2025-01-14
Doğu Ergil: “PKK silah bırakıp kendisini lağvederse Erdoğan’ın bütün başarıyı sahiplendiğini görebiliriz”
Göksel Göksu
Toplumsal örgütlenme, toplumsal değişimler ve siyasal oluşumlar üzerine çok sayıda çalışmaya imza atan Doğu Ergil, 1990’lı yıllarda örgütlü suç ve uluslararası terörizm üzerine çalışan Europe 2000’de yönetim kurulu üyeliği yaptı. Toplum Sorunlarını Araştırma Vakfı başkanlığı da yapan Ergil, Avrupa Güvenliği ve İşbirliği Örgütü’nde de uzmanlar kurulunda görev aldı. 1995’te Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği adına hazırladığı “Doğu Raporu” çok tartışıldı. Bölgedeki ekonomik sorunlara ve Kürt gençlerindeki yabancılaşma duygusuna dikkat çeken Doğu Ergil, 2013’te oluşturulan Akil Heyet’te Doğu Anadolu Grubu’nda görev aldı. Ergil, Göksel Göksu’nun MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin kapısını araladığı yeni sürece dair sorularını cevapladı.
İktidar, Ortadoğu’da hızla gelişen olayların muhtemel sonuçlarından türeyen bir güvenlik zafiyeti algıladı”
2013’te MHP, AKP’nin başlattığı çözüm süreci için “ihanet” nitelemesi yapıyordu. Bugün ise sürecin kapısını aralayan bizzat MHP lideri Devlet Bahçeli oldu. Adı konulmayan ancak en azından müzakere süreci denilebilecek bu süreci nasıl tarif edersiniz?
“Terörizmle ve bölücülükle mücadele” olarak adlandırılan ve anlamlandırılan “Kürt sorunu”, neredeyse 100 yıldır uygulanan yöntemlerle büyük ölçüde baskılanmış ve ülke içinde fazla zarar veremez hale getirilmişti. Bu nedenle, ülke içinde güvenlik açısından bir aciliyet yoktu. Diğer yandan iktidar bloku ve/veya güvenlik bürokrasisi, Ortadoğu’da hızla gelişen olayların muhtemel sonuçlarından türeyen bir güvenlik zafiyeti algıladı. Bu tehdidin en önemli aktörü olarak da Suriye kürtlerinin siyasal ve askeri örgütlenmesi olan PYD (Demokratik Birlik Partisi) ve SDG’yi (Suriye Demokratik Güçleri) gördüler.
Bu işin dış yüzü. İç yüzü ise en kısa sürede anayasanın değiştirilmesi, başkanlık rejiminin kalıcılaştırılması ve anayasanın değiştirilerek cumhurbaşkanına bir daha seçilme hakkı sağlanması isteği. Meclis’te yetersiz olan sandalye sayısının, asgari şartlarda memnun edilen Kürt seçmenin desteğiyle DEM Parti aracılığıyla doldurulması amaçlanıyor.
“Erdoğan’ın, mehter marşı ve fetih duasıyla meydanlara çıkıp başarıyı sahiplendiğini görebiliriz”
Bahçeli ön safta görünüyor olsa da, yeni sürecin oyun kurucusu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Sizce Erdoğan neden bir adım geride durmayı seçiyor ve daha kontrollü cümlelerle konuşuyor?
100 yıldır Kürtler bir güvenlik (bölünme) tehdidi olarak görülmüş ve tanıtılmış. Bu tavır çok acıya ve kayıplara yol açmış. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi “düşmanla” bir anlaşmaya varmak ve belki bu anlaşma üzerinden kurumsal bir takım değişiklikler gerçekleştirmek, halka kolayca anlatılabilecek bir şey değil. Bu kadar kısa zaman içinde bu kadar radikal bir tavır değişikliği tabii ki dirençle karşılanacak. Bu direncin uyaracağı öfkeden Cumhurbaşkanı’nı korumak için onu arkada ve gölgede tutmak, iyi tasarlanmış bir taktik.
