Türkçe | Kurdî    yazarlar
Ali Bayramoğlu: “Demokrasiden geriye elimizde seçimler dışında pek az şey kaldı”

2025-01-29

Sokakta Cumhurbaşkanı’na yönelik eleştiri çıtası giderek düşürülüyor ve her türlü eleştiri bir hakaret bağlamında ele alınıyor. Suskun bir toplum ve suskun bir siyasi arena, adım adım kanun devleti ve hükümetin adliyeye verdiği talimatlar üzerinden inşa ediliyor. Elimizde kalan tek şey seçimler. Seçimler dışında demokrasiyle ilişkilendirilebilecek açıkçası pek az şeyin geriye kaldığını görüyoruz.

Ali Bey, geçtiğimiz hafta Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın, geçmiş dönemlerde yaptığı paylaşımların bir kısmının halkı kin, düşmanlık ve ayrımcılığa sevk ettiği gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine gönderildiği haberi gündeme geldi. Geçtiğimiz aylarda da bazı il ve ilçelerde kayyum atamaları gerçekleşti. Bunlar üzerine de sizinle konuşmuştuk. Hattâ dün bir vatandaşın sokak röportajında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik bazı sözlerinden dolayı tutuklandığı haberini okuduk. Bu tarz gelişmeler, toplumun kimi kesimlerince iktidarın sertleşmesi olarak değerlendiriliyor. İktidarın normalleşmesi veya yumuşaması beklenen bir süreçte, bu tarz durumların olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Evet, böyle bir çelişki görüntüsü var. Bir taraftan, örneğin Kürt meselesinde adım atmak ve bununla ilgili pek çok iddia (af meselesinden tutun da kimi anayasal düzenlemelere kadar) tartışılırken, iktidarın sadece Kürt meselesi açısından değil, muhalefetle ilişkileri bakımından ve kendisine yönelik eleştiriler bağlamında gitgide sertleşmesi, ifade özgürlüğü alanının görülmemiş ölçüde daralması, bir bakışa göre büyük bir çelişki oluşturuyor.

Tayyip Erdoğan hükümeti ve mevcut siyasi ittifak, Türkiye’ye yönelik disiplinli bir toplum, dar bir ifade özgürlüğü alanı ve kuvvete dayanan siyaset ve devlet politikası üzerinden kurmuş olduğu düzende hiçbir değişiklik yapma niyetinde değil. Hattâ bu uğurda bazı hamlelerle iplerin daha da gerildiğini görüyoruz. Kürt açılımı da sürüyor.

Kürt meselesiyle bağlantılandırdığımız zaman, başka bir görüşe göre bunlar birbirinin zıddı durumlar değil; hükümetin aslında Kürt meselesi bakımından da istikametini tanımlayan bir çerçeve çıkıyor karşımıza. Bu da sıkça söyleniyor. Kürt sorununun çözümüne yönelik adımlar atılması ve bir demokratikleşme zemininin oluşmasından ziyade, yalnızca silâh bırakmaya dayanan ve mevcut siyasi modelin tam hükümran olarak devrede kalacağı bir anlayışı yansıtıyor.

Yine de Türkiye’de iki temel gündem maddesi var. Bunlardan biri açılım meselesi, diğeri ise artan tutuklamalar ve gözaltılar. Özellikle ikinci madde bakımından tablo ne ifade ediyor?

Şunu söylemek çok yerinde olur: Türkiye, her geçen gün bu uygulamalarla ifade özgürlüğünün buharlaştığı, ifade eden partilerin, kişilerin ve aktörlerin baskı altına alındığı, yasaların ise bir tür iktidarın çıkarı ve talimatı doğrultusunda işlediği, demokrasiden oldukça uzak, otoriter bir yapıda biraz daha derinleştiği bir istikamette ilerliyor. Elimizde kalan tek şey seçimler. Seçimler dışında demokrasiyle ilişkilendirilebilecek açıkçası pek az şeyin geriye kaldığını görüyoruz.

Cumhurbaşkanı olduğundan beri Tayyip Erdoğan hakkında açılan Cumhurbaşkanına hakaret davalarının sayısı yaklaşık 30,000. Şaka değil bu rakam. Yine aynı konuda açılan soruşturma sayısı ise 140,000-145,000 arasında. Bunun anlamı şudur: Cumhurbaşkanına yönelik rahatsız edici, acıtıcı eleştiriler, hatta doğrudan yapılan eleştirilerin tümü, sokakta ifade eden, mikrofon uzatılan insanların sözlerinden hareketle bir tür tatbikata dönüştürülmüş, bir yaptırım mekanizmasına dönüşmüş durumda.

