yazarlar makaleler
Nevzat Onaran: Türk-Sünni İslam Cumhuriyeti
11/30/2023

Tarikatların/şeriatçıların cirit attığı 2023’te de TC nazarında, cemevi dâhil Alevi-Kızılbaşların hiçbir resmi statüsü yoktur. Çünkü, Ebussuûd zihniyeti bugün de egemendir. Akademia dâhil, Hıristiyan milletlere ve Alevi-Kızılbaşlara kıyasla, Sünnilerin mağduriyeti üzerine on yıllardır yapılan analizin vadettiği demokrasi lafta kaldı. Mağdur Sünnilerin cilası AKP-Fethullah koalisyonuyla döküldü.

Cumhuriyet’in 100. yılı vesilesiyle, Cumhuriyet ve Sünni İslam/Sünniler üzerine yazan yazana. Yok sayılansa Cumhuriyet ve Alevi-Kızılbaşlar, Cumhuriyet ve Hıristiyanlar…

Sanki TC’nin dini yok gibi.

Jandarma raporunda ‘Sünni İslamcı nefreti’ yazan kim?

Yavuz’un kırımına methiye, nefret ve düşman dilidir.

Jandarma Umum (Genel) Komutanlığı’nın 1935’te yayımlanan Dersim raporu (aynen aktarıyorum, ekler (…) içinde):

“Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı bugün güzel Türkiyemizde tek bir sünniye tesadüf etmek imkânı belki de mümkün olmayacaktı. (…) Eğer Yavuz Dersimin yalçın dağları içine girebilmiş olaydı her halde Dersimi de bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük.” (abç: altını ben çizdim)

Jandarma, 1930’larda Sünnilerin Yavuz’un Alevi-Kızılbaşları kırımı sayesinde varlığını koruduğunu hatırlatıyor. Hatta Yavuz Dersim’e giremediği için, kırımın eksik kaldığı da ifade ediliyor.

“Zazalarda yani Alevilerde” mezhep ve âdet dilinin Türkçe olduğu belirtildikten sonra Ovacık’tan toplanan şarkının dizeleri aktarılıyor:

“Vardım odasına kahve pişirir/Kınalı parmaklar fincan devşirir

Gelberi gelberi gündüzlü dostum/Uydun el sözüne selamı kestin

Ben o Kürdü almam/Ayağı çarıklıdır”

Nefret dilli anlatıma devam edilir (aynen):

“Bu manzum ifadelerdeki saflık ve temiz Türk dili bunları söyleyen ve hatıra olarak saklayan insanların hangi nesle bağlı olduklarını ifade eden kuvvetli birer eserdir.

Bunlardan birincisi, sevgilinin tavsifidir (nitelikleridir).

İkincisine gelince; tahlile değer bir mevzudur. Bunu söyleyen erkek söylediği kadının gündüzlüsüdür, oynaşıdır. Oynaş ve gündüzlü tutmak demek haftanın bir gündüzünü sevdiği bir erkekle geçirmek kızılbaş kadının kakkıdır (hakkıdır) işte buna oynaş tutmak derler. Kadın ancak gündüz oynaşmaya mezundur. Gece oynaş tutamaz. Kadının bu hareketi kocasınca ve kızılbaşlarca günah sayılmaz. Kızılbaş itikadınca gün ve güneş ziyasi (ışığı) karşısında hayır işlerler. Bu ziyalar yalnız hayır işlemeği emir eder, şer yapanları çarpar.” (abç)

Ziya Gökalp’ın Türk medeniyeti eserine atıfla Türklerce Güneş ve Ay’ın kutsiyeti hatırlatılarak, devam ediliyor.(1)

TC kurumu Jandarma Umum Komutanlığı, resmen TC vatandaşı arasında ayrımcılık yaptı ve ona göre ‘TC vatandaşı Dersimli’ aslında ‘TC’nin makbul vatandaşı’ değildir.

Dersimliye, Yavuz’un yarım bıraktığını tamamlamak ve ahlaken de nefret objesi olarak bakıldı. Hedef: Sünnileştirmek ve Türkleştirmekti.

İşte bütün mesele buydu!

1930’larda Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi’ne göre, insanlığın aslında Türk ve dilinin Türkçe olduğu resmi tezi rehberliğinde, garip adlandırmalar da yapıldı. Dersimli’nin aslında Türk olduğu ve Alevileştiği için Kürtleştiği tespitiyle, Dersimliye Dağ Türk’ü ve Zazaca’ya da Dağ Türkçesi dendi. Kırımdan sonra bu tanımlamalar unutuldu.

1930’LARDA EBUSSUÛD ZİHNİYETİ

Jandarma öylesine rapora yazmadı.

Zihniyet, Cumhuriyet dâhil aynı. Osmanlı’nın Alevi-Kızılbaş düşmanlığı sadece Yavuz’la sınırlı değildi, sonra da devam etti.

TC vatandaşı Türk ve Kürt Alevi-Kızılbaşlarla ilgili nefret söylemi Osmanlı’dan mirastı; Ebussuûd fetvalarıyla her şey ayan beyan ortadadır.

Sünnilerin büyük âlimi Ebussuûd’un fetvası her şeyi yeterince izah etmektedir.

Ebussuûd, Sultan Süleyman’ın atadığı 1545-1574 yılları arasında görev yapan Osmanlı Şeyhülislamı’dır.

Sorulmuştur: “Kızılbaş tâifesinin (kitlesinin) şer’an kıtâli (şeriata göre öldürülmesi) helâl olup, katl eden (öldüren) gâzi ve Kızılbaş tâifesinin ellerinde maktul olanlar (öldürülen) şehîd olurlar mı?”

Ebussuûd’un cevabı: “Olur, gazâ-i ekber (din uğrunda büyük savaş) ve şehâdet-i azîmedir (din uğrunda ölen ulu kişidir).”(2)

Şeyhülislam Ebussuûd’un ifadesi nettir. Bir, Kızılbaşların şeriata göre katledilmesi, din uğrunda büyük bir savaştır. İki, Kızılbaş’ın öldürdüğü kişi, şehittir; Sünni İslâm uğrunda ölen ulu bir kişidir.

Hallâc-ı Mansûr’la ilgili Ebussuûd fetvası da düşmancadır. Hallâc-ı Mansûr’un davasına “doğru” diyene, Sünni İslâm’a göre Hallâc-ı Mansûr’a yapılanın yapılması lazımdır.(3)

Ebussuûd, Şeyh Bedreddin şahsında yandaşlarını da düşmanlaştırdı, Bedreddin yandaşlarına “kâfirdir” demiştir.(4)

Ebussuûd dili, devlet diliydi. Tesadüf değildir; Ebussuûd’un “Aleviler düşmandır” zihniyeti/dili, 1930’larda da raporlardaydı/kitaplardaydı…

Jandarma’nın raporundan (aynen): “Dersim aşiretlerini bu gün aşiret halinde tutan ve harice böyle gösteren kuvvet ne bize nakledildiği gibi aşiret sevgisi ve ne de manevi bir rabıtadır. Bu gün karın doyurmak ihtiyacı ve aşiretin her türlü kuvvet ve kabiliyetinden fuzulen ve munhasıran şahsi ve ailesi için bir istifadeyi itiyat eden reisin bu istifadeyi kaçırmamak için başlarında bulunduğu çetenin imha tehdididir. (...) Dersimde bu gün hâkim olan kuvvet asla manevi değildir. Mutlak maddidir. Alevilik eski mahiyetini kaybetmiş, tefessuha (çürümeye) yüz tutmuştur. Kızılbaşlık bu gün için açık göz(lü)lerin maddi hırslarını tatmine bir vasıta olarak zoraki yaşatılmak istenen manevi bir yoldur. Artık Alevi Türkü, Zazalaşmış Türkü de maddiyata doğru adım atmak isteyen, bu hususta yardımcı arayan medeniyet yolunun isteklisi olarak mütalaa edilmelidir. Atacağımız adımlarda dört asır evvel lisan, mezhepçe Farise olan bugün ise o lisanı korumakla beraber Kürt telakkileri karşısında şaşkın bir halde bulunan büyük bir halk grubu karşısında bulunduğumuzu unutmamak esastır.”(5)