Onun yerine, olası bir uzlaşma sürecini şimdiye dek reddetmiş, “çözüm” adına bile itiraz etmiş, milliyetçiliğin simgesi olan bir parti önderini öne sürerek başlayan süreci yönetmek daha makul görülmüş olmalı. Ama, onun inisiyatifiyle bu süreç gerçekten ilan edilen sonuçla, yani PKK’nın önce silah bırakıp ondan sonra kendisini lağvetmesi ile sonuçlanırsa, mehter marşı ve belki de fetih duasıyla sayın Erdoğan’ın meydanlara çıkıp bütün başarıyı sahiplendiğini görebiliriz.
“Eğer bir çözüm olacaksa, karşımızdaki ‘düşman’ tekrar vatandaşlık statüsüne geri dönecek”
2013’te çözüm sürecinin temel amacı, silahların bırakılması, barış ortamı ve toplumsal bütünleşmenin sağlanmasıydı. Bugün de hedef aynı. Ancak koşullar çok değişti. Siz 2013’te mi daha iyimserdiniz bugün mü daha iyimsersiniz?
Ülkenizde adı konmamış bir iç savaş yaşanıyorsa burada tabii ki bir iç düşman tanımlaması yapmanız lazım. Bu tanım yapıldı: Ülkenin bütünlüğüne kasteden ve onun bölünmesine neden olacak olan Kürtlerin silahlı örgütü PKK ve onu destekleyenler… Bu örgütün üyeleri yanında ona çeşitli biçimlerde destek verdiği iddia edilenler de şiddetle cezalandırıldı. Bu gerilim, sadece silahlı bir örgütle mücadele değildi, Kürtlerin çoğunlukta olduğu koca bir bölgeyi de kapsadı.
Bu süreçte neredeyse üç kuşak insan askere alındı. “Terörist, hain, bölücü” olarak nitelendirilen, yine vatandaşlarımızdan oluşan bir örgüt ve içinden çıktığı sosyal-kültürel çevre ile mücadeleye gönderildi. Bu mücadelede ölmek ve öldürmek vardı. O yüzden bu iki kavramın makulleştirilmesi, meşrulaştırılması lazımdı. Ölmek, “şehitlik” gibi dinimizde yüceltilen bir mertebe ile ödüllendirildi. Öldürmek de hainleri ortadan kaldırmak ve vatanseverliğin gereğini yerine getirmek olarak anlamlandırıldı.
Şimdi eğer bir çözüm olacaksa, karşımızdaki “düşman” artık tekrar vatandaşlık statüsüne geri dönecek; kuşkulanmaya koşullandırıldığımız bir halk da artık kardeşimiz olacak. Ne kadar değişeceğini bilmediğimiz şartlarda bundan böyle mutlu, mesut yaşayacağız. Türkiye yani iç cephe daha da güçlendirilmiş olacak. İç-düşmanımız yaşam ve dış düşmanla mücadele ortağımız olacak…
Bu olur mu? Ne kadar sürede olur? Olması için gereken siyasi, idari, hukuki, kültürel ve duygusal şartlar oluşturulur mu? Bilmiyoruz. Sürdürülen pazarlıkların içeriğinde bu soruların yanıtlarını bulamıyoruz.
Peki, ben ümitli miyim? Hayat felsefem açısından ümitsiz değilim ama bir sosyolog olarak adı konmayan bir sorunun nasıl çözüleceğini ve gerekenlerin bunlara daha önce direnenlerce yapılıp yapılmayacağını bilmiyorum. Hele içeride Kürtlerle uzlaşmaya çalışırken, Suriye Kürtlerinin edinimlerini yok etmede sergilenen kararlılık sürerken bu işin nasıl olacağı konusunda kuşkularım var.
“Merkeze doğru hareket eden MHP’nin yerini dolduran ve giderek küçülen diğer sağ partilerin direnci sürüyor”
Sizin de içinde bulunduğunuz Akil İnsanlar Heyeti, o dönemde özellikle Karadeniz, İç Anadolu gibi bölgelerde eleştiriyle karşılaştı. Bugün şartların değiştiği söylenebilir mi?
