2025-05-17
Demem şu ki; savaş çok zor olmakla birlikte çok da kolaydır. Kılıçlar çekilir ve kan akar, bir süre sonra da kimin savaşı başlattığı da hatta savaşın neden başladığı da unutulur.
Bu fotoğraf, geleneksel kıyafetler içindeki bir kadının sade ama etkileyici bir portresini sunuyor. Siyah bir fon önünde yer alan kadın, kameraya doğrudan bakıyor. Başında beyaz bir tülbent bulunuyor. Bu tülbentin kenarları kırmızı ve sarı renkte küçük oya süsleriyle bezenmiş; geleneksel Anadolu motiflerini çağrıştıran bu detay, kırsal kültürle güçlü bir bağ kuruyor. Kadının yüz ifadesi ciddi, kararlı ve derinlikli; belki biraz hüzünlü ama aynı zamanda güçlü bir duruş sergiliyor.
Alevi-Bektaşi ritüelinde “Kırklar Cem’i” diye bir mevzu var ki hikâyesi şöyledir: “Hz.Muhammed atı Burak ile Miraç’a çıktığı gün Allah ile doksan bin kelam konuşur. Bunun otuz bini ‘hakikat sırrı’ olarak Ali’de kalır. Muhammed'e Miraç’ta bal, elma ve süt verilir. Bal aşkı, sevgiyi, elma ise dostluğu temsil eder.
Yolda Muhammed'in önüne bir aslan çıkar. Tam o esnada Muhammed gaipten bir ses duyar, ses der ki;’Parmağındaki yüzüğü aslanın ağzına at’. Hatemini aslanın ağzına atan Muhammed aslan engelini atlatır ve Allah ile görüşür.
Şehre geri dönerken yolda bir dergâha rastlar.
Kapıyı çalar içeriden: ‘Kimsiniz’ diye sorarlar. Muhammed;
‘Ben peygamberim içeriye girmek istiyorum’ der. İçeriden; ‘Peygamberliğini, git ümmetine yap. Bizim aramıza peygamber sığmaz’ diye cevap gelir.
Muhammed tam ayrılacakken yine gaipten bir ses ayrılmamasını kapıyı tekrar çalıp yeniden farklı bir şekilde içerinin sorusuna cevap vermesini söyler.
Bu sefer Muhammed; ‘Ben de sizden biriyim. Bir insanım. Sizi görmek isterim’ der. Bu sefer kapı açılır. ‘Hoş geldin, sefa getirdin, uğurlar getirdin’ diye karşılanır.
İçeride 17'si kadın 22'si erkek tam 39 kişi vardır. Muhammed'e yer gösterilir. O da gösterilen yere oturur. Ali de meclistedir. Muhammed tesadüfen Ali'nin yanına oturur. Muhammed sorar.
‘Sizler kimsiniz?’
‘Bize Kırklar derler’ diye cevaplarlar.
‘Ama siz söylediniz ben de saydım burada 39 kişisiniz’ der.
‘40. Selman-ı Pak can uzaklardadır’.
‘Peki sizin ulunuz, büyüğünüz, küçüğünüz kimdir’ diye sorar Muhammed.
Gelen yanıt şöyledir; ‘Bizim küçüğümüz, büyüğümüz yoktur. Küçüğümüz de uludur, büyüğümüz de. Birimiz kırkımız, kırkımız birimizdir’.
Bu söz üzerine Muhammed Meclis’ten bunu kendilerine kanıtlamalarını ister.
Yanında oturan Ali kolunu uzatıp gömleğinin kolunu sıyırır. İçlerinden biri ‘destur’ diyerek bıçağının ucu ile Ali’nin kolunu hafif kanatır. Kolundan bir damla kan damlar. Onu, her Can’ın kolundan birer damla kanın damlaması izler. 40. can Selman’ın bir damla kanı da pencereden içeri orta yere şıp diye düşer. Sonra Ali kolunu bağlar, hepsinin kanaması durur.
Büyük bir coşku ile vecd halinde semah dönülürken Muhammed'in başından sarığı düşer. Sarık kırk parçaya bölünür. Kırklar her bir parçayı bellerine bağlarlar ve ‘kemerbest’ olurlar.”
