Türkçe | Kurdî    yazarlar
Ahmet Altan’la “O Yıl”

2025-12-29

“Çanakkale zaferi olmasa belki de Ermeni soykırımı olmayacaktı”

Ahmet Altan, Osmanlı dörtlemesinin son kitabı “O Yıl”da Çanakkale’de savaşan Osmanlı subayı Ragıp Bey ve İstanbul’dan sürülen Ermeni hemşire Efronya’nın bir facianın ortasında hayatta kalma savaşını anlatırken, okuru 1915’te ölüme sürülen Ermenilerin derin çaresizliğine ve insanlığın vahşetine ortak ediyor.

Berge Arabian

“Biz Balkanları kaybettik, dünya savaşına girdik beceremedik, kıtlık, pahalılık, karaborsa, yolsuzluk aldı başını gitti, halk sefil perişan oldu. Talat hakikati kabul edemedi. İmparatorluğu kurtaramayınca Türkleri kurtarmaya karar verdi, bunu da Ermenileri yok ederek yapacağını inandı. Yapabilecekleri tek iş buydu, insanları öldürmek. Onlar da öldürdüler. Hiç utandıklarını sanmıyorum. Bu yola girdikten sonra artık bu kutsal vazifeye delice sarılır, yavaş yavaş kendi tutkunla delirirsin.”

Ahmet Altan’ın yeni kitabı “O Yıl”ın özeti belki bu cümleler. Ama genel özeti. Çünkü Talat’ın “deliliği”nin 1.5 milyon Ermeninin katliyle sonuçlandığı “O Yıl”da Altan, Osmanlı subayı Ragıp Bey ve Halep sürgünü Ermeni hemşire Efronya’nın birbirlerine duydukları aşk ve inancın yanı sıra 1915’in iyilerine ve kötülerine dair her şeyi anlatıyor. Devleti, askerliği, acıyı, açlığı, fedakarlığı, hukuksuzluğu, haksızlığı, ölümü, ölmek isteyip ölememeyi ve Tanrı’yı…

“O Yıl” hangi yıl?

1915.

Peki neden 1915 değil de “o yıl”?

Kitabın adı önce “1915”ti. Fakat 1915 başlıklı çok kitap var, hepsi tarih kitabı. Beklentiler değişecekti. Bu bir tarih kitabı değil, bu bir roman.

Ama 1915'in de bir önemi var bu ülke için.

1915’te ve bu kitapta bir imparatorluğun, kendi insanlarını öldürerek intihar etmesi var. Yani Osmanlı Devleti'nin bir kısmının anayasa dahil tüm yasaları çiğneyerek ve devlet örgütlülüğünün dışında örgütler kurarak, kendi vatandaşı olan Ermenileri öldürmesi, Osmanlı’nın intiharıydı. Osmanlı, 1915'te bitti bence. O kadar büyük bir cinayetle devam edemezsin. Ayrıca bu tür trajediler, bir ülkenin yönetilemediğini de gösterir. Ülkesini iyi yöneten birisi, kendi vatandaşını öldürmez.

O dönemki İttihat Terakki’yi kastediyorsunuz ama sanırım bu ülkede İttihat Terakki ruhu hiç kaybolmadı.

Bu bizim en büyük sorunlarımızdan biri. Bu bir ruh ve garip bir şekilde bizim toplumda çok sevilen bir ruh. Çünkü eğitim, İttihatçıları sevdirmek üzere kurulmuş. Ayrıca Talat'ın ideolojisinin bütün cumhuriyete sinmiş olması da önemli. Mesela Mustafa Kemal, Ermeni soykırımını lanetleyen bir adam. Sert cümleleri var fakat İttihatçılarla çalıştığı için cümlesini keskin bir şekilde bitirmiyor. Onun dışında da birçok subay da karşı çıkıyor. Çünkü özellikle Çanakkale'de savaşanlar kendi zaferlerinin ellerinden çalındığını hissediyorlar. Çünkü tam da o dönemde İngilizleri, Anzakları yenerek Osmanlı tarihinin en büyük zaferlerinden birini kazandı. Ama bununla övünemediler. Çünkü “bu zaferden” dolayı büyük bir trajedi yaşandı. Biraz bundan da öfkeleniyorlar. Tarihçi bir arkadaşım, Mustafa Kemal'in lider olmasında 1915 katliamına hiç karışmamış olmasının da rolü vardır dedi. Ne kadar doğru bilmiyorum ama böyle de bir tez var.