Osmanlı’da Dersimlilere ilişkin resmi yazışmalarda, bölge halkı ‘ahâli-i mutîa’ (itaatkâr) ve ‘ahâli-i gayr-ı mutîa’ (itaatsiz) olarak iki kategoriye ayrılmıştır. Harput’a yakın bölgelerde Türk, Sünni Kürt ve Ermeni ve buna karşılık diğer bölgelerdeki aşiretlerse Kızılbaş’tır. Kızılbaş aşiretler ‘gayr-i mutî’dir.(6)

Dersim’de din bir vicdan işi değildir; Seyidlerin elinde geçim yoludur, zorbalık vasıtasıdır. Din, cennet ve cehennem burada satılır ve dağıtılır. Seyid, Dersim’e niçin musallat olmuştur. Güya Seyidlerin topu birden peygamberin torunudur. Seyid, Dersim’i asırlardan beri yemiş, kemirmiştir. Dersim’in hastası şuna inandırılmıştır, Seyid üfürmedikçe iyileşmez. Seyid üfürür, fakat hasta ölürse bunda gecikildiğine, bundan evvelki işlerde Seyid’in rızasının alınmadığına inanmak mecburiyetindedir. Dersim ağası ve Seyid el eledir. Adaletin tadını Dersim tatmamıştır. Ağa ve Seyid bununla mevkiini kuvvetlendirmiş ve Dersim rejimi bugüne kadar böyle gelmiştir.(7)

Erzincan’da Türkler, kâmilen İslam ve Hanifiylü mezhebindendir. Alevileşen Türkler ise Kürtleşti. Kürtleşmiş olan Türklerin Alevisi, İslâm’a muğberdir (küsmüş) ve hırsızlığa meyyal bir kütledir.(8)

Pülümür’de Aleviler arasında Seyidler denen zümre, cahil kitleyi kendi menfaatleri için kullanmışlardır. Seyidler, Alevilere Türklüğünü unutturacak ve onları, aynı dili konuşan Türklerden nefret ettirecek birçok programlar yapmışlar ve uğraşmışlardır. Bu işi yapan Seyidlerin yegâne düşüncesi, menfaat sağlamaktır. Seyid’in lanetlediği bir kimse tek başına kalmış bir adamdır, herkes onunla alakasını keser. Seyidler her sene hakkullah seyahatine çıkar ve herkesten adamına göre buğday, çamaşır, hayvan, para alır. Herkes Seyid’i memnun etmek mecburiyetindedir.(9)

Mazgirt’te asayiş ve emniyet vaziyeti memnuniyet verici haldedir. İşlenen suçlar ekseriyetle arazi ve kız kaçırma yüzünden olmaktadır. Halk, millî benliğini idrak edememiş olmakla beraber manevi benlikleri batıl itikatların kendisini göstermektedir. Manevi bakımdan aşiretler Seyidlere tabidir. Seyidler dini telkinlerde bulunur. Halkın ekserisi Alevi mezhebindendir. Aile hayatında kadın ve erkeğin hukuki durumu müsavi (eşit) şartlar göstermektedir. Arazi muayyen ellerde toplanmıştır. Topraksız halk pek çoktur.(10)

1930’larda Ankara’nın kalemi Naşit Hakkı, ismini yazmadığı kişinin Dersimliler hakkında anlattığını aktardı (aynen): “Sünnete bir ustura dokundurup biraz kan çıkarmakla insan müslüman olur mu? Aile hayatları bizimkinden bambaşka… Bir kardeşin aldığı karıya diğeri bilâperva (çekinmeden) tasarruftan çekinmez; namus telâkkileri bize uymaz. Şunun bunun malını çalıp öldürmeyi en tatlı iş sayarlar.”(11)

1939’da Naşit (Hakkı) Uluğ, Tunceli Medeniyete Açılıyor kitabında da benzer anlatımını sürdürdü (özetle):

“Kalbin bozulmazsa kız kardeşin bile sana helâldir” fetvası Seyidlerindir. Seyidlerin ellerini dokundurdukları kadınların her türlü günahtan temizleneceğine halkı inandırmışlardır. Seyidler kadın, erkek toplar, çalgı çalınır ve merasim sonunda halk Seyidlerin elini, ayağını ve omuzunu öper ve buna karşılık Seyid de kendi ‘talip’lerini, kadın ve erkek ayırmaksızın kucaklar ve öper. Seyid, cahil, tembel ve açgözlüdür. Seyid, güya peygamber sülalesindendir, kutsaldır. Dini merasimi riyaset hakkı Seyidlerindir. Bütün hukuk işleri ve ceza davaları Seyidler tarafından tetkik edilir ve bir hükme bağlanır. Koca Dersim, Osmanlı İdaresinin kadısının yüzünü görmemiştir. Seyidlerin mahkemesi seyyardır. Cumhuriyetin radikal tedbirlerine kavuşan bu insanlar, “ırz düşmanı, hak düşmanı ve şeref düşmanı sefilleri” hakiki çehreleriyle görmeye başlıyorlar. Bugün Tunçeli’de karar ve tedbirleri tatbik eden idealist Türk çocukları, bir daha Dersimliyi Seyid’in esaretine düşürmeyecektir. Hak bakımından kızların ailede şahsiyeti yoktur, kızlar miras alamazlar. Toprak ağanındır. Toprağı olan da ağaya, ağa hakkı öder. Seyidlerin bazısı tam bir derebeyidir. Toprak ağası Dersim’de bugün de hükmünü sürdürüyor. Ağa üründen payını alır, köylüye en fazla yüzde 40’tan fazla bir şey kalmaz.(12)

Dersim’de 1930’larda görevli Jandarma Yarbayı Nazmi Sevgen de Naşit Hakkı’dan geri kalmadı (aynen):

“Kızılbaş kadın, dilediği ve sevdiği bir erkeği (oynaş) veya gündüzlü tutar. Bu, haftanın bir gününde (gece değil) gündüzlü tuttuğu erkekle beraber kalması, onunla (oynaşması) demektir. Bu telâkki Zaza Kızılbaşlığında mühab ve serbesttir. Çünkü Kızılbaş gündüz münhasıran (hayır) işler. Kadının kocası da bunu günah ve ayıp saymaz. Çünkü o da bir diğer kadının (Gündüzlü)südür.”(13)

DERSİM’DEN MALATYA’YA, SİVAS’A, ÇORUM’A, MARAŞ’A…

Ebussuûd zihniyetinin Alevi-Kızılbaşlara bakışını aktarmaya gayret ettim.

Dersim, bir anlamda seçilmiş pilot bölgeydi.

Osmanlı’da 1880-1913 yılları arasında Dersim özelinde 18 rapor hazırlandı. Cihangir Gündoğdu ve Vural Genç’in ortak çalışması Dersim’de Osmanlı Siyaseti, 1880-1913 kitabı dönemine ait raporların analiz edildiği önemli çalışmadır.(14)

Cumhuriyet dönemindeyse Başbakan İsmet İnönü’den, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’a, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya pek çok yetkilinin imzasını taşıyan 15 rapor hazırlandı.

Osmanlı’nın 18 ve Cumhuriyet’in 15 olmak üzere 33 raporda öne çıkan üç sorun, Dersimlinin dili, dini ve kimliğiydi. Osmanlı ve Cumhuriyet egemenlerine göre ‘halledilecek’ unsurdu Dersimliler. Bunun için Dersimlilerin medenileştirilmesi ve Sünnileştirilmesi önerildi. Medenileştirme, Türkçeyi hâkim kılmanın ve Türkleştirmenin yumuşak ambalajlı ifadesiydi.

Dersim’in medenileştirilmesi ve Sünnileştirilmesi için yapılan harekâttaysa on binlerce Dersimli öldürüldü ve sürüldü. İçişleri Bakanlığının açıklamasına göre, sadece 1938’deki harekâtta 13 bin 160 Dersimli ve 122 asker-milis ölmüştür.

Modernizm modernizm diyenler bir zahmet kafasını Dersim’e de çevirmelidir. Yok sayamazlar, Dersim oradadır.

Dersim ve sonrası, Alevi-Kızılbaşların can güvenliği olmadığının yıllarıydı. Diğer dinden olanların can güvenliği olduğu iddiasında da değilim.