Bir de Hristiyan literatüründe “Kırklar” ritüeli vardır. O da şöyledir;
“Sebaste'li Kırk Şehit ya da Kutsal Kırk, Legio XII Fulminata'ya (12. Yıldırım Lejyonu) ait m.s. 320 yılında şehit edilmiş bir grup askere dairdir mevzu. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğunda yasaklandığı Licinius döneminde, o zamanki adı Sebaste olan Sivas şehrinde geçer olay. Sebaste Valisi Agricola, Roma ordusundan 40 genç askerin, cezalandırılacaklarını bildikleri halde Hz.İsa’ya sadakatle Hristiyan olduklarını öğrenir. Kırk asker, Kralın Roma tanrılarına inanmayanların ölümle veya işkenceyle cezalandırılacaklarını bildiren fermanına uymadıkları için öldürülürler.
Kırk genç asker Hristiyan olduklarını açıkça itiraf ettiklerinde liderleri tarafından Sebaste’deki donmuş bir göle belden aşağıları çıplak bir biçimde çok soğuk bir gecede donarak ölmeleri için sokulurlar. Gündoğumunda, tanıklık edenlerin ifadesiyle donmuş gölde katılaşmış bedenleri oracıkta gömülür. Çok sonra Hristiyanlar o ölülerin değerli kalıntılarını toplar ve kemikleri pek çok şehre dağıtılır. İşte bu nedenle Hristiyanlık ilk inancında ‘Kırk Şehid’ anılması çok yaygındır ve adlarına da pek çok kırk şehit aziz kilisesi yapılmıştır.”
Şimdi bu iki inanca dair Kırklar Ritüelini niye mi yazdım; şöyle: malumunuz asıl kuruluşu 1978 kasımında olmakla birlikte, ilk bilinen eylemliliği 1984 ağustosunda başlayıp o gün bu gündür devamedegelen savaşı, tam kırk yıldır süren ve tam kırk bin canın öte yakaya göçmesine tanıklık edilen tarihi bir altüst oluşun finalinin yeniden bir başka şekliyle başlıyor olan sürecini yaşıyoruz.
Evet PKK, silahla ve şiddetle başlattığı sürece çok cesur bir kararla örgütü feshederek noktayı koyduğunu 12. Kongre kararı ile ilan etti.
Herkes farkında tabii ki; geçtiğimiz bin yılın son yüzyılının son çeyreğinde başlayıp yeni bin yılın ilk yüzyılın ilk çeyreğine kadar süren hayli uzun ve hayli acılı bir de çok çok kirli ve ne acı ki ilan edilmemiş bir savaşından söz ediyoruz.
Nihayetinde örgütünün ittifakla kurumsal bir kimlik atfederek “Önderlik” unvanı ile taçlandırdığı Abdullah Öcalan; 1990’lı yılların başında Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmiyeti olan bir onbaşısı bile muhatap olarak çözüm için görüşmeye gelse hazır olduğunu televizyondan dile getirmişti. Aradan geçen yıllardan sonra ülkenin siyasal muktedir devlet yapısının en keskin, en karşıt ve rakiplerinin “faşist” olarak nitelediği şahsiyetinin müdahilliği ile “bu iş artık bitsin” dendi / deniyor.
Her bir şeyi bir yana bırakıp muhatabın en üst temsili yapısının böyle bir ilişkilenmeyi kabul ve telaffuzu. Üstelik bu ilişkilenmede sürdürülür ısrarı hem takdire şayan hem de dikkate değer altı çizilmesi gereken bir pozisyondur.
Bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşar, detaylara girmek! Ölümler, can-mal-para kayıpları... Göçler, yerleşim yerlerinin topyekûn ve taammüden cinayete kurban edilişi ve…
Demem şu ki; savaş çok zor olmakla birlikte çok da kolaydır. Kılıçlar çekilir ve kan akar, bir süre sonra da kimin savaşı başlattığı da hatta savaşın neden başladığı da unutulur.
Ve ölümler ölümleri kovalar. Her bir taraf kendi ölüsünün “şehadeti” üzerinden acısını içine gömerek ya kin tutar, ya da olası bir barışın hayalini kurup mücadelesini sürdürür.
İşte şimdi, o kutsallık atfedilen, kör şiddeti öteleyen / reddeden bir dönemin defterini kapatıp, yeni dönemin tertemiz sayfalarla dolu yepyeni defterini açma zamanı. Asıl zor olan ise bu dönemdir; yani barış dönemi. Barışırken asıl zorluk şuradadır: geçmişin büyük felaketinin sorumluluğu üzerinden “kindarlık” kusmak yerine, barışmanın zarif diline ve müzikal ahengine ihtiyaç vardır.
İşte bu minval üzere; madem bunca “kırklar” muhabbetine nail olduk. Bir “Kırklar Meclisi”ne ihtiyaç var. Kırkların deminden el almanın cem olmanın vaktidir vesselam…
Bianet
BASıNDAN