O dönemde devleti ele geçiren adamlar yetenekli, donanımlı insanlar değil. Ve devlet yönetmeyi beceremiyorlar. İttihatçıların sert, zorba, halkı güdülecek bir sürü gibi görme anlayışı Türkiye'de devlet yönetenler tarafından birebir benimsendi. Ziya Gökalp'in bir sözü var kitapta da: “Halk bahçedir, biz bahçıvanız.” Bahçıvan olmayı çok sevdiler. Bizi de bir bahçe gibi gördüler ve bizi çiğnediler. İttihatçılık, Talat'ın görüşleri, bu halka biz şekil vereceğiz anlayışı Cumhuriyette hiç değişmedi ve bugüne geldi. Roman için 1915’i seçmenin nedeni büyük bir zaferle büyük bir trajedinin birbirlerine bağlı olarak ortaya çıkması. Çanakkale zaferi olmasa belki de Ermeni soykırımı olmayacaktı.

Bunu bir açmanızı rica edeceğim.

18 Mart'ta Osmanlı İngilizleri yenince Talat'a büyük bir güven geldi. İstediğimi yapabilirim duygusuna kapıldı. Çanakkale'deki zafer hem İttihatçıların prestijini, desteğini çok yükseltti hem de onları istedikleri her şeyi yapabileceklerine inandırdı. O zaferden dolayı buna cüret etti Talat. Bu normalde cüret edilebilecek bir şey değil. Kendi vatandaşlarını böyle yüz binler halinde götürüp öldüremezsin. Başka türlü bir güven gerekiyordu. O güveni Çanakkale'den buldu. Ama üst düzey bürokrasi buna karşı çıktı. Çoğu ya istifa etti ya görevden alındı. Yani burada Osmanlı Devleti'nin bütünlüklü bir davranışından söz edemeyiz.

Yani Talat’ın kararı mı sadece?

Belki de her şeyi bilen tek adam o. Yani Enver'le Cemal'in bütün olanları bildiğinden çok emin değilim. Enver destekliyor ama aynı zamanda ordudaki Ermeni subayları ve ailelerini kurtarmaya çalışıyor. Bütün bu işleri bilen Talat ve Talat'a bağlı olan adamlar. Sivil çeteler kuruyorlar. Aynı anda mesela Cemal Paşa, Ermeni milletvekili Zohrab’ı kurtarmaya çalışıyor. Fakat Talat o kadar bastırıyor ki, Diyarbakır'a gönder, orada yargılanacak diye. Cemal Paşa dayanamıyor baskıya ve onları Diyarbakır'daki askeri mahkemeye doğru yola çıkartıyor. Ve yolda öldürüyorlar. Buna karşılık Cemal Paşa da onu öldürenleri yakalayıp asıyor. Gücü onları kurtarmaya yetmiyor ama onları öldürenleri asmaya yetiyor.

Talat doğudaki Ermeni çetelerinden korkuyor. Ruslar yenerse içeride büyük bir Ermeni yangını olur diye düşünüyor. Teorilerinden biri bu. Bir de tabii ki Ermeni malları var. Ermeni zenginlerinin malları Türklere geçiyor. Yani Türk burjuvazisi yaratma gibi bir başka proje daha var. Talat'ın kendisini inandırdığı bir ideolojisi var. Her kötülüğün bir ideolojisi vardır. Kimse kendi kendine şunu söylemek istemez: Çok kötü bir adam olduğum için yüz binlerce insanı öldürüyorum. Hayır, ben imparatorluğumu kurtarmak için bunu yapıyorum diyor.

Kitapta tartıştığınız “Kötüler nasıl kötü, iyiler nasıl iyi olur?” sorusu bu. Mesela Talat, kötü olduğunu düşünmüyor. Ama iyilik kötülük söz konusu olduğunda kitabın kahramanlarından Ragıp Bey, “Vicdanı olan insan bunu yapmaz” diyor. Vicdan, insanların durduğu yere göre değişen bir şey mi?

İktidar zehirli bir bitki. O zehirli meyveyi yiyip de sağlıklı kurtulan çok az insan vardı tarihte. İktidarla beraber insanlar değişiyorlar. Aslında Talat öncesinde çok karizmatik, neşeli, etrafına güven veren, sevilen bir adam. Yani Talat deyince böyle kötülüklerle kararmış bir adam değil. Gerçekten Osmanlı'yı kurtarmak için inanarak geliyorlar iktidara. Gidelim de birilerini öldürelim diye değil. Fakat beceremiyorlar. Beceriksiz yönetim kadar tehlikeli bir şey yoktur toplum için. Beceremediği zaman bu beceriksizliğini saklayacak çok ileri, kanlı, zorlayıcı yerlere gidebilirsin. Bu beceriksizliğin daha sonra Talat'ta Ermeni meselesinde daha bir takıntıya döndüğünü düşünüyorum. Çünkü neredeyse her akşam kaç insanın sürgüne gittiğini ya da öldürüldüğünü bildiren telgraflar alıyor. İmparatorluğu böyle kurtaracağına kendisini inandırıyor.

Kitapta da görüyoruz, Talat’a katılmayan, bürokraside, orduda birçok yetkili var. Kimsenin hiçbir şey yapmaması garip değil mi?

O tür düzenlerde bir şey yapmak o kadar kolay değil. Hapse atılabilirler, öldürebilirler vs. İttihatçılar sokaklarda adam vuran bir çete neticede. Devleti yönetiyorlar ama sokakta da adam öldürüyorlar. Devleti iyi yönetemediğin zaman kurallar, kendi yasaların, geleneklerin sana düşman gibi gözükür. Onun için bunlar anayasayı, yasayı, tahammülleri, her şeyi çiğniyorlar. Ve kendisine karşı çıkan herkesin aslında hain olduğuna inanıyor. Çünkü ona göre tek kurtuluş Ermenileri öldürmek.

Talat ve arkadaşlarının sürekli mesele ettiği, şimdi de her zaman öne sürülen Anadolu'daki Ermeni çeteler. Ama kitapta da söylendiği gibi Ermeni çeteleri değil Ermeni kadınlar ve çocuklar öldürülüyor.

Devlet ve çete arasında bir fark var: Hukuk. Ermeni çeteler doğuda gerçekten çok kanlı katliamlar yapıyorlar. Sen devlet olarak gidip Eskişehir'de, Adapazarı'nda, Adana'daki köylü kadını sırf Ermeni olduğu için öldürdüğünde senin çeteden bir farkın kalmıyor işte, katil oluyorsun. Sen birini bir şey yaptığı için değil, bir şey olduğu için cezalandırıyor, öldürüyorsan bu soykırımdır. Orada bir çete varsa çetenin cezasını verirsin. Karakterlerden Şeyh Efendi diyor zaten, “Suçluyu cezalandır, kavmini değil.” Sen niye geldiğinde Adapazarı'ndaki köylü kadını öldürdün? Bu imparatorluğu nasıl kurtaracak? Bunu sahiplenmenin de bir alemi yok. Birçok insan bunu sahiplenmedi zaten.

Bu kitap için hangi okumaları yaptınız?

Bütün kitapları bir daha okumak zorundaydım, çünkü bu çok kritik bir konu. Bu konuda hata yapma lüksünü sana kimse tanımaz. Ne Ermeniler tanır, ne Türkler. O yüzden çok şey okudum. Yervant Odyan’ın “Lanetli Yıllar- İstanbul’dan Der Zor’a Sürgün ve Geri Dönüş Hikâyem 1914-1919” kitabı ise bana İstanbul’dan Halep’e sürülenlerin rotasını gösterdi. Odyan olanları çok kısa anlatıp geçtiği için bana genel anlatım imkanı sağladı. O bana işaretleri veriyordu, ben de anlatıyordum.

Tarihle ilgili kitap yazmakta bir tehlike var. Tarih kitabı yazacaksan küçük bir sandalda, altın dolu bir kasayla, bir adaya gider gibisin. Sandalının taşıyabileceğinden az altın alırsan, iyi değerlendirmemiş olursun. Ama sandalın taşıyacağından fazla altın alırsan bu sefer sandalı batırırsın. Onun için bir yazarın, tarihi bir roman yazarken neyi alıp neyi almayacağını iyi süzmesi gerekir. Romanda hem gerçekleri söyleyeceksin hem de gerçeklerin romanını boğmasını engelleyeceksin.

Kitapta bir ya da iki defa tehcir lafı geçiyor. Ama kitabın tanıtımı dahil hiçbir yerde soykırım denmiyor.

Soykırım lafını çok yıllar önce zaten yazmış biriyim. Ama edebiyat ayrı bir şey. Soykırım, hukukçu Lemkin’in bulduğu bir sözcük. Onun 1947’de bulduğu lafı 1915 romanının içine sokmam. Çünkü bozar. Okuyucuya bir mesaj vermeye çalışmıyorum. Ben ona, hayata bakarak, yarattığım bir hayatı anlatıyorum. Soykırım kelimesinden de korkmam. Ama ben bu büyük trajedinin sadece bir kelime üzerinden tartışmasını tuhaf bulduğumu da söylemeliyim. Bu tek kelimelik bir tartışmayı aşacak kadar büyük, insani bir trajedi. Ben ona bir isim koysam da koymasam da o trajedi orada duruyor.

 “Soykırıma karşı çıkan Türkler olduğu gibi Ermenileri satan Ermeniler de vardı”

İlk bölümde soykırımla bitirmiştik, şimdi kitapla başlayalım. Baş karakterleriniz, Efronya ve Ragıp. Ragıp Bey’de dedenizin hikayesinden bir parça var. Bir de Efronya çok da Ermeni ismi değil gibi.

Efronya aslında bir Rum ismi, fakat şehirli Ermeniler bu ismi kullanıyor. Ve çok da güzel bir isim bence. Ragıp’a gelince. Benim dedem Çanakkale Savaşı'nda Mustafa Kemal'in olduğu cephede topçu komutanıydı. Almanya'da ihtisas yapmış, çok iyi bir topçu. İsmet Paşa'nın da hocasıydı. Ve büyük bir ihtimalle ciddi bir Kