2025-07-19
Evrim Kepenek
Gazeteci Serdar Korucu yeni kitabı “Bu Yas Bitmez”i anlattı: “Bu bir ‘yas’ kitabı olmaktan çok ailelerin mücadelesinin kitabı. Onların yaslarını bitmez hale getiren bu cezasızlık.”
Gazeteci Serdar Korucu yeni kitabı “Bu Yas Bitmez”le okurun karşısına çıkıyor. Kor Yayınları’ndan çıkan kitap, 2015-2016 yıllarında TSK ile PKK arasında Kürt illerinde yaşanan çatışmalarda hayatını kaybeden sivillerin yakınlarının tanıklıklarını kayda geçiriyor.
Korucu, kendisini bu kitabı yazmaya iten şeyin “süre gelen sessizlik” olduğunu söylüyor ve ekliyor: “2015 yazında başlayan, aylar boyu süren şiddet dalgasında hayatını kaybeden siviller, yakın Türkiye tarihinde çoğunluğun adeta üstünde bir mutabakat varmış gibi sustuğu konulardan biri. Üstelik bu sessizlik, 10 yıldır devam ediyor.”
Bu sessizliği delmeye çalışan Korucu, kitabı bir yas anlatısı olarak değil, bir adalet çağrısı ve tanıklık kaydı olarak kuruyor:
“Bu bir ‘yas’ kitabı olmaktan çok ailelerin mücadelesinin kitabı. Onların yaslarını bitmez hale getiren bu cezasızlık.”
Kitapta 12 kişinin yakınlarıyla yapılan görüşmeler yer alıyor. Korucu, bu süreçte en çok zorlandığı şeyin dil olduğunu samimiyetle itiraf ediyor: “En büyük sorun Kürtçe bilmememdi.”
Gazeteci Serdar Korucu anlatıyor.
Kitabın fikri, böylesine hassas ve anlamlı bir dönemde nasıl doğdu? Bu projeye başlama süreciniz nasıl gelişti?
Başlama sürecinin tek nedeni var, o da süregelen sessizlik. Nurdan Gürbilek “Çoğunluğu çoğunluk yapan sadece birlikte konuştukları anlar değil, birlikte sustukları anlardır. Bazı konularda aynı anda ısrarla susabiliyor olmaları,” der. 2015 yazında başlayan, aylar boyu süren şiddet dalgasında hayatını kaybeden siviller, yakın Türkiye tarihinde çoğunluğun adeta üstünde bir mutabakat varmış gibi sustuğu konulardan biri. Üstelik bu sessizlik, 10 yıldır devam ediyor. Bir nebze olsun bu sessizliği aşabilmek, o dönemde hayatını kaybedenlere ses vermek, ailelerin çağrılarını duyurmak için bu kitaba başladık.
Röportajlarda tüm aileler, bu sessizlikten, unutulmuşluktan şikayetçi. Mesela Selamet Yeşilmen’in eşi Abdurrahim Yeşilmen, “Bizi unutmamaları lazım. Kimse bizi unutmamalı. Bu herkesin başına gelebilir” diyor.
"İHD'ye müteşekkirim…"
Kitap için saha çalışması yaparken hangi şehirleri ziyaret ettiniz?
Şırnak’ın Cizre, Silopi ve Beytüşşebap, Diyarbakır’ın Sur, Hakkari’nin Yüksekova, Mardin’in Nusaybin ilçesinde yakınlarını kaybeden ailelerle görüştük. Aralarında 10 sene içerisinde taşınanlar da olmuştu. Bu nedenle bazı ailelerle Van’da bir araya geldik.
Tüm röportajlara İnsan Hakları Derneği’ndekilerle birlikte gittim. Projeyi zaten ilk başta sevgili Eren ablaya, Eren Keskin’e anlatmıştım. Başta onun ve tüm bu şehirlerdeki İHD’lilerin desteğiyle bu kitap ortaya çıktı. Kendilerine müteşekkirim…
Bu kitapta 13 kişinin 12 yakınıyla yaptığımız görüşmelerde en büyük zorluk, benim Kürtçe bilmememdi. Bunun altını çizmem gerekiyor. Mesela Menahil Yural, söyleşi sırasında çevresindekilere “Beni anlıyordur umarım” diye soruyordu. Çünkü anlamadığım, anlayamadığım çok belliydi. Ya da Ayşe Sanır röportajda gülümsedi, arada tercüme yapan arkadaşa “Sen söyle ona, Türkçe bilmiyorum. İki kelime olsun Türkçe bilmiyorum” dedi. Sonrasında teselli için elimi tuttu, yan yana fotoğraf çektirdik. Diğer tüm aileler benim bu eksiğimi hoş gördü, misafirperverlikle kapılarını açtı. Hepsine ne kadar teşekkür etsem az…
"Ailelerin mücadelesinin kitabı"
Kitabın adı Selamet Yeşilmen’in eşi Abdurrahim Yeşilmen’in ağzından dökülen “Bu Yas Bitmez”den geliyor. Peki bu bir yas kitabı mı?