Ben en milliyetçi ve muhafazakâr yörelerimizden İç Anadolu’da çalıştım. Özellikle MHP kökenli sağ kesim müthiş bir direnç gösteriyordu. MHP ve onun gençlik örgütünü kapsayan düşünce dünyası, ülkücülük, Kürtlerle yapılacak bir uzlaşmaya bir tür ihanet, itiraf edilmeyen bir yenilgi, devletin ve ordunun taviz vermesi olarak bakıyordu. Şimdi ise o parti ve o düşünce ikliminin önderliği, bu işte başı çekiyor. Biliyoruz ki milliyetçi kesimin önderlikle olan ilişkisi büyük ölçüde itaattır; önderliğe güvenmektir; “Reisin bizim bilmediğimiz bir düşüncesi vardır ve o da hayırlı olacaktır” inancıdır.
Bu özelliklere dayanarak milliyetçi kesimin direncinin önemli ölçüde önleneceği düşünülüyor. Diğer yandan, bu iş bir hükümet inisiyatifi olduğu için, AKP saflarında da önemli bir direnç gözükmüyor. Ama MHP’nin merkeze doğru hareket etmesi ile onun yerinİ dolduran ve giderek küçülen diğer sağ partilerin -bunların başında İYİ Parti var- direnci sürdükleri görülüyor; fakat gerek oy tabanları, gerekse ülke yararına olma olasılığı yüksek bu bu girişimi baltamaları çok olası değil. İhtiyatlı bir ümit uyandıran BU süreci, tıpkı ilkinde olduğu gibi, onu başlatanlar bitirebilir. Ama bu da yol ayrımından bir önceki çıkıştır. Bir daha bu noktaya geri dönülemez.
“Çok bilinmeyenli bir denklemle karşı karşıyayız”
Adı konulmayan ama fiilen devam eden sürecin başını Devlet Bahçeli’nin çekiyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz, süreci daha avantajlı kılıyor mu?
Geçen sefer milliyetçiler ve ulusalcılar büyük ölçüde karşı çıkmıştı çözüm sürecine. Bu sefer milliyetçiliğin ve onun gençlik örgütlenmesinin adı olan ülkücüğün liderlik kurumuna olan bağlılığı ve itaat alışkanlığı, o kesimin direncini önemli ölçüde sınırlandırıyor. Çünkü bu kesimde, düşüncesi ya da yaptığı, alışkanlıklara uymasa da “reisin bir bildiği vardır ve sonunda, o bildiği ve yaptığı bizim ve memleketin yararına olacaktır” inancı ağır basıyor. Bu rasyonel bir tercih olmaktan çok bir tür kültürel eğilim ve alışkanlık. Bu açıdan bakınca evet, süreç daha az dirençle ilerleyebilecek gibi görünüyor.
Tabii olayın bir devlet inisiyatifi olması, arkasında Cumhurbaşkanı’nın durduğunun bilinmesi muhafazakâr kesimin, özellikle AK Parti yandaşlarının desteğini kolaylaştırıyor. Ama bir taraf devlet olunca, karşıdaki hangi toplumsal özne olursa olsun kurulan ilişki asimetrik oluyor. Sürece “devlet girişimi” denilip, bir tarafta devlet, diğer tarafta şimdiye kadar hep “terörist ve bölücü örgüt” olarak nitelendirilmiş bir oluşum varken iş kolay olmayacak. Onayı istenen topluma karşı devlet ne kadar az verdiğini ve ne kadar çok aldığını (terörizmin bittiğini, Kürtlerin içeride ve dışarıda silahsızlandırıldığını) anlatmak isteyecektir.
Nitekim, devlet tarafı elini, “terörist başı gelecek, teşkilatını dağıttığını, silah bırakacaklarını ve kendilerini lağvedeceklerini ilan etsin” önermesiyle açtı. Üstelik bu teklif sadece Türkiye’de olanları değil, bu örgütün ve liderinin etkilediği sınır dışındaki bütün Kürt örgütleri de kapsıyor. Tümü silah bırakacak ve kendilerini feshedecek.
