2025-07-09
Özgür Amed
Despotizm tarih öncesine ait bir kalıntı değil, bugün aramızda dolaşan şekil değiştirmiş bir hayalet. Bülent Diken’in Yeni Despotizm adlı eseri, despotizmin antik köklerinden modern toplumlara uzanan dönüşümünü, metaforlar ve felsefi çözümlemelerle iz sürerek anlatıyor.
Bülent Diken’i ilk olarak sinema yazıları ve kitapları ile tanıdım. Sinema okumaları, kanımca yıllara meydan okuyan nitelikte. Siyaset felsefesi alanında çalışmalarını da gördükçe kaçırmamaya çalıştım. Bu bakımdan son çıkan kitabı “Yeni Despotizm”i (Metis Yayınları, 2024) görünce heyecanlanmamak elde değildi.
***
Alt başlığı “Eski Bir Canavarın Yeniden Canlandırılması” olan kitap, yılan metaforlu sunuş ile başlıyor, dört bölüm ve üç arasözden sonra sonsöz ile kapanıyor.
Antik, Erken Modern, Zamansız ve Geç Modern dönemlerde despotizm olgusunun farklı yüzlerine eğilen yazar, arasözlerle de somutlaştırmaya çalışıyor. Bahsi geçen dönemlerin aralarındaki süreklilikleri, süreksizlikleri ve farklılıklardaki benzerlikler ile benzerliklerdeki farklılıkları ortaya koyuyor. Yine bu dönemleri üç temel kavram -despotizm, ekonomi, gönüllü kulluk- üzerinden ele alarak, kesiştikleri veya ayrıldıkları yerde nasıl yeni yüzlere büründüğünü belirtiyor. Dönemleri art arda incelemesinin nedeni de “Despotizmin gerçekliği, tekrar meselesine dayanır” tespitidir.
***
Kitap, despotizmin modası geçmiş veya istisnai bir yönetim şekli olduğu iddiasını reddederek, onun çağdaş toplumda paradoksal bir yeniden canlanma ve normalleşme sürecinde olduğunu söylüyor. Bu bir nevi kitabın da temel tezi diyebiliriz.
Sunuş bölümü, yılan metaforu ile açılıyor. Siyasetin belli kategorilere indirgendiği, ufkun da özellikle güvenlik talepleriyle çerçevelendiği gerçeğine değinerek başlayan Diken, bugünkü toplum da tek boyutludur diyor.
Diken daha kitabın başında metodolojisini açıklarken yılanı yakalamaya çağırır. Şöyle devam ediyor:
“Despotizmi ele almak yılan yakalamaktan güçtür. Genellikle yılan ortadan kaybolurken derisini geride bırakır ve toplumsal kuram despotizmin yaratıcı yönünü çoğunlukla azımsayarak veya görmezden gelerek boş yere bu döküntüyle cebelleşir durur.”
O halde yazara göre despotizm nedir? Onun da cevabı şöyle:
“Despotizmi en başta, yasa ile yasadışılık arasındaki ayrımın ihlali bakımından keyfi bir yönetim olarak tanımlıyorum. Despotizm Hitler'in totalitarizmi, Franco'nun diktatörlüğü veya Saddam'ın tiranlığı gibi fiili biçimlere indirgenemez. Esasen sonsuz bir repertuvarı vardır. Klasik, erken modem veya geç modem, tüm despotizmlerin ortak özelliği farklı olmalarıdır.
Hepsi aldatma teknolojileriyle o veya bu şekilde yasayı askıya almaya ve toplumsalı depolitize ederek korkuları ve umutları yönetmeye baksa da bunu her defasında ve her durumda farklı yaparlar. Kapma, despotik buyruğun en genel işlevidir. Despotik güç ancak kapabildiğini yönetir ve denetler. Kafka'dan ilhamla, despotik güç ‘kuş arayışına çıkan bir kafes’ gibidir.”
Derinlikli sunuş kısmından sonra birinci bölümde Antik Yunan’da despotizmin kökenlerine eğilir kitap. Ksenophon’un Hiero ve Oikonomikos eserlerini derinlemesine inceleyen yazar, özellikle siyaset ve ekonomi arasındaki ilişkiye odaklanır.
"Hiero" örneğinde, tiran Hiero, iktidarın kendisini tebaasının sevgisinden ve gerçek mutluluktan mahrum bıraktığı bir gerilim içindedir. Simonides ise ona, halkın sevgisini kazanmak için kamu yararını gözeterek "görece ılımlı despot" olmasını öğütler.
Metin, bu diyalogdaki çelişkilere, yani Hiero'nun güç arzusu ve Simonides'in ahlaki kayıtsızlığına, eğilerek Atina düşüncesinde despotizmin genellikle sapkın bir rejim olarak görüldüğüne dikkat çeker. Antik Yunan düşüncesinde ev alanı (oikos) ile kent/kamu alanı (polis) arasındaki ayrımı vurgulayarak, despotizmin ev içi ilişkilerde köle-efendi dinamiğine dayandığını ama polis alanında aynı rahatlıkta olmadığını belirtir.
Diken’in bu bölümdeki amaçlarından biri en dipte despotizmin izlerini sürmektir. Platon ve Aristotales’e de uğrayan iz sürüş, halkın tiranlığa kayma riski veya demokrasinin istismar edilerek bir tür çoğunluk despotizmine dönüşmesinin somut izleri ile kapatır.
Bu bölümü takiben anlatılan Xenophon'un Anabasis eserini de atlamak istemem.
Anabasis eseri, MÖ 401'de Pers prensi Genç Kyros'un, ağabeyi Pers kralı II. Artakserkses'e karşı taht mücadelesi için topladığı 10.000 Yunan paralı askerinin destansı geri çekiliş hikâyesini anlatır. Kyros, Artakserkses'le savaşmak üzere gizlice paralı askerlerden oluşan bir ordu kurar. Orduda on bini aşkın Yunan vardır ve herkes gibi onlar da Pers kralıyla değil, küçük bir düşmanla savaşacaklarına inandırılmıştır. Aldatılanlardan biri de Anabasis'in anlatıcısı Xenophon'dur.
Ksenophon’un Anabasis’inde, merkezi otoriteden yoksun kalan bir Yunan paralı asker ordusunun, kendi kendini organize ederek hayatta kalması anlatılır. Diken bu metaforu kullanarak, despotik bir düzenin dışında kalmanın veya ondan kaçmanın yollarını sorgular. Çekirge sürüsü, kontrolden çıkmış, merkezi bir lideri olmayan ama birlikte hareket eden bir topluluğun imgesi olarak, despotik buyruğun işlemediği bir durumu temsil eder.
Diken bu öyküyü, birinci bölümün tartışmasını güçlendirir, diğer yandan da despotizmden kaçış ve kolektif hareket temalarıyla ilişkilendirir. “Çekirge sürüsü olmanın en iyi yolu” ifadesi, bireylerin bir otorite altında tek tek ezilmemek için bir arada, bir sürü gibi davranmalarını ima eder.
İkinci bölüm, modern devletin doğuş dönemine demir atar. Thomas Hobbes, Étienne de La Boétie, Niccolò Machiavelli ve benzeri erken modern düşünürlerin ışığında modern despotizmin tohumlarını arar ve tartışır. İkinci bölümün ana odağı, modern devletin, anarşi korkusuyla meşrulaştırılan bir gönüllü kulluk düzeni yaratmış gösterme çabasıdır.
Burada Hobbes’un Leviathan'ı, kaotik doğa durumuna karşı halkın güvenlik için özgürlüğünden vazgeçtiği bir “ölüm canavarı” olarak sahneye çıkar. Makyavel’in Prensi, her şeyi mübah sayan bir iklimle tüm alanlara sızmak ister. La Boétie’nin gönüllü kulluk eleştirisi, bireyin kendini nasıl büyük bir istekle zincire vurduğunu gösterir.
Diken özellikle Makyavel ve Hobbes üzerinde durur. İkisinin birbirini tamamladığını iddia eder. Machiavelli, özellikle Prens’te, güvenliği ve iktidarın sürdürülmesini mutlak öncelik haline getirerek, geleneksel erdem ve ahlak anlayışından radikal bir kopuşu ifade eder. Hobbes ise bu çizgiyi tamamlar; Leviathan'da, doğa durumunun korkunç kaosundan kaçan bireylerin, mutlak güvenlik arayışıyla tüm haklarını rızalarıyla egemen devlete (Leviathan) devrettiğini savunur. Bu "tam devir", devletin yasa koyma ve istisnai durumlarda hukuku askıya alma kapasitesiyle birleşerek, görünüşte rıza temelli ama özünde mutlak ve sorgulanamaz bir egemen diktatörlük yaratır. Hobbes'ta özgün olan şey, genel korkuyu egemen devlet korkusuna dönüştürmesidir.
Her iki düşünür de siyaseti ekonomiye indirger ve despotizmi, Machiavelli'de ıslah edilmiş bir prens figürüyle, Hobbes'ta ise Tanrısal mutlaklığı sekülerleştirilmiş bir devlet canavarı (leviathan) ile meşrulaştırarak, modern devletin despotik potansiyelini ortaya koyar.
***
Teorik çerçevenin en yoğun şekilde ifade edildiği üçüncü bölüm, “zamansız” vurgusu ile belirgin bir tarihsel dönemden ziyade, tarih-dışı bir alternatif arayışına odağı çevirir. Bu bölümde Spinoza başattır. Spinoza'nın despotizme karşı radikal eleştirisini bir dönüm noktası olarak görüyor Diken. Spinoza’ya göre despotizm, insanların hurafeye kapılması ve pasif duygulanımlar tarafından yönetilmesiyle çıkar. Bu da "ihtiraslı kulluğa" (gönüllü değil, boyun eğiş) yol açar.
Despotizmin karşısına, aktif akıl ve duygulanımların rasyonel yönetimi üzerine kurulu bir demokrasi modeli koyar; bu demokrasinin temelini, mülkiyet ilişkilerinden bağımsız, öznelerin kendilerini, başkalarını ve dünyayı sahiplenmeden ilişkilendirdiği ‘ortak kullanım’ oluşturur.
Özellikle despotizmin ‘hayal gücü, alışkanlık ve duygusal bağlılık’ üzerinden nasıl kendini var ettiğine dikkat çeker. (Spinoza, iki farklı toplum modeli arasında ayrım yapar. Biri “Despotik Kent” diğeri “Özgür Kent”tir. İlki hurafeler üzerine kurulmuştur. Yasalar ifade özgürlüğünü bastırır, düşünceye tahammül yoktur. İkincisi ise akıl ve bilgi üzerine kurulmuştur. Burada özgürlük, diğer tüm değerlere üstünlük taşır.)
***
Dördüncü bölüm, yeni despotizmin açıklandığı bölümdür.
Diken, modernitenin geç aşamasında ortaya çıkan despotizm biçimini “istisnanın yeni despotizmi” olarak tanımlar. Bu kavram, olağanüstü halin süreklileşmesi anlamına gelir. Yani önceleri sadece kriz anlarında başvurulan otoriter tedbirler, artık kural haline gelmiştir.
Diken, yeni despotizm ile kastettiğinin, kendisini despotizm olarak adlandırmayan, hatta kendini özgürlük ve güvenlik söylemleriyle meşrulaştıran paradoksal bir iktidar biçimi olduğunu vurgular. Bu despotizm tipi, klasik tiranlar gibi açık bir kötü kral figürüyle karşımıza çıkmaz; aksine çoğu zaman demokrasi, halk iradesi, refah, güvenlik gibi pozitif kavramların ardına gizlenir.
Bu despotizm, klasik diktatörlüklerin aksine, kendini özgürlük, güvenlik ve refah söylemleriyle gizler, bireyleri sürekli tercih yapma illüzyonu ve kendi yaşamlarını bir proje gibi ele alma zorunluluğuyla gönüllü kulluğa sürükler, aynı zamanda ortak kullanım alanlarını metalaştırarak ele geçirir, görünmez teknolojik gözetim ve sürekli kriz üretimiyle iktidarını meşrulaştırır, kendi despotik doğasını inkâr eder ve ötekine yansıtır, böylece liberal demokrasilerin içinde bir "hayalet" gibi işleyerek insanları araçsallaştırır ve yaşamı faydaya indirger.
Bu bölümün sonunda Yeni Despotizm’in tanımını netleştiriliyor. Buna göre hukukun askıya alınmasının normalleştiği, güvenlik söyleminin hükmettiği, bireylerin gönüllü katılımıyla işleyen bir egemenlik biçimidir. Bu, eski despotizmden farklı olarak, rıza üreterek ve zevk uyandırarak itaat alır.
Son arasözde Diken, Dave Eggers’ın The Circle romanı üzerinden modern despotizmin en sinsi ve tehlikeli biçimini ele alarak, şeffaflık adına özgürlüğün nasıl yok edildiğini anlatmaya çalışıyor. Gizliliğin suç sayıldığı bir dünyada, despotizm artık açık baskı değil, görünüşte özgürlükçü bir şeffaflık terörü şeklinde işler.
Kapanış kısmında ise tüm anlatılanlara karşı nasıl mücadele edileceğinin cevapları aranıyor. Despotizm, hiçbir zaman tamamen “yok olmuş” bir rejim tipi değildir; modern politik kültürde açıkça isimlendirilmeden, yerleşik bir hayalet gibi dolaşmaktadır. En başta anlatılan yılan metaforuna dönersek; yeni despotizm canavarı hala aramızdadır, yılan derisi misali şekil değiştirmiş haldedir. Onu alt etmek için farklı bir siyaset dili ve praksisi geliştirme dışında bir seçenek pek görünmemektedir.
Bu anlamda Diken’in çağrısı açık: Eğer despotizme karşı durmak istiyorsak, hayatı nasıl kullandığımızı, nasıl ilişkilendiğimizi, nasıl paylaştığımızı değiştirmeliyiz…
***
Toparlarsak;
Yeni Despotizm, teorik-felsefik yoğunluğu kadar edebi gücüyle de dikkat çekiyor.
Bu kitap, despotizmin geleneksel anlatılarına meydan okuyor.
Diken’in dili metaforlar, hikâyeler ve felsefi çağrışımlarla yoğrulduğundan, kendini merak ettiren bir yerdedir. Sürükleyici bir kurgusu mevcut. Kitap, okurdan sadece akılla değil, sezgiyle de takip edilmesini istiyor gibi. Despotizmi teşhir ederken, onu doğuran arzuları da inceliyor. Çünkü yeni despotizm, yalnızca kurumların değil, arzularımızın da despotlaşmasıdır denilebilir.
İkinci önemli bir tespit, despotizmin zıddı özgürlük değil, ortak kullanım olduğu söylenmesidir.
Üçüncüsü, girişte de ifade edildiği üzere “despotizm-ekonomi-gönüllü kulluk” üçlü sacayağı, 2025 yılı itibariyle de ayakta duruyor. Bu gerçek üzerinden bakmak gerekiyor.
Dördüncüsü, tam da despotların mantar gibi türediği bir zaman diliminde, despotluğun işleyişi ve mantığını tartışmak açısından son derece verimli bir kitap duruyor önümüzde.
Bianet
KÜLTÜR-SANAT