Bu kitapta yapmaya çalıştığımız ailelerin çağrısına kulak vermek. Çünkü bu süreçte en az onların sesi duyuldu.
Evet, pek çok basın emekçisi, 10 yıl içinde defalarca bu isimlerle röportaj yaptı. Her birinin çalışması çok değerli. Bizim amacımız bu anlatıları bir kitapta birleştirmeye çalışmaktı. Ve bu bir “yas” kitabı olmaktan çok ailelerin mücadelesinin kitabı.
Onların yaslarını bitmez hale getiren bu cezasızlık. Jean-François Lyotard, “Mükemmel suç, kurbanı veya tanıkları öldürmek değil, tanıkların sessiz kalmasını, yargıçların sağırlaşmasını ve tanıklığın tutarsızlaşmasını sağlamak olacaktır. Tanıklığın vericisini, alıcısını ve anlamını etkisiz hale getiriyorsunuz ve sanki hiçbir zarar yokmuş gibi oluyor” der. 2015-16 konusunda “mükemmel suç”un yaratılmaya çalışıldığından şüphe yok.
Dosyalar çoğunlukla “daimi arama kararları” ile sürüncemede bırakılmış durumda. Devam eden dosyalarda da mesela Helin Hasret Şen davasında fail sadece 6 yıl 3 ay ceza aldı. Yargının bu kararlarına bir de 10 yıl içinde kamuoyunun ilgisinin azalması eklenince “mükemmel suç” besleniyor. Aileler için geçen zaman, unutmayı değil, acının, yasın katmerlenmesini yanında getiriyor.
Dönemin tanıklarıyla yaptığınız görüşmelerde sizi en çok etkileyen hikâyeler hangileri oldu? Hafızanızda en derin iz bırakan anlatımları paylaşır mısınız?
Bende en çok iz bırakan, ne kadar az şey bildiğimi fark etmemdi. Evet, sivil can kayıplarını biliyoruz. Mesela Cemile… Ailesinin cansız bedenini yaz sıcağından korumak için buzdolabına koymak zorunda olduğu Cemile…
Halbuki annesi kızına hiçbir zaman “Cemile” dememişti. Adını Kürtçe kaydettiremedikleri için “Cemile” diye devlet kayıtlarına geçmişti küçük kız. “Ben hâlâ Cizîr diyorum. Ne yaparsa yapayım Cemile diyemiyorum” diyor Emine Çağırga. Ona son kez seslendiğinde de üç kez “Cizîr” dediğini söylüyor. Bu kitapta Cizîr ve diğer 12 kişinin sadece ölüm anına da odaklanmak istemedik.
Okuyucu, annesine namaz kılarken takması için el emeği bileklik ören, Kur’an okumayı, çiçeklerin arasında fotoğraf çekmeyi, bisiklete binmeyi, arkadaşlarıyla gezmeyi, parklara, bahçelere gitmeyi seven bir çocuğu okuyacak Cizîr’in annesini dinlerken. Çünkü bu kitaptaki her isim, bir sayıdan oluşmuyor, bir rakam ya da istatistik değil. Birinin kızı, eşi, annesi ya da oğlu, kocası, babası… Ve hepsinin anlatılarının kayda düşülmesi gerekiyordu.
Cizîr/Cemile ve Taybet Ana nispeten bu dönemin en bilinenleri. Fakat bir de adı daha az duyulan ya da yaşadıkları bilinmeyenler var.
Cenazelerin gömülememesi konusunda biz hep bu iki isim üstünde dursak da Ayşe Buruntekin’in de cansız bedeni bir hafta, 30 yıl imamlık yapan “Mele Hesen” diye anılan Hasan Sanır’ın da cenazesi 13 gün evlerinde kalıyor. Bu anlatıları da kayda geçirmeye çalıştık.
