Türkçe | Kurdî    yazarlar
Eski “Akil İnsanlar”ın gözünden yeni süreç (3)

2025-01-08

Kezban Hatemi: “Maliyeti insan olan sorunun çözümünde bütün siyasiler elini taşın altına koymalı”

Göksel Göksu

Kezban Hatemi, ismi Türk siyasetinde iz bırakan önemli davalarla öne çıkan bir avukat. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde Siirt’te okuduğu şiirin ardından başlayan yargı sürecinde temyiz dilekçesini Kezban Hatemi yazdı. Hrant Dink cinayetinin ardından açılan davada Dink ailesinin avukatlığını üstlenen Hatemi, aynı zamanda Katolik, Ortodoks ve Süryani, Musevi cemaatlerinin temel hak ve özgürlüklerine ilişkin davalarının savunucusu ve Patrik Bartholomeos’un hukuk danışmanı. Halen DPI Uzmanlar Heyeti’nde Türkiye Demokrasi Platformu başkanlığını yürüten Hatemi, Galata Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi olarak görev yapıyor. Kezban Hatemi, 3 Nisan 2013’te AKP hükümeti tarafından açıklanan ve barış sürecini yönetecek olan 63 kişilik “Akil İnsanlar” listesinde yer aldı. Göksel Göksu, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki heyette görev alan Hatemi’ye bugün yürütülen sürece ilişkin görüşlerini sordu.

“Erdoğan ‘Kürt sorunu’ diyen ilk başbakan oldu”

Adı konulmayan ve en azından “müzakere süreci” denilebilecek bir sürecin içindeyiz. Ancak içinde bulunduğumuz koşullar bir günde gelişmedi. Öteden beri süregelen ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde bir ilke imza atarak adına “Kürt sorunu” dediği süreç ile ilgili daha önce de adımlar atıldı. Önceki dönemlere ait dönüm noktalarını sıralasanız nereden başlarsınız?

Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olan AK Parti’nin ilk iktidar yıllarında Avrupa Birliği’ne tam üyelik için müzakerelere başlamak çok önemli bir hedefti. Kopenhag Kriterleri’ni karşılamak amacıyla bir dizi reform yapıldı. Olağanüstü halin kaldırılması, gözaltı sürelerinin kısaltılması, DGM’lerin kaldırılması, çocuklara Kürtçe isim koymanın önünün açılması, Kürtçe yayın yapmanın serbest bırakılması, özel kurslarda Kürtçe öğrenmenin mümkün olması gibi Kürtçe’ye yönelik yasakların tedricen kaldırılması, köy boşaltma ve faili meçhul cinayetlerden doğan zararların tazmini gibi reformların çok önemli bir kısmı “Kürt sorunu” ile ilgiliydi.

Ağustos 2005’te o sırada başbakan olan Erdoğan’ın, Ankara’da aydınlarla görüşmesinin ardından Diyarbakır’da halka hitaben yaptığı konuşma sadece Kürtler arasında değil, ulusal ve uluslararası kamuoyunda büyük yankı buldu.

İlk defa bir Başbakan “Kürt Sorunu” diyor ve bu sorunun kendi sorunu olduğunu ilan ediyor, geçmişle yüzleşmeden söz ediyor, daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku, daha çok refahla sorunu çözeceklerini vurguluyordu. Artık devlet, Kürt sorununun varlığını kabul ve ikrar ediyordu, ancak bu konuşma milliyetçi-ulusalcı kesimlerde olumsuz ve sert tepkilere neden oldu. Dolayısıyla bu konuşmanın gereği olan adımlar kısa sürede atılmadı.

Takip eden yıllarda Terörle Mücadele Kanunu ve Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu başta olmak üzere ceza mevzuatında hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı, yani geri adım, sayılabilecek düzenlemelere gidildi; reformlar da adeta durma noktasına geldi.

2009’da başlayan “Kürt açılımı” ve “Akil İnsanlar”

2009’da AK Parti iktidarı bu defa “Kürt Açılımı” düşüncesini kamuoyunun gündemine getirerek sorunun bütün boyutlarıyla tartışılmasını ve toplumsallaşmasını sağladı.

AK Parti somut bir çözüm önermiyor, tam tersine herkesin düşüncesini ortaya koymasını istiyor ve birlikte bir çözüm politikası geliştirmeyi tercih ediyordu. Ancak bu girişime yönelik tepkiler nedeniyle isim değişikliğine gidildi. Önce “Demokratik Açılım” daha sonra ise “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” adı verilen sürecin koordinatörlüğünü İçişleri Bakanı Beşir Atalay yürüttü. Maalesef siyasi partilerle temas ve işbirliği sağlanamadı. Ancak meslek kuruluşları, STK’lar, üniversiteler, medya, kanaat önderleri ve aydınlarla uzun görüşmeler yapıldı.

TBMM’de ilk kez özel bir oturumla sorun tartışmaya açıldı, bir yandan bir grup PKK mensubu ve Irak Kürdistanı’ndaki Mahmur Kampı’ndan bazı mültecilerin Türkiye’ye gelmesi planlandı.

Habur’da yaşananlar

Evet o dönemde Abdullah Öcalan da yine devredeydi. Hatta Kandil ve Mahmur Kampı’ndan ayrılan 34 kişilik grubun Türkiye’ye girişi tartışmaları da beraberinde getirdi.

34 kişilik grubun Habur Sınır Kapısı’ndan girişi, bir tarafta sevinç diğer tarafta karşıt gösteriler yapılmasına yol açtı. 2009’da başlayan açılım sürecine en büyük darbeyi KCK Operasyonları, siyasetçi, sendikacı, STK temsilcisi kişilerin (özellikle Diyarbakır’da belediye başkanları, çok sayıda siyasetçinin elleri kelepçeli halde adliyeye getirilmesi, tutuklanması halkta umutsuzluğa yol açtı, anadilde savunma sorunu, tutukluluk sürelerinin sürekli uzatılması umutları yerle bir etti) tutuklanması vurdu. Öcalan’la ve PKK yöneticileriyle görüşmeler yürütülürken aynı zamanda BDP yöneticilerine, STK yöneticilerine yönelik operasyonlar ve tutuklamalar güvensizliğin daha da derinleşmesine neden oldu. Bütün bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra TRT’de 24 saat yayın yapan TRT Şeş’in açılması, lisans ve lisansüstü seviyede Kürtçe dil eğitiminin üniversitelerde verilmeye başlanması, cezaevlerinde Kürtçe konuşmanın önündeki engellerin kaldırılması gibi adımların atılmasına da devam edildi.

2013’e kadar devam eden bir süreçti bu değil mi? Çözüm sürecine giden yoldaki yapı taşları…  

Tabii… Devletin MİT aracılığıyla Öcalan’la ve PKK ile sürdürdüğü Oslo Süreci’nin kesintiye uğramasından sonra ses kayıtları internete düştü. Toplum büyük bir tepki vermedi ancak Oslo görüşmelerini yapan MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve MİT’in eski yöneticileri gözaltına alınmak istendi. Bu dönemde PKK eylemlerin, devlet de askeri operasyonların dozunu iyice artırdı. Ancak 2012’nin sonlarına gelindiğinde ne PKK “Devrimci halk savaşını“ başlatabilmiş ne de devlet PKK’yı “imha edebilmişti”.

“Süreç Türk ve Akat’ın İmralı’ya gitmesiyle başladı”

PKK ve KCK davalarında cezaevlerinde yatan yüzlerce kişi önce açlık grevine bazıları da ölüm orucuna başlayarak Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasını ve anadilde savunma hakkı istedi. Uzunca bir aradan sonra Öcalan’la yeni bir temas kuruldu ve yaptığı çağrı üzerine tutuklu ve hükümlüler eylemlerine son verdi. Başbakan Erdoğan “gerekirse Devlet’in Öcalan’la yeniden görüşebileceğini” açıkladı.

