

0025-04-23
Cihat Arpacık
Suriyeli aktörlerin değişimlerine tanıklık ederken çoğu zaman iki hata yapıyoruz. Ya romantize ediyor ya da hemen reddediyoruz. Gerçek ise her iki uçtan da daha çetrefilli. Bütün hikâye sakalın ucunda başlayıp kravatın düğümünde bitiyor. Oysa bu kırılganlık, Suriye’nin en sert adamlarını bile günün birinde gülümseyerek kravat düzelten siyasetçilere dönüştürebilecek kadar güçlü.
Cephe hattında, çamurun içinde, enkazların arasında keskin bir duman kokusuyla, sert adamların arasında yıllarca dolaştım. Her birinin yüzleri ve hikâyeleri başkaydı ama hepsinin üzerinde aynı savaşın gölgesi vardı. İç savaş insanın omzuna yeni bir ağırlık bırakıyordu. Bir sözünü alıyor, bir inancını kemiriyor, bir parçanı koparıyordu. En çok da sakallara dokunuyordu savaş. Sakal orada sadece tüy değildi. Bir ideolojinin kılıfı, bir “cemaatin” nişanı, bir grubun bayrağıydı. O günlerde “akide” denilen şey tartışılamazdı. “Küfür alameti” bir davranış, ölüm nedeni olabilecek bir suçtu.
Abdullah el Kürdi’nin sakalı uzun, yüzü sertti, karakteri sakindi. Sakal onun için (de) imza, aidiyet ve bir cevaptı. Afrinliydi. IŞİD’le ve YPG’yle çatıştı. Yıllar sonra, savaş henüz bitmemişken onu “diplomatik” bir toplantıda takım elbisenin içinde, omuzlarına hafifçe oturmuş bir dünya yorgunluğuyla karşımda dururken gördüğümde savaşın ona artık yetmediğini fark ettim. Kravat takmıyordu belki ama takım elbise giymeye başlamıştı. Gözlerinde hâlâ aynı sakinlik vardı. Ancak çevresi bir gün “Şeyh Abdullah demokratik oldu” demeye başladı. “Demokratik”, onlar için “pis” bir kelimeydi, uğruna savaşılacak bir şey değildi. “Falanca kişi ‘demokratik’ oldu” diye fısıldanması, cephe gerisinde ağır bir ithamdı.
Bütün hikâyenin sakalın ucunda başlayıp kravat düğümünde bitmesi kadar kırılgan olduğunu bu anlarda öğrendim. O kırılganlık, Suriye’nin en sert adamlarını bile günün birinde gülümseyerek kravat düzelten, kameralara poz vermeye çalışan “siyasetçilere” dönüştürebilecek kadar güçlüydü.
Ahmed el Şara’nınki de benzer bir “dönüşüm” hikâyesi. Herkesten daha sert hassasiyetlere sahip olduğu düşünülen bir çerçevenin içinden gelmiş bir adamdı. Sonra kravatlar, takım elbiseler, Trump’la şakalaşmalar, kamera önünde rahat bir gülüş… Bir zamanlar “evet” ya da “hayır”ı keskin bir bıçak gibi ayıran söylemler şimdi tebessümün ardına gizlenen “pragmatizme” dönüştü. “Akide” savaşta bir kimlik inşa etmede ne kadar hayati bir rol oynuyorduysa, barışta da pragmatizmin karşısında eziliyordu. Savaşta dışlanan, barışta müsamaha görüyordu.
Muhabir olarak en çok dikkatimi çeken şey, bu dönüşümlerin etrafında biriken sessizlikti. Arkadaşların, eski dostların, savaşta yan yana koşanların çoğu, dönüşen bu adamların etrafında susmayı tercih etti. (Susmak, her zaman bir anlaşmanın göstergesi değildir. Bazen de mahrem bir hayal kırıklığından arta kalandır.) Bütün bunlarla birlikte medyanın işlevi bu dönüşümleri sadece not etmek değil, anlamaya da çalışmaktır. Değişimlere tanıklık ederken çoğu zaman iki hata yapıyoruz. Ya romantize ediyor ya da hemen reddediyoruz. Gerçek ise her iki uçtan da daha çetrefillidir. İnsanların değişmesi, çoğu zaman hayatta kalma refleksi, siyasi liderlerin giyimini değiştirmesi dönemin mekaniğinin bir parçasıdır.