Yüzleşme
Tanıklıklar ışığında bugünün toplumsal yapısını düşündüğünüzde; diyalog, yüzleşme ve çözüm arayışına dair sizin yaklaşımınız nasıl şekillendi?
Emine Çağırga kızının yaşıtlarını gördüğünde yaşadığı hissi şöyle anlatmıştı: “İçime ateş düşüyor, kor ve hiç dinmeyen bir ateş… Bundan zoru yok.”
Son gelişmelerle birlikte kitabı bir kez daha okuduğumda aklıma şu geldi. Eğer o dönem, savaş politikaları yeniden devreye girmemiş olsaydı bu kitaptaki herkes yaşıyor olacaktı. Cizîr (Cemile) Çağırga, Helin Şen, Diyar Akın, Muğdat Ay 20’li yaşlarının başında olacaktı. Aziz Yural, hastaların yardımına koşmaya devam edecek, Şeyhmus Dursun uzun zamandır beklediği emekliliğine hak kazanmış olacak, Naim Nuyan heyecanla hazırlandığı düğününü yapacak, Hasan Sanır huşu içinde namazını kılmaya devam edip halka nasihat vermeye devam edecek, Ayşe Buruntekin 9 çocuğunu, Yusuf İnan 6 çocuğunu, Selamet Yeşilmen 5 çocuğunu büyütecek ve bizler, sokağın ortasında yatan cansız bedeni herkesin hafızasına kazınan Taybet Ana’yı hiç tanımayacaktık. Hayat böyle ilerlemedi. Son olarak MA’dan Zeynep Durgut’a konuşan Taybet Ana’nın oğlu Mehmet İnan, “Annemin cenazesi 7 gün yerde kaldı ama biz barışı destekliyoruz.
Biz 'barış' diyorsak, bedel ödemeyenlerin 'barış istemiyoruz' deme hakkı yok” demesinin ardından bence hepimizin bu sese, seslere kulak vermesi gerekiyor.
Okur bu kitabı eline aldığında neyle karşılaşacak? Sizce bu kitap okuyucuda nasıl bir duygu ya da farkındalık yaratmalı?
Bu anlatıların okuyucu “çarpmasını” umuyorum. Yani okuduktan sonra, okumadan önceki kişi olmamaları, olamamalarını. Her buzdolabı gördüğünde aklına Cizîr gelen anne Emine Çağırga’yı, “O sokağa her baktığımda, annemin yerde uzanmış o halini görüyorum.
Bu bize çok acı veriyor. Her şey gözümün önüne geliyor” diyen Taybet İnan’ın kızı Halime İnan’ı, evinin yanındaki sokakta oğlu Muğdat kurşunların hedefi olduğu için yolunu değiştiren Mediha Ay’ı, evinin salonunda oturunca gözünün önüne annesi Ayşe Buruntekin’in cenazesi gelen Hatice Buruntekin’i ve diğerlerini unutmamaları…
Ve elbette sadece unutmak, unutmamak meselesi de değil bu. Burada bir adalet mücadelesi var ve hepimizin onlara destek olması gerekiyor. Latince bir sözün dediği gibi, "Fiat justitia pereat mundus". Yani, dünya yıkılsa da adalet yerini bulmalı…
Önümüzdeki dönemde sizi yine böylesi araştırmalarla ve yeni kitaplarla görecek miyiz? Yeni projeleriniz var mı?
Bu söyleşiyle duyurmuş olayım, yıldönümleri üst üste geldiği için kısa süre içinde bir başka çalışma daha yayımlanacak. İstos Yayın’dan yine Laki Vingas danışmanlığında ve Seçkin Erdi editörlüğünde 6-7 Eylül’e dair yeni bir kitap hazırlıyoruz.
2015-16’da “Dimitrios Kalumenos'un Objektifinden 6/7 Eylül 1955” kitaplarını iki cilt olarak çıkarmıştık. Yeni kitabın ismi Kalumenos’un kızı Marina Kalumenu’nun “Akşam İstanbul’da Çok Fena Şeyler Oldu” sözünden geliyor ve o gece yaşananları son tanıkların dilinden aktarıyor.
Ayrıca bugüne kadar Türkçeye çevrilmemiş Rum-Yunan gazetelerinden kupürler ve bazı yeni belgeler de kitabın içinde yer alacak.
Bianet
KÜLTÜR-SANAT