Bugün daha çok gözümüze batıyor. Açıkçası bu durum sadece sokağa yönelik değil, kanunların ve geleneklerin kısmen koruma altında tuttuğu aktörlere yönelik de açık bir şekilde uygulanıyor. Bunlardan biri, biraz önce senin de belirttiğin gibi, bir siyasi parti başkanıydı. Ümit Özdağ hâlâ tutuklu. Cumhurbaşkanına hakaret ettiği iddiasıyla gözaltına alındı. Daha sonra, Kayseri’de 8-9 ay önce Suriyelilere yönelik olayları kışkırttığı iddiasıyla açılan başka bir soruşturma kapsamında tutuklandı.

Tabii bu durum sadece gözaltına alınma ve buradan hareketle ortaya çıkan uygulamalar açısından değil, hukuk düzeninin, adliye mekanizmasının ve kanun işleyişinin nasıl çalıştığı açısından da önemli ipuçları içeriyor. Bir siyasi parti başkanı, Cumhurbaşkanını sert eleştirdiği için –muhtemelen Cumhurbaşkanı’nı rahatsız ettiği gerekçesiyle– fiilen, söylemek gerekirse yine muhtemelen bir talimatla hareket ediliyor. Çünkü Adalet Bakanlığı’nın soruşturma izni inanılmaz bir süratle çıkıyor. Zira gözaltına alınan kişinin uzun süre gözaltında tutulamayacağı anlaşılınca, bu kez başka bir suç isnat edilerek o kişi tutuklanıyor. Bunun benzerini, hatırlayacaksın, Osman Kavala’da da gördük. Osman Kavala hakkında verilen beraat ve tahliye kararı uygulanacakken, gece yarısı bir başka soruşturmayla yeni bir tutuklama kararı çıkarıldı ve Kavala serbest bırakılmadı.

Bütün bunlar, hukuk, kanun ya da adliye işleyişinden çok, siyasetin talimatlarıyla şekillenen tablolar olarak yorumlanmalı. Zira sistematik ve hedefi olan bir strateji haline geldi. Bu mekanizma nasıl başladı diye baktığımızda, esasen Cumhuriyet Halk Partisi’ne yönelik bir baskı mekanizması olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Yani muhalefete yönelik bir baskı aracı olarak devreye sokuldu. Önce Belediye Başkanı Ahmet Özer tutuklandı. İddialar bir yana, tutuklanmasını gerektiren bir durum var mıydı? Bu zaten tartışıldı. Hemen ardından yerine bir kayyum atandı. Böylece, Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçilmiş oylarla kazandığı bir belediye fiilen devletleştirildi ve hükümet tarafından kontrol altına alındı.

Hemen ardından, 10 ayrı yerde kayyum ataması yapıldığını biliyoruz. Bu kez, CHP’nin yanında DEM Parti’ye yönelik de benzer adımlar atıldı. Cumhuriyet Halk Partisi Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın, Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla gözaltına alındı ve adli denetim koşuluyla serbest bırakıldı. Ona destek veren Ekrem İmamoğlu hakkında da bir soruşturma açıldı. Şimdi ise, İmamoğlu hakkında “yargıyı yanlış yönlendirmek” ve “yargıyı etkilemek” iddiasıyla yeni bir soruşturma açılmış bulunuyor.

Tabii en dikkat çekici meselelerden biri de Ayşe Barım hikayesi. Ayşe Barım, dizi, film ve casting sektöründe tekelleşme kurduğu iddiasıyla hakkında bir soruşturma yürütülürken, bu soruşturma bir anda Gezi olaylarına bağlandı. Gezi’den 13 yıl sonra, yeni bir Gezi suçlamasıyla karşı karşıya kaldık. Açıkçası, Gezi dosyasının bir tür iktidarın alan temizleme aracı, iktidarın giremediği sektörlere girme imkanı veya istemediği kişileri tasfiye etme yöntemi olarak sürekli açık tutulduğunu ve tekrar tekrar kullanıldığını görüyoruz.

Bütün bunlar, karşımıza çok net bir otoriterleşme tablosu çıkarıyor.

Siyasi partiler üzerindeki baskılar, özellikle muhalefet üzerinde, son derece büyük. DEM Partisi, Öcalan’la ilgili gelişmeler ve bazı açıklamalar yapılsa da, kendi üzerindeki baskıların artırıldığını görüyoruz. Sokakta Cumhurbaşkanı’na yönelik eleştiri çıtası giderek düşürülüyor ve her türlü eleştiri bir hakaret bağlamında ele alınıyor.

Yani, suskun bir toplum ve suskun bir siyasi arena, adım adım kanunlar ve hükümetin adliyeye verdiği talimatlar üzerinden inşa ediliyor. Bu durum, önceki dönemde de mevcuttu, ancak geldiği boyut itibarıyla Türkiye’de ifade özgürlüğünün neredeyse yok denecek kadar azaldığını söylemek yanlış olmaz.

Bu, ülkenin geleceği açısından son derece tehlikeli bir tablo oluşturuyor. Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşması ve buna karşın, toplumun yalnızca belirli bir kesiminin bunu dert etmesi ise başka bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, mevcut durum en az Kürt açılımı kadar hayati, önemli ve belirleyici bir gelişme olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.

Serbestiyet

POLİTİKA