Yapılanları da unutamayız…

Dersim’de kalmadı.

Müesses nizamın risk analizine göre sıra (yine) Alevi-Kızılbaşlardaydı…

H Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar çalışmasında, 1960’lardan 1980’e kadar Malatya’da, Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da Alevilerin kitlesel katlini yazdı.(15) Katliamla kalınmadı, Alevi-Kızılbaşlar toprağından kopartıldı, kovalandı… Amaç buydu.

2 Temmuz 1993’te Sivas’ta 7-8 saat boyunca “şeriat isteriz” diyen saldırganlar, kuşattığı otelde 33 insanı yaktı…

12 Mart 1995’ta Alevi-Kızılbaşların yoğunlukla yaşadığı İstanbul-Gazi’de 22 kişi öldürüldü…

Ve tüm katliamlarda gerçek failleri ortaya çıkartacak yargılama yapılmadı.

Maraş ve davasıyla ilgili gelişmeler niye karanlığın perdesinin yırtılamadığını ortaya koymaktadır.

Maraş pogromunda(16) öylesine kollama yapılıyor ki, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, ilgili (1980’lerde görülen) davanın mahkeme tutanağını, yargı kararına rağmen 2022’de “devlet sırrı” diyerek Avukat Seyit Sönmez’e vermedi.

Hatta Başbakan Bülent Ecevit’e, 24 Aralık’tan on gün sonra 3 Ocak 1979’ta verilen “MİT planlamasıydı” raporuna rağmen, Maraş pogromunun planlayıcıları ortaya çıkartılmadı.

EGEMENLİĞİN ETNİK VE DİNİ UNSURU

Türk milliyetçiliğin iki temel unsuru vardır: Milleti Türk ve dini Sünni İslam’dır. Sünni İslam’ın tek egemenlik unsuru olduğu Osmanlı’da, sömürge milletlerin zinciri zorlamasıyla Türk unsuru da belirginleşmiştir. Abdülhamid’in istibdat yılları, Türk milliyetçiliğin de görünür olduğu dönemdir.

Fatma Müge Göçek, 1860-1870’ler sonrasında Türk milliyetçiliğin, 1- Savaşların ve ticaretin, 2- Tarihin, edebiyatın ve eğitimin, 3- Siyasal örgütlenmenin etkileriyle oluştuğuna dikkat çekti.(17) Önemli saptamaydı.

Kemal Karpat da Osmanlı nüfusunu analiz ettiği çalışmasında, Türklüğün görünür olduğunu vurguladı. 1900’lerde Osmanlı’nın yerini Türk’ün aldığı, Türk millet kimliğinin benimsendiği ve üst kimlik olduğu ifade edildi.(18)

1910’larda Türk, Sünni İslam’la egemenliğin unsuruydu. Ve Tarık Zafer Tunaya’nın değerlendirmesiyle Türkçü-İslamcı parti(19) İttihatçıların mücadele programı, Türk ve Sünni İslam ikizinin ‘merkeziyetçilik ve Türkçülük’ rotasının zirvesi, Cumhuriyet’ti. Zaman zaman İslam, Türk yerine ikame edilmiştir.

Cumhuriyet yolunda Hıristiyan Ermeni ve Rum milletlerin Anadolu’dan tasfiyesinde görünür olan Türklük, aynı yıllarda özellikle Osmanlı sömürgesi İslam milletlerinden Arap, Kürt ve Arnavut politikasıyla(20) daha da belirginleşmiştir.

1910’ların sonunda Türklük, Hıristiyan ve İslam milletlerine karşı egemenlik unsuruydu.

Türklük meselesi, Hıristiyanların tasfiyesi yıllarında temellendirilmiştir. Sömürge imparatoru Osmanlı’da milletler meselesine Tanzimat’ın ‘eşit vatandaşlık’ temelinde yaklaşımını 1878’de rafa kaldıran Abdülhamid, 1890’lardan itibaren Anadolu’da Ermenileri imha eden ve İslamlaştıran politikalarda yoğunlaştı. Selim Deringil’in ortaya koyduğu gibi 1895-1897 yıllarında Ermeniler, canını kurtarmak için değil birey olarak köy köy İslamlaştı.(21)

İttihatçılar, 1913’ten itibaren Abdülhamid’in Hıristiyanlar politikasına kalındığı yerden devam etti. 1923’e gelindiğinde Anadolu’da Hıristiyanların bir kısmı imha edilmiş, bir kısmı kovalanmış ve ‘can derdine’ düşenler de Sünni İslamlaşmıştı.