Yani savaşta sakal size kim olduğunuzu söyler, barışta ise kravat sizi kim yapmak istediklerini gösterir. Bu dönüşümler küçük kişisel değişimlerden ötededir. Savaşın mantığıyla barışın mantığı çarpışır ve bu tür savaşlarda “akide” (ya da bakış açısına göre ideoloji) insanı bütünleyen bir iskeletken, barışta maslahatın yağlı ellerine emanet ediliverir. Savaşta kendilerine göre ideal olanı savunarak, bundan aldığı motivasyonla savaşa devam edebilenler barışta aynı katılıkta ısrar edemez. Çünkü barış farklı hesaplar, farklı yüzler, farklı yutkunmalar gerektirir. “Küfür alameti” sayılan davranışlar barışta maslahat gereği tolere edilen haller haline gelir.
Belki de bütün bu hikâyelerin en sessiz yerinde, Abdullah el Kürdi’nin yıllarca omzunda taşıdığı, ağırlığın yerini alan o görünmez sızı duruyor. İnsan, savaşın içinde sertleşmiyor sadece, aynı zamanda içten içe de “yumuşuyor.” Kimsenin görmediği bir yerinde ince bir çatlak açılıyor. O çatlağın içinden sızan ışık bazen bir takım elbisenin yakasında, bazen bir toplantı masasının kenarında, bazen Amerikan televizyonlarında “hesaba çekilirken”, bazen de kimsenin duymadığı bir iç çekişte kendini belli ediyor.
Abdullah’ın sakalıyla başladığı yol, o gün kimseyi incitmeden, kimseyi yaralamadan yeni bir kelime arıyordu belki. Çünkü insan değişirken kirlenmek zorunda değildir. Bazıları, Abdullah gibi, sadece hayatta kalmanın değil, hayatta kalırken insan kalmanın da yolunu arar ve o yolun sonunda, en sert adamların bile yüreğinde kimsenin yargılamaya hakkı olmayan bir iyilik payı saklı kalır.
Ahmed el Şara’nın hikâyesi de başka bir yerden yakalıyor insanı.
Çünkü onun yüzünde, yıllar önce tuttuğu o keskin çizginin hâlâ silik bir izi duruyor. Bir zamanlar “geri dönüşü olmayan” dediği sözler, bugün geriye dönüp baktığında kendi omuzlarına yüklediği birer taş, kendi bagajına yüklediği bir yük gibi duruyor.
Fakat “insan” dediğin de böyle bir varlık işte. Bir gün elinde bıçak gibi taşıdığı, “hakikat” sandığı şeyin, ertesi gün bir fotoğraf karesinin kenarında hafifçe eğilen bir gülümsemenin içine sığamadığını görür. Ahmed el Şara’nın kravatıyla “barışması”, dünyanın ve kendi dünyasının da değiştiğini kabul ederken içindeki o eski, hırçın çocuğa merhamet göstermesidir.
Onu eleştirenler, bu dönüşümün ardındaki sessiz yarayı görmüyor, oysa Ahmed el Şara’nın içindeki o yara, savaşın bıraktığı -belki de- en insani izdir.
Onların hikâyesi bize sertliğin değil, asıl değişimin cesaret istediğini fısıldar.
Perspektif
2025-11-22KAOS GL: Mektubun var
2025-11-21"Siz bu yazıyı Çocuk Hakları Günü’nde okurken, ben bir günümü 200 TL’ye satmış olacağım"
2025-11-07Ağrı İsyanı’ndan Şener Şen’e uzanan bir yaşam
2025-11-011 milyondan fazla çocuk okula sosyal yardımla gidebiliyor
2025-09-15Dersim dört mezar üstünde
2025-09-05“O ânı, o korkuyu ben her Eylül ayında yaşıyorum"
2025-09-05Türkiye'de futbol: İdeolojik "uyutma" mekanizması
2025-09-01Kendisine 20 gün ömür biçilen Kürt kadın yazar 25 kitap yazdı
2025-08-30Mucizelerle dolu Mor Gabriel'i horiepiskopos Gabriel Aktaş anlatıyor
2025-08-20Kürtler ve Türkler
2025-08-26“İstanbul’un varoşlarında boş bırakılan alanı, Daltonlar doldurdu”
2025-08-24Çeteler ve Aileler: Suça Sürüklenen Çocuklar ve Kurbanları
2025-08-13Bir Vicdan Manifestosu: Karnım Zil Çalıyor!
2025-08-13Zeliha bisikletine kavuşamadı
2025-07-30Diyanet Eliyle Modern Bid’at Üretimi, İyilik Yarışması ve Umre Ödülü
2025-07-19Dürziler kimdir?
2025-07-09Kürtler Sovyet sosyalizmini ne kadar sevdi?
2025-07-02Bêrivanların yaşamı yaylaların güzelliği ile zorluğu arasında
2025-04-15Semânın Politikası
2025-04-08Romanlar için bir gün değil, her gün