Türkçe | Kurdî    yazarlar
Tribünlerde antifaşist hat

2025-12-25

Başka bir futbol mümkün mü?

Tuğçe Yılmaz

Futbolun “Q” Hali’nin kurucusu Atakan Rosa: “Sistem tarafından dışlanan tüm kesimlerin futbol alanında da birleşik bir mücadele hattı örmesi artık bir tercih değil, zorunluluk.”

Futbol çoğu zaman milliyetçilik, patriyarka ve şiddetle özdeşleştirilen bir alan olarak görülse de, dünyanın farklı yerlerinde bu tabloyu zorlayan, tribünü ve oyunu politik bir müdahale alanına dönüştüren deneyimler de var.

Söz konusu örnekler futbolu “temiz” ya da çelişkisiz bir alan olarak değil, mücadeleyle dönüştürülebilen bir zemin olarak ele alıyor.

Almanya’da St. Pauli, antifaşist ve kuir dostu tribün kültürünün kulüp kimliğini etkileyebildiğini gösteren en bilinen örneklerden biri. İskoçya’da Celtic taraftarlarının Filistin’le dayanışmayı İrlanda’nın sömürgecilik karşıtı hafızasıyla birlikte tribünlere taşıması, futbolun tarihsel ve politik belleğe açılabileceğini ortaya koyuyor.

Benzer biçimde İtalya’da Livorno’nun sol ve antifaşist tribün geleneği, İspanya’da Rayo Vallecano taraftarlarının mülteci dayanışması ve ırkçılık karşıtı eylemleri, Yunanistan’da AEK Atina ve Panathinaikos tribünlerinde yükselen faşizm karşıtı pratikler, futbolun aşırı sağın doğal alanı olmadığını gösteren başka örnekler.

Endüstriyel futbola karşı antifaşist ve kuir-feminist bir futbol alanı yaratma hedefiyle 2023’te yola çıkan Futbolun “Q” Hali’nin kurucusu Atakan Rosa ile tribünlerde Kürt siyasetçi Leyla Zana üzerinden başlayan cinsiyetçi-ırkçı saldırıları ve tribünlerin dönüşümünün mümkün olup olmadığını konuştuk.

“Futbol, devlet için en kullanışlı aparatlardan”

Amedspor örneği üzerinden baktığımızda, Kürt kimliğinin tribünlerde sistematik biçimde hedef hâline gelmesi size ne söylüyor? Leyla Zana’ya yönelen saldırılarla bu tablo arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Futbol sahalarında özellikle Kürt kimliğini hedef alan saldırılar, devletin ırkçı ve militarist politikalarının topluma nasıl empoze edildiğinin somut bir göstergesi. Devlet, kontrolü altındaki tüm kurumlarda bu politikayı nasıl yürütüyorsa, futbolu da araçsallaştırılmış bu yapılardan ayrı düşünmemek gerekiyor.

Bu süreçte özellikle Leyla Zana’ya cinsiyetçi söylemlerle saldırılması tesadüf değil. Kürt Özgürlük Hareketi’nin sembolik isimlerinden Zana’nın 90’lı yıllarda Mecliste yaptığı Kürtçe konuşmanın, şovenist çevreleri rahatsız etmeye devam ettiğini düşününce buradan açıkça Zana üzerinden Kürt halkının mücadelesi ve barış sürecinin hedef alındığı ortaya çıkıyor. Tüm bu tablo ise militarizmin, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin nasıl kesiştiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Antifaşist bir futbol savunucusu olarak bu saldırıları hangi politik ve toplumsal bağlam içinde değerlendiriyorsunuz?

Hafızamızı tazelediğimizde bu şiddet sarmalının boyutları daha net görülecektir: 10 Ekim 2015’te arkadaşlarımız IŞİD tarafından katledildikten sadece üç gün sonra Konya’da oynanan maçta, anma esnasında tribünlerden yuhalama ve “Ya Allah, Bismillah, Allahu ekber” seslerinin yükselmesi ve bundan 10 yıl sonra yine aynı tribünlerde barış süreci özelinde Abdullah Öcalan’a karşı yükselen küfürlü tezahüratlar, bu toplulukların çatışma kültüründen nasıl beslendiğinin göstergesi.

Bursaspor taraftarları, 2006 yılında kentte yapılmak istenen ilk Onur Yürüyüşü’ne de saldırarak “Trolara ölüm” sloganları atmıştı. Tüm bu saldırılar, tribünlerin egemen ideolojinin en kolay örgütlendiği alanlardan biri olduğunu gösterirken militarizm, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğunu doğrular nitelikte.