Cumhuriyet’le milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayan ‘öteki’ye karşı, devletin merkezileşmesi ve ‘tek’leştirmesi hedefinde, Kürtler ve Alevi-Kızılbaşlar vardır.

Sünni İslam, devletin dini olarak anayasaya da yazıldı.

1876 Anayasası’nda din vardı: “Devleti Osmaniyenin dini, dini İslamdır” (madde 11) ve "resmi dil Türkçedir" (madde 18).

1924 Anayasası’nda da vardı: “Türkiye devletinin dini, dini İslamdır; resmi dili Türkçedir” (madde 2).

1924’te İslam’ın Osmanlı pratiğinden yani ‘geleneksel İslam’dan kopuşun adımları atıldı: Halifelik ilga edildi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla medreseler kapatıldı, Şeriye ve Evkaf vekaletlerin ilgası sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Tekke, zaviyelerle ve (Bektaşilerin) dergahlar da kapatıldı, 1925’te. 1932’de ezan Türkçe okundu…

Bu, İslam’dan değil, ‘geleneksel İslam’dan kopuştu…

Üç yıl sonra 1928’de 2’nci maddeden “Türkiye devletinin dini, dini İslamdır” hükmü çıkarıldı ve 1937’de ‘laiklik’ eklendi.

Artık, anayasada TC’nin dini yazmıyordu. Şeriatçıların ve destekçilerin koro halinde tekrarladığı gibi, devlet dinsiz filan da değildir, ama öylesine algı yaratılmıştır.

Laikliğin anayasal hüküm olmasından üç yıl önce ırkçı İskân Kanunu’na yazıldı ki, dışarıdan nüfus ithalinde veya içerde iskân politikasında dikkate alınacak bir unsur da Türk kültürüne bağlı olan-olmayandı (madde 10-11). Türk kültürlüden kasıt Sünnilerdi.

Türk devletinin, milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayana (Hıristiyan milletlere, Yahudilere, Alevi Kızılbaşlara, Kürtlere ve saireye) politikası özünde Türk Nüfus Mühendisliği faaliyeti olarak icra edilmektedir.

MAĞDUR KİMDİR?

Anayasasında ‘din’ yazmayan laik TC, Sünni İslam, Alevi-Kızılbaş, Hıristiyan Ortodoks, Hıristiyan Katolik, Hıristiyan Protestan, Musevi ve saire dinden olan vatandaşlarına eşit mesafede miydi?

Devlet pratiğiyle sabittir ki, ne 1923’ten ne de 1937’den bugüne TC, vatandaşlarının dinine eşit mesafede olmadı, tercihi vardı ve bu, yapısaldı.

TC’nin vatandaşlarının dinine baktığı pencere Sünni İslam’ındı. Dini/ideolojik zihniyeti Sünni İslam olan (ve öyle kurulan) Diyanet İşleri Başkanlığı, Alevileri Sünnileştirmenin misyoner kuruluşudur.

Mustafa Öztürk’ün(22) yeni yayımlanan Geleneksel İslam’ın Kritiği kitabında aktarılıyor ki, kadın, kölelik, cariyelik ve cihat asırlardır süren tartışma konularıdır. Kadın, mirasta ve şahitlikte, erkeğe kıyasla ‘eksik’tir. Gerçi ‘eksik yaratık’ zihniyeti, tüm dini teşkilatların değişmez düsturudur.

21’inci yüzyıldayız, ama kadına bakışın turnusol kâğıdı 6 yaşında kızı evlendirme zihniyeti dahi yok edilmiş değildir. Tarikatçı baba, 6 yaşında kızını evlendirmiş ve bu, ona göre normalmiş!