Diğer muhatap -Abdullah Öcalan- adı konmayan bu müzakere sürecinde eli hayli yükseltti: “Bu bir demokrasi olgusudur ve müzakerelerin sonucunda demokrasi çıkmalıdır” imasında bulundu. Ne demek bu? Yurttaşlar arasında hukuki, kültürel ve etnik eşitlik; hukukun üstünlüğü ve kuvvetler arasındaki ayrımın yeniden ihdası; merkezi yönetimin mutlak değil, yetkilerini ve gücünü yerel yönetimlerle paylaşması gibi şeyler… Eğer, Kürt sorunu çözülecekse bunun gerçekleşmesi kadar kalıcı olması için demokrasinin kurumları ve kuralları konusunda uzlaşma sağlanmalı. Bir de istenen anlaşma, şahıslar ya da Saray ile İmralı arasında değil, toplumun diğer (siyasal-sosyal) öznelerini de içermeli. Onlar da inşa edilecek gelecekte sorumluluk üstlenmeli ve uzlaşma sürecine katılmalı. O yüzden de zaten Kürt tarafı hemen partilerle görüşmeye başladı. Kandil ve Suriye Kürt Özerk Yönetimi ile görüşmeyi planlıyor.
Görüldüğü gibi, iki yaklaşım oldukça değişik ve nihaî hedefleri farklı. Devletinki güvenlik odaklı, Kürt tarafınınki siyasî; toplumsal tabanı daha geniş. Şimdi bu iki gündem, birbirine ne kadar yaklaşabilecek, ne kadar birbiriyle uyum sağlayacak? Bilmiyoruz. Müzakereler ne kadar verimli olacak ve beklenen sonuca ulaşacak? Bilmiyoruz. Toplumsal direnç ne kadar ilerlemeye izin verecek, onu da bilmiyoruz. Özetle, çok bilinmeyenli bir denklemle karşı karşıyayız.
Bir de sınır ötesi var: Türkiye’deki Kürtlerle uzlaşma aranırken Türkiye dışındaki Kürtlerin bütün kazanımlarını yok etme isteği çok gerçekçi değil. Daha doğrusu, amaca uygun değil. Sahnede artık sadece Türkiye ve Kürtler yok. Bölgesel ve küresel aktörler de var. İki aktörlü bir senaryodan, çok aktörlü başka bir senaryoya geçtik. Ne oyun yeniden yazıldı, ne daha sahne düzeni yapıldı. Ama süreç hızla ilerliyor; sürprizlere açık olmalı!
“Bu uzlaşma, Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya barış ve huzur getirir mi? ‘Evet’ diyorsak, nefesi kuvvetli olanlar duaya başlasın”
Süreç başarıya ulaşır mı ve sürecin sonunda PKK silah bırakır mı?
“Çatışma Çözümü” yazını bize şu tecrübeyi kazandırdı: Her anlaşmazlığın en az iki tarafı vardır. Anlaşamamanın veya anlaşmanın gecikmesinin nedenleri vardır:
1- Tarafların güçleri eşit değildir. Güçlü olan şartlarını dayatmak ister.
2- Etnik, dinî, mezhebî, ideolojik farklar, anlaşmayı önleyecek veya zorlaştıracak ön-kabuller, ön-yargılar içerir.
3- Taraflar (en azından biri) yeteri kadar kayıp ve acı yaşamamıştır.
4- Her taraf, kendi mağduriyetinin öyküsünü anlatır, ötekisini dinlemeye/anlamaya (empatiye) hazır değildir.
5- Taraflar, anlaşmazlığı kendilerine yapılan haksızlığın (mağduriyetlerinin) başladığı zamana tarihlerler. Dolayısıyla tarih algıları da farklıdır. Dayandıkları tarih, ortak yaşamın ve yaşanmışlıkların değil, düşmanlığın ve çatışmanın anlatısıdır.