Zaten peşi sıra da çözüm süreci ve ona paralel olarak da İmralı trafiği başlamıştı…

MİT-Öcalan görüşmelerinin bir aşamaya gelmesinin ardından, 3 Ocak 2013’te iki milletvekilinin (Ahmet Türk ve Ayla Akat) İmralı’ya giderek Öcalan’la görüşmesi üzerine, çözüm süreci ilan edilerek başlatılmış oldu. 23 Şubat 2013’te Pervin Buldan, Altan Tan ve Sırrı Süreyya Önder İmralı’ya gitti. Adından BDP yetkilileri Federe Kürdistan Bölgesi’nde ve Avrupa’da PKK ve KCK yetkilileriyle bir araya geldiler. 18 Mart’ta da BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’la görüştü. Öcalan Kandil’e, Avrupa’ya ve Ankara’ya hitaben yazdığı mektupları resmî yetkililer aracılığıyla gönderdi; 21 Mart Nevruz Töreni’nde “Bizi bölmek ve çatıştırmak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz. Ayrıştırmak isteyenlere karşı birleşeceğiz” mesajı verdi, “Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun” dedi ve silahlı unsurların sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelindi. Kandil olumlu cevap verdi. Ateşkes ilan edeceklerini, alıkoydukları kamu görevlilerini serbest bırakacaklarını duyurdu.

Akil İnsanlar heyetinin ilk toplantısı

Akil İnsanlar heyeti bu gelişmelerin ardından oluşturuldu değil mi? İlk buluşma nerede, ne zaman gerçekleşti?

4 Nisan 2013’te 63 kişilik Akil İnsanlar Heyeti İstanbul’da Başbakan Erdoğan’ın başkanlığında ilgili bakan, milletvekili ve bürokratların da katılımıyla ilk toplantısını yaptı. Ben de yer aldım o toplantıda. CHP ve MHP’nin üye vermemesine rağmen TBMM Çözüm Sürecini Değerlendirme Komisyonu’nun kurulması, çözüm sürecinin başarısı için önemli bir adım oldu. CHP ve MHP Meclis Araştırma Komisyonu’na üye vermeyeceğini açıkladı.

2013’te MHP, çözüm süreci için “ihanet” nitelemesi yapıyordu bugün ise sürecin kapısını aralayan bizzat MHP lideri Devlet Bahçeli oldu.

MHP Akil İnsanlar ile görüşmeyi bile kabul etmemişti. Sadece Şanlıurfa’da CHP İl Başkanı bir heyetle Güneydoğu Grubu’nu ziyaret ederek sürece desteklerini açıklamıştı.

Çözüm süreci o zaman -mevcut anayasaya rağmen- hükumetin iradesi ile başlamıştı. Bu defa hiç beklenmeyen bir Türk, beklenmeyen bir anda sürecin kapısını araladı: MHP lideri Devlet Bahçeli. Üstelik siyasi tutukluların olduğu ve belediyelere kayyum atanan ortamda.

Geçen yıl tartışılmaya başlanan ve Devlet Bahçeli’nin Meclis çağrısıyla ivme kazanan “yeni çözüm süreci”, DEM Parti’nin 2024 yılı bitmeden gerçekleştirdiği İmralı ziyaretiyle yeni bir boyut kazandı. Yeni süreçten beklentiniz nedir?

Bu sürecin daha hazırlıklı bir süreç olduğu kanaatindeyim. Devlet ülkenin güneyi, Suriye’nin kuzeyinde sert güç kullanmadan güvenliği sağlama amacında. Gazze ve Lübnan’da yaşanan vahşet ve Suriye’de gelinen süreçte kucağımızda bir alev topuyla kucaklaştığımız gerçeği dikkate alındığında amaç silahların bırakılması, barış ortamı ve toplumsal bütünleşmenin sağlanmasıdır.

“De facto bir durumla karşı karşıyayız”

Ancak hedef aynı olsa da bugünkü koşullar çok farklı. Çözüm sürecinde kendi içimizde kolayca halledebilecekken şimdiki tablo uluslararası, üstelik bir kaygan zeminle karşı karşıya olduğumuz “de facto” bir durumdur.

2013 -2015 sürecinde akil heyet Anadolu’da en çok MHP’lilerin başını çektiği milliyetçi kesim ile ulusalcıların tepkisiyle karşılaşmıştı. Bugünse aksine sürecin başını çeken MHP. Bu tablo mevcut süreci daha avantajlı kılıyor mu?