İşin en ironik boyutu, tüm bu pratiklerin “muhalefet” maskesi altında sergilenmesi. Oysa bu eylemler toplumsal barışın karşısında, mevcut egemen anlayışı tahkim eden birer statüko koruyuculuğu. Örneğin, bir sanayi kenti olan Bursa’da taraftar gruplarının; çocuk işçiliğinin yasal kılıfı haline gelen MESEM’lere ya da açlık sınırının altında kalan asgari ücrete dair tek bir itiraz yükselttiği görülmemiştir. Geldiğimiz noktada ise kentteki kuraklığın ve su krizinin sorumlularından biri olan bir meşrubat şirketine, sadece sponsorluk ilişkileri nedeniyle siper olunuyor.

Benzer şekilde; 6 Şubat depremleri sırasında Ümit Özdağ’ın başlattığı mülteci karşıtı dezenformasyonlarla “insanları koruma” kılıfı altında mülteci avına çıkan kitleler, sıra deprem suçlularının aftan yararlanmasına zemin hazırlayan yargı paketlerine veya geniş çaplı hak gasplarına geldiğinde derin bir sessizliğe gömülüyor.

“Öleceksek adam gibi öleceğiz”

Futbol tribünleri ve futbol kamuoyu, cinsiyetçi ve ırkçı dili neden bu kadar kolay yeniden üretebiliyor?

Tekrara düşmek istemiyorum; ancak devlet nasıl ki eğitim, hukuk vb. gibi araçları elinde bulundurup egemen ideolojiye göre kullanıyorsa açık bir şekilde futbolu da aynı şekilde kullanıyor. Özellikle futbol kurumlarının bu dile karşı önlem almak yerine, bu söylemleri besleyen bir pozisyonda durması ve “Öleceksek adam gibi öleceğiz, kadın gibi yaşamayacağız. Bizi kadın gibi yaşatmaya kimsenin gücü yetmez” gibi sözleri olan birinin Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) başkanı olabilmesi maalesef söylediklerimi onaylar bir yerde.

Elbette caydırıcı olmayan ceza politikaları da söz konusu. Leyla Zana’ya söylenen cinsiyetçi söylemler için TFF’nin Bursaspor’a verdiği 16 bin TL’lik ceza, bunun bir örneği. Tüm bunlar tribünlerde nefret söylemlerinin normalleştirilmesine ve yeniden üretilmesine zemin oluşturuyor.

Futbolun yönetim mekanizmaları bu söylem ve saldırıları “futbolun doğasında/kültüründe var” diyerek normalleştiriliyor. Saldırgan kitlelerin sadece “birkaç kızgın holigan” veya “serseri grubu” olarak yaftalanıp geçiştirilmesi, asıl tehlikeyi perdeliyor. Dahası, bu topraklardaki pek çok katliam ve hak ihlalinde olduğu gibi, tribündeki bu şiddet sarmalı da “vatanı korumak” kılıfı altında yapılarak ırkçılığı ve cinsiyetçiliği meşrulaştırıyor.

Antifaşist ve kuir-feminist futbol perspektifi, bu tür saldırılar karşısında ne öneriyor? Sadece karşı çıkmak mı, yoksa futbolu bambaşka bir yerden yeniden kurmak mı?

Gerçekçi olmak gerekirse, “Aile Yılı” ilânıyla birlikte LGBTİ+’lar ve kadınlar üzerindeki baskı artarken, bu alanda köklü bir değişim yaratmak zor. Ancak tam da bu nedenle, militarist, ırkçı ve cinsiyetçi futbol düzenine karşı alternatif alanlar örmek ve futbolu antifaşist, kuir-feminist bir yerden yeniden kurmaya çalışmak, başlı başına son derece değerli bir mücadele olarak görülmeli.

Türkiye’de böyle topluluklar mevcut; ancak futbol sahalarındaki nefret saldırılarını da düşününce bu öznelerin barış ve demokratikleşme sürecinde aktif olarak yer alması gerektiğine inanıyorum. Yapısal bir çözüm sunmasa da, en azından alternatif olanı konuşabilmek, militarist ve eril egemen sistemin tüm çıplaklığıyla görünür olduğu bir alan için son derece önemli bir başlangıç oluşturuyor.

Amedspor’a beslenen düşmanlık

Ana akım futbol camiasının –kulüpler, federasyon, spor medyası– bu saldırılarla ilgili tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Medyanın hâli ne yazık ki ortada: Ana akım medya futbolu büyük ölçüde transfer ve skor ekseninde ele alırken, özellikle millî maç dönemlerinde milliyetçi duyguları kışkırtmayı ve kitleleri bu hat üzerinden konsolide etmeyi hedefliyor.

Kulüpler cephesinde ise tablo daha da çarpıcı. Devlet eliyle borçları silinen ya da yapılandırılan kulüpler, kaynağı belirsiz finansman ilişkileri, stadını TÜGVA etkinliğine açan Beşiktaş, kulüp başkanlarının TÜGVA toplantı ve yürüyüşlerine katıldığı, Mehmet Ağar’ın kongre üyesi olduğu Galatasaray, Leyla Zana’ya yöneltilen cinsiyetçi söylemleri sürdüren Bursaspor’un kardeş takımı Ankaragücü’nün Kenan Evren dönemine uzanan geçmişi… Bunların yanı sıra, Batı’daki birçok kulüp Amedspor’a yönelik açık bir ırkçı düşmanlık besliyor; Amedspor’la oynanacak maçlar bir spor karşılaşması değil, savaşa çıkılıyormuş gibi ele alınıyor.

Kısacası bu sessizliğin ve normalleştirmenin nedenleri, yalnızca güncel tutumlarla sınırlı değil; tarihsel ve ideolojik olarak derinlere uzanıyor. Günün sonunda ise karşımıza yine aynı yapı çıkıyor: Neoliberal, militarist, ırkçı ve cinsiyetçi politikalarla örülmüş bir futbol düzeni.

Dünyadan örnekler

Türkiye’de ve dünya genelinde antifaşist müdahalelerin sahada ya da tribünde somut karşılıkları oldu mu?

Ben her şeyin –zor da olsa– dönüşebilir olduğuna inanıyorum, asıl mesele böyle bir alanda mücadelenin nasıl örülebileceği. Dünyada bunun farklı bağlamlarda ortaya çıkmış pek çok örneği var. Filistin işgaline karşı tutumu çeşitli açılardan eleştirilebilse de, St. Pauli tribünleri, taraftar hareketinin kulüp kültürünü dönüştürme gücü açısından hâlâ önemli bir örnek olarak gösterilebilir.

Celtic taraftarları, Filistin’le dayanışmayı İrlanda bağımsızlık mücadelesiyle birlikte tribünlere taşıyarak bu hattı görünür kılıyor. ABD’de NWSL’de bazı kulüp taraftarlarının transfobik yasa tasarılarına karşı tribünlerde pankart açması, futbolun kimlik ve beden politikalarıyla da kesişebileceğini gösteriyor. Barikat grubunun da yer aldığı enternasyonal antifaşist taraftarların Marsilya’da düzenlediği turnuva, bu mücadelenin sınır aşan bir boyutu olduğunu hatırlatıyor. Türkiye’de ise Amedspor tribünlerinde açılan “Jin Jiyan Azadî” koreografisi, Mor Barikat’ın varlığı ve kuir feminist futbol toplulukları, alternatif bir tribün ve futbol tahayyülünün mümkün olduğuna işaret ediyor.

Bu örneklerin bazıları dönüşüm açısından daha somut sonuçlar üretmiş, bazıları ise henüz sınırlı kalmış olabilir. Ancak tümü, alternatif bir futbol ve tribün kültürünün yaratılabileceğine dair umut verici deneyimler olarak ortak bir yerde buluşuyor.

Ne yapmalı?

Bu bağlamda nasıl bir dayanışma hattı örülebilir? Futbol içinden ve dışından kimler, nasıl yan yana gelmeli?

Faşist politikacılar ile birbirine düşman gibi görünen tribün gruplarının; konu Kürt karşıtlığı, cinsiyetçilik ya da LGBTİ+fobi olduğunda, “Türklük Sözleşmesi” etrafında ne kadar hızlı biçimde birbirini desteklediğini görüyoruz. Buna karşılık, sistem tarafından dışlanan tüm kesimlerin –hayatın diğer alanlarında olduğu gibi– futbol alanında da birleşik bir mücadele hattı örmesi artık bir tercih değil, zorunluluk. Bu nedenle antifaşist ve kuir-feminist hareketlerin futbolu yalnızca eleştirilen bir alan değil, stratejik bir tartışma ve müdahale zemini olarak görmesi gerektiğine inanıyorum.

Zira cis-hetero (heteroseksüel normu merkeze alan) patriyarkal sistemin en işlevsel araçlarından biri olan ve erkekliğin en kolay üretildiği alanlardan biri kabul edilen futbolu tartışmak ve yeniden kurgulamak, inşa etmeye çalıştığımız yeni yaşam tahayyülünün ayrılmaz bir parçası olmalı. Eğer bugün gerçek bir barıştan söz edeceksek, egemenliğin elindeki tüm araçlara eleştirel biçimde yaklaşmak ve futbolu bu çerçevenin dışında tutmamak gerekir. Bu mücadelenin ancak kesişimsel bir hat üzerinden örülebileceğini; aksi halde küresel ölçekte yükselen sağ popülizm karşısında bir çıkış üretmenin çok daha güç olacağını düşünüyorum.

Bianet

YAŞAM