Bu verilerden yola çıkarak Türk’üyle, Kürt’üyle bu ülkenin kavga ve gerilim yorgunu olduğunu söyleyebiliriz. Ama varlığını, hatta kimliğini ayrışmadan, kavgadan ve kutuplaşmadan türeden kesimlerin var olduğunu ve bir uzlaşma sürecini sabote edebileceklerini unutmamalıyız. Bu tür aktörler, dışarıdan da destek görebilirler.
İkinci zorluk, tarafların kendi anlatılarının gerçeğin tümü olduğuna inanmalarıdır. Oysa, diğer(ler)inin tamamen farklı yaşam tecrübeleri ve anlatıları vardır. Bunlar bağdaştırılmalı ve ortaklaştırılmalıdır. Bu yapılmadan ortak bir “sorun tanımı” yapılamaz. Yapılmayınca da çözüm üretilemez. Taraflar kendi özgül sorun tanımı üzerinden çözüm ararlar ama sorun çözümsüz kalır. Türkiye’nin “Kürt sorunu” da bu açmazın bir örneğidir.
Devlet, sorunu kendi görüşüne uygun olarak anlatmış ve ülke çoğunluğunu ikna etmiştir. Aksi taktirde bunca yıl adı konmamış bir iç-savaş sürdürülmezdi. Kalkınmaya gitmesi gereken kaynakların (Devlet Bahçeli’nin beyanıyla: 3 trilyon dolar) sonu getirilemeyen bir davaya harcanması sağlanamazdı.
Bir de öykülerin inşa tarihlemesi var: Kürtler için mağduriyetleri, kendilerine Kurtuluş Savaşı sırasında verilen eşitlik sözünün tutulmaması ve kültürel kimliklerinin inkârı 1920’lerde başlar ve 1980 askeri darbesiyle dayanılmaz boyutlara varır. Kürt adı bile sakıncalı olur. Sonuncusu PKK ile anılan Kürt isyanları bu dışlanmaya tepkidir.
Türkler için böyle bir özel tarih yoktur. Kürtlerinki, hele sonuncusu, haksızlığa karşı bir isyan değil, düpedüz bir ihanettir. Türk devletini yıkmak, en azından bölmek amacını taşımaktadır. Devletin bütün organları bu öyküyü topluma belletmiştir.
Şimdi bu anlatıdan uzaklaşıp yeni ve daha kapsayıcı, gerçekçi bir öykü yazma zamanı gelmiştir. Bu hiç kolay değildir. Olmaz değil ama yüzyıllık ezberin bozulması sancılıdır ve ülkeyi yöneten kadroların (siyasetçi, bürokrat) ve yönlendiren aydınların (akademisyen, sanatçı, gazeteci, kanı önderi) bu konuda sergileyecekleri niyet ve gayret hayatî önemdedir.
Son zorluk da, devlet denilen makinanın hükümetle ne kadar organik bir ilişki içinde olduğu, onunla ne kadar kaynaştığıdır. Devlet tüm yurttaşlara hizmet eder, etmelidir. Hükümet siyasî bir heyettir; ideolojik yatkınlıkları, kültürel-etnik tercihleri vardır. Devlet makinasını kendi tercihleri doğrultusunda kullandığında toplumda bütün dengeler bozulur. Düzelir mi? Bu tercihlerin yanlış ve zararlı olduğunu idrak eden hükümetler, güvenlik endişesini abartmayı bırakıp, karar verme sürecini daha geniş bir toplumsal tabana açar ve ortak yaşamın koşullarını müzakereyle tespite öncülük ederlerse evet! Çünkü demokrasi, en etkili güvenlik tedbiridir.
Şimdi soralım: Bu tahlilin ışığında, süreçten beklenen uzlaşma sağlanır ve bu uzlaşma, önce Türkiye’ye, sonra Ortadoğu’ya barış ve huzur getirir mi? “Evet” diyorsak, nefesi kuvvetli olanlar duaya başlasın.
Medyascope
POLİTİKA