Çözüm sürecine en çok tepki veren MHP ve ulusalcı kesimdi. Bugün her ne kadar MHP’nin içinde cılız reaksiyonlar olsa da ulusalcı kesim ve zinde güçlerin devrede olduğu gerçeğini dikkate almalıyız.

Bahçeli ön safta görünüyor olsa da, 2024 Ekim’inden itibaren başlatılan sürecin oyun kurucusu Cumhurbaşkanı Erdoğan. Sizce Umut Hakkı’nın konuşulduğu, heyetlerin İmralı’ya gidip gelmeye başladığı bir süreçte Erdoğan neden daha az konuşuyor?

Cumhurbaşkanı’nın önceki süreçte yapılan hatalardan ders çıkararak daha temkinli davrandığı, bugün daha zor şartlarla karşı karşıya olduğumuz kanaatindeyim.

DEM Parti temsilcilerinin Öcalan’la görüşmesi sonucunda, Öcalan’ın DEM’i de kapsayan daha geniş bir kamuoyuna konuşmak istediği, Rojava-Suriye konularını kamuoyuna açıklamak, süreçte bizzat yer almak istediği açıkça anlaşılmaktadır. Bu süreçte Öcalan belirleyicidir. Nitekim Bahçeli’nin Umut Hakkı’ndan bahsetmesi, bu hakkın Meclis’e gelme ihtimalinin çok yüksek olduğunu göstermektedir.

Bu süreçte ortak aidiyet sorunu sağlama açısından devletin toplumu ikna etmesi çok önemlidir. Demokratik çoğulculuk dikkate alınmalı, daha önce yapılan hatalardan ders çıkarılmalıdır. Bütün bunların gerçekleşmesi için de her şeyden önce hukuki zemin hazırlanmalı ki gerçekler tartışılabilsin.

“Barış dili kullanılmalı, kelimeler cımbızla seçilmeli”

Bu kez sürecin başarıya ulaşacağını düşünüyor musunuz? Ya da önceki deneyimlerinizden hareketle şöyle sorayım: Sürecin başarılı olması için atılması gereken adımlar neler? 

Asıl sorun barış dili. Bu konuda popülist yaklaşımlardan kaçınarak, kavramlar ve kelimeler çok dikkatle kullanılmalı, tabir yerinde ise cımbızla seçilmelidir.

Türk, Kürt siyasi parti temsilcileri ile sorununun çözüm yeri Meclis’tir.

Terörün; güvenlik politikaları, silah, istihbarat yöntemleri ile değil, siyasi ve ekonomik yollarla çözüleceği gerçeği karşısında daha dikkatli bir dil kullanmanın ve karşılıklı güven sağlamanın ve bunun için de sabırlı olmanın gereği önem kazanmaktadır.

Teröristlerin, uluslararası siyasi desteğe sahip ciddi silahlı gruplar olduğu gerçeği karşısında geçmişten ve başka ülkelerdeki çatışmaları araştırmamız ve bunlardan ders almamız gerekir. Çözülemeyecek hiçbir ihtilaf yoktur. Vazgeçilmez yöntem: Konuşmak ve diyalog.

Başlatılan müzakere sürecini 2028’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilişkilendirenler var. Asıl hedefin bu sayede DEM Parti’nin desteğini alarak muhalefeti küçük parçalara bölmek olduğu yorumları yapılıyor. Sizin düşünceniz nedir?

Gazze, Lübnan ve Suriye’de ışık hızında yaşanan gelişmeler karşısında sürecin seçimlerle ilişkilendirilmesi doğru ve rasyonel bir tespit olmadığı kanaatindeyim. Maalesef birtakım siyasi partilerin sırf muhalefet yapabilmek adına barışa odaklanacağı yerde aksi tutum ve davranışının da sorunlu olduğu kanaatindeyim.

“Erdoğan ‘buzdolabına koydum’ demişti, şimdi dondurucudan çıktı”

Sizce süreç başarıya ulaşır mı ve sürecin sonunda PKK silah bırakır mı?

Kezban Hatemi: Doğrusu sürecin başarıya ulaşması Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısı açısından çok önemli bir konudur. Milliyetçi bir partinin genel başkanı Devlet Bahçeli’nin süreci başlatması çok önemli ve değerli. Benzerleri Kolombiya, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Filipinler’de barışla sonuçlanan örnekler karşısında doğrusu evet, ümit vericidir.

Maliyeti insan olan ve Türkiye’nin merkezine oturan bu sorunun çözümünde bütün siyasilerin yeni bir söylemle elini taşın altına koyması gerekiyor. Dünyanın hiçbir yerinde sorun çözülmedikçe süreç bitmez. Sadece başarısız olur. Önceki başarısızlık şimdi de başarısız olunacağı anlamına gelmez. O sırada Başbakan olan Cumhurbaşkanı, sürecin “buzdolabına” konduğunu söylemişti, dolayısıyla şimdi sorun “dondurucudan” çıktı.

Savaşmak en kolay, barış ise en zor iştir. 40 yılı aşmış kemikleşmiş bu siyasi sorunu hemen çözmek ve barışı tesis etmek kolay olmadığı gibi uzun bir süreç gerekeceği izahtan varestedir. Önceki süreçte masaya oturmayan tarafların sakin bir dille katkılarını sunup, itirazlarını ileri sürebileceği hukuki zeminin bir an önce sağlanması gerekmektedir.

Diğer yandan, ülkemizde ve benzer çatışma süreçlerinde resmi müzakereler gizli yapılır. Müzakereler başladıktan sonra gizli iletişim kanalları ve bu kanalların işlemesi derin kişisel güvene bağlıdır. Elbette liderlerin basın açıklamaları yoluyla insanlara görüşmelerde neler olup bittiğine ilişkin bir fikir vermesi gerekir. O zaman bile yalnızca kendi tabanına, seçmenine değil, aynı zamanda silahlı grubun taraftarlarına da hitap ettiğinin farkında olmalıdır. Eğer seçmenlerinizi tatmin etmek amacıyla teröristlere karşı ne kadar sert olduğunuzu göstermeye çalışırsanız seçmenlerinizi tatmin edebilirsiniz ama karşı tarafa da müzakereler konusunda ciddi olmadığınız mesajını göndermiş olursunuz, bu durum umutları ortadan kaldırabilir.

Dünya örneklerinde olduğu gibi müzakereler, sadece müzakere masasında değil küçük gruplarla, gayri resmî oturumlarda, birbirlerine güvenen bireyler arasında ilerler.

Günümüzde “terörist” tabiri anlamını kaybetti”

Günümüzde terörist tabiri öyle aşırı kullanılmıştır ki bütün anlamını kaybetmiştir. Örnek vermek gerekirse Salih Müslim (PYD liderlerinden), 2012-2015 yılları arasında Ankara’ya gelerek üst düzey yöneticilerle görüşmüştü. 2018’deyse İçişleri Bakanlığı Terörle Arananlar Kırmızı Listesi’ne alındı.

Öte yandan Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) de Türkiye’nin terör listesinde yer almaktadır. HTŞ İdlib’den kasım sonu başlattığı operasyonla Esad yönetimini devirdi ve diğer terörist gruplarla diyalog haline geçti. Gelinen noktada terör listesinden çıkarılması istenilmektedir.

Sonuç olarak; müzakere, elinde silah olanla yapılır. Devlet, barış için hemen herkesle görüşür. Başarılı olmak için sürecin partiler arasında futbol maçına dönüşmediği, dayanışma içinde, ülkenin geleceği için, gelecek nesillere karşı sorumluluğunun bilincinde bir müzakere sürecinin sürdürülmesi için yapıcı olmaları son derece önemlidir. Bu tür müzakerelerde zafer yoktur. Her iki tarafın da eşit, kapsayıcı olması ve birbirine güven vermesi gerekmektedir. Başka ülkelerde kanıtlanmış örneklerin dikkate alınması, çözüm ihtimalinin yüksek olduğu bir ortamın varlığını hissederek sabırla güven inşa edilmesi gerekmektedir.

Kürt sorunu, kullanılan dile, olumsuzluk yüklemeden objektif ve nötr bir yaklaşımla ele alınmalı, çözümün parlamento olduğunun bilincinde daha önce nerede hata yapıldığını bilerek ve doğru değerlendirmelerle, süreci ayakta tutmak, umutlu ve iyimser olmak gerektiği kanaatindeyim.

Medyascope

 

POLİTİKA