İslam’a bakışta Mustafa Öztürk ve Cüppeli Ahmet, iki kutbun birer temsilcisidir. Mono blok tek anlayış ve teşkilat da yoktur. Süleymancılar, İsmailağa, Kaplancılar, İskenderpaşa, Fethullahcılar gibi pek çok teşkilat ve İslam’ı vardır. Birbirine de güvenmezler. Ne tesadüf ki, tüm dini teşkilatların liderleri de birer devlet memuruydu. Bilemiyorum, belki bugün de öyledir.

‘Geleneksel İslam’dan kopuş, dinsizlik değildi, ama Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devlet kurumuna ve dini teşkilatlara sahip Sünni İslamcılar, ‘geleneksel İslam’ı İslam’la eşitlemekle, meselenin istedikleri alanda tartışılmasını sağlamakta ve o algıyı yaratmakta başarılı oldular. Bunda akademianın ve tartışma platformunu belirleyebilen liberal kalemlerin de katkısı vardır.

Faşistlerin sokağa salındığı 1980 öncesinde komünizme karşı mücadelede devletle temaslı Komünizmle Mücadele Dernekleri de İslamcıları görünür kıldı. “(V)e onun (derneğin) antikomünizm söylemi milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı siyasallaşmanın aracı olmuştur.”(23) Nitekim o dönemin politik diline egemen sağ-sol ikilemi Kuran mealine eklendi; sol olumsuzlandı. Vakıa süresinin 8 ve 9’uncu ayetlerinde “ne mutlu sağcılara” ve “ne yazık o solculara” dendi.(24) Bu yıllarda devletle temasının örneği Menzil(25) teşkilatı, Urfa’dan Adıyaman’a göçtü ve binlerce dönüm arazi alması sağlandı.

1980, 12 Eylül’ün tırpanladığı devrimci hareketlere karşı, darbe lideri Kenan Evren mitinglerde cami imamı gibi ayetler okudu. Devrimcileri imha eden darbenin rüzgârını arkasına alan İslamcılar, Turgut Özal liberalizmiyle siyaset merkezine yerleştiler. Fethullah Gülen ve teşkilatı böylesi konjonktürün Türk-Sünni İslam modeliydi. Ve şahidiz: AKP ile ortaklığı, post kavgası ve 15 Temmuz kalkışması…

Sonuç olarak, Hıristiyan milletlerle Alevi-Kızılbaşların Osmanlı ve Cumhuriyet’te neler yaşadığı ortadadır, bilinmez değildir. 1910’lardan 2023’e Hıristiyan milletler neredeyse sıfırlandı ve toprağından edilen Alevi-Kızılbaşlar da kentlerin asimilasyon cenderesindedir.

Yukarıda değindim Jandarma Umum Komutanlığı’ndan Naşit Hakkı Uluğ’da ortaya konmuştur ki, Alevi-Kızılbaşlar ya hayatından olacak ya da ‘makbul vatandaş’ olması için Sünnileşecekti. Gri alan yoktu...

Tarikatların/şeriatçıların cirit attığı 2023’te de TC nazarında, cemevi dâhil Alevi-Kızılbaşların hiçbir resmi statüsü yoktur. Çünkü, Ebussuûd zihniyeti bugün de egemendir.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhuriyet’in dini kimliğinin tapusudur. Bunun içindir ki Sünni İslam bir tarafta, Alevi-Kızılbaş, Hıristiyan Ortodoks, Hıristiyan Katolik, Hıristiyan Protestan, Musevi ve saire dinden olanlar diğer taraftadır.

“Mağdurum” diyen Sünnilerin tarihinde ne 1915 ne de bir ’38 Dersim, bir ’78 Maraş, bir ’93 Sivas vardır? Olsun istemem, ama neyin ne olduğu da görülmelidir.

Akademia dâhil, Hıristiyan milletlere ve Alevi-Kızılbaşlara kıyasla, Sünnilerin mağduriyeti üzerine on yıllardır yapılan analizin vaat ettiği demokrasi lafta kaldı. Mağdur Sünnilerin cilası AKP-Fethullah koalisyonuyla döküldü.

Modernizm meselesi bir yana, devlet icrasıyla sabittir ki, son yılların Sünni İslamcılığı ile 1930’ların Türkçülüğü, demokrasiyi yadsıyan ve ‘tek’çi, tek yumurta ikizidir!

