; karamsar aydınlarımız bu süreci basit bir iç politika hamlesi olarak değerlendiriyorlar.

Karamsar ve septik aydınlarımız ya alıştıkları rant ağlarından kopma ihtimaline karşı direniyorlar, ya da sahiden neler olup bittiğini idrak etmeye yarayacak pratik ve teorik içgüdülerden yoksunlar. Kırılmayı kabullenemiyor ve büyük kırılmalar karşısında ancak çocukların sergilediği bir inkar stratejisine talim ediyorlar. Psikolog Elisabeth Kübler-Ross’un kederin beş aşamasını anlattığı şemanın daha henüz birinci ve ikinci basamağındalar. Bir felaketle karşı karşıya kalınınca geçirilen evreleri şöyle sıralıyor Kübler-Ross: İnkâr, Öfke, Pazarlık, Depresyon ve Kabullenme.

Bu yeni devrimci dönem onlar için bir felaketi temsil ediyor şüphesiz. Zira şu ana dek kariyerlerini ve popülerliklerini üzerine bina ettikleri zemin çöküyor, biriktiregeldikleri kavramsal repertuvar büsbütün işlemez hale geliyor. Bu çöküş karşısında ilkin inkâr yolunu seçiyorlar: “Böyle bir şey olmadı, olmayacak. Hem Bahçeli demiş olsa bile Erdoğan arka çıkmıyor. Çıksa bile istediğini aldığında süreci donduracak.” İnkâr, iş görmez hale geldikçe bu defa öfke patlamaları geçirecekler; kimileri buna çoktan başladı bile. Mezhepçilikle, cihatçılıkla, cumhuriyet düşmanlığıyla suçlamaları galiz sinkaflı küfürleri takip edecek. Bu basamakları elbet bir gün katedecekleri mukadder. Kendileri ne kadar direnseler de bu devrimci dönem onları buna mecbur bırakacak. Nihayet kabullenme safhasına gelip olan bitenin ayırdına vardıklarındaysa ne yazık! Pek çok şey için çok geç olacak.

Karamsar aydınlarımız benzer tecrübelerin geçmişte de pek çok defa yaşandığını hatırlatmaktan alıkoyamıyorlar kendilerini. Şimdiki hareketsiz kalışlarının gerekçesini tarihten edindikleri tecrübeye bağlıyorlar. “Süreç bir defa başladıktan sonra kendi momentumunu yaratacak ve süreci başlatan iki aktörün niyetlerinden bağımsız olarak, hatta onlara rağmen, bizi daha iyi, demokratik açıdan daha olgunlaşmış bir Türkiye’ye götürecek.” Bu argümanın geçmişte de çokça dile getirildiğini ve bu argümanın her defasında yanlışlandığını ve varılan yerin çok daha vahim olduğunu ileri sürüyorlar.

Yanılgıya düşülen husus şu ki tırnak içinde aktardığım söylem bir argüman değil; harekete geçmenin, politik bir kavrayışa sahip olmanın ve değişim yönünde irade sergilemenin asgari koşuludur. Hele ki tüm zeminin hızla aşındığı devrimci bir dönemde biz katılsak da katılmasak da sayısız ihtimallere gebe bir değişim vuku bulacak. Yoğun değişim dönemlerinde aydın sorumluluğuna, politik bir kavrayışa ve iradeye sahip olanların üstüne düşen değişimin içinde yer almak ve sayısız ihtimaller kümesini talep edilen ve arzulanan bir geleceğe doğru bükmeye çalışmaktır.

Devrimci dönemler elbette her daim hayırla sonuçlanmaz. Getirebilecekleri sonuçlar da bir kehanetle önceden bilinemez. Zira Darnton’dan başta alıntıladığım gibi üzerinde durduğumuz bütün zemin ayaklarımızın altından kaymaktadır ve “hem bir ütopyayı ayakları üstüne kaldırabilecek hem de tiranlığa geri dönülmesine yol açabilecek sayısız ihtimal” bilfiil mevcuttur. 2025’in Türkiye’sinde devrimci olan da bu sayısız ihtimallerin varlığıdır.

Mao’nun sözünü karamsar aydınlarımıza hatırlatmakta fayda var, zira ihtiyaç duydukları kavrayış orada mevcut: “Gökkubbenin altında tam bir keşmekeş var, vaziyet harika!”

Serbestiyet

BASINDAN