NOTLAR

(1) Jandarma Umum Kumandanlığı, Dersim, kitap içinde, Tarih Vakfı-Necmeddin Sahir Sılan Arşivi-2, Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik, Dersim-Sason (1934-1946), Tarih Vakfı Yurt Yayınları (hazırlayan ve yayınlayan), İstanbul-2010, s. vııı, 37-40.

(2) M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuûd Efendinin Fetvaları, 2. baskı, Enderun Kitabevi, İstanbul-1983, s. 109.

(3) M. Ertuğrul Düzdağ, age, s. 192; Baki Öz (Derleyen), Alevilik İle İlgili Osmanlı Belgeleri, 3. Basım, Can Yayınları, İstanbul-1997, s. 109.

(4) M. Ertuğrul Düzdağ, age, s. 193; Baki Öz, age, s. 110.

(5) Dersim, Tarih Vakfı-2, s. 124-125.

(6) Cihangir Gündoğdu-Vural Genç, Dersim’de Osmanlı Siyaseti, 1880-1913, Kitap Yayınevi, İstanbul-2013, s. 35.

(7) Naşit Hakkı, Derebeyi Ve Dersim, Ankara-1931, s. 30-32, 36, 69.

(8) Erzincan Genel Durum Raporu (yazan ve tarih belirsiz), Tarih Vakfı-Necmeddin Sahir Sılan Arşivi-5, Doğu Anadolu ve Cumhuriyet Bürokrasisi (1939-1951), derleyen: Tuba Akekmekçi-Muazzez Pervan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul-2011, s. 217.

(9) Pülümür Kazası Genel Durum Raporu (1936) (yazan belirsiz), Tarih Vakfı-Necmeddin Sahir Sılan Arşivi-4, Dersim Harekâtı ve Cumhuriyet Bürokrasisi (1936-1950), Derleyen: Tuba Akekmekçi, Muazzez Pervan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul-2011, s. 4-5, 36-37.

(10) Mazgirt Kaymakamı Hüseyin Koçyiğit, Mazgirt Genel Durum Raporu (1944), Tarih Vakfı-4, s. 335-339.

(11) Naşit Hakkı, Derebeyi Ve Dersim, s. 51.

(12) Naşit (Hakkı) Uluğ, Tunceli Medeniyete Açılıyor, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul-1939, s. 73-79, 92-93.

(13) Nazmi Sevgen, Zazalar ve Kızılbaşlar, Kalan Yayınları, Ankara-1999, s. 206.

(14) Cihangir Gündoğdu-Vural Genç, age, İstanbul-2013.

(15) H. Nedim Şahhüseyinoğlu, Yakın Tarihimizde Kitlesel Katliamlar, İtalik Kitaplar, Ankara-1999.

(16) Orhan Gazi Ertekin (derleyen), Maraş Katliamı, Dipnot Yayınları, Ankara-2020.

(17) Fatma Müge Göçek, Osmanlı Devleti’nde Türk Milliyetçiliğinin Oluşumu: Sosyolojik Bir Yaklaşım, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Milliyetçilik, cilt: 4, İletişim Yayınları, İstanbul-2020, s. 63-76.

(18) Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), çeviren: Bahar Tırnakcı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul-2003, s. 22-24, 29-30.

(19) Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, 3, İletişim Yayınları, İstanbul-2000, s. 293-295, 344, 377.

(20) Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918), İletişim Yayınları, İstanbul-2001.

(21) Selim Deringil, İhtida ve İrtidad, çeviren: Ayşen Anadol-Taciser Ulaş Belge, İletişim Yayınları, İstanbul-2017, s. 281-340.

(22) Mustafa Öztürk, Geleneksel İslam’ın Kritiği, Kırmızıkedi, İsyanbul-2023.

(23) Ertuğrul Meşe, Komünizmle Mücadele Dernekleri, İletişim Yayınları, İstanbul-2016, s. 289.

(24) Hasan Basri Erzurumi’den aktaran Ertuğrul Meşe, age, s. 48.

(25) Saygı Öztürk, Menzil, Doğan Kitap, İstanbul-2019.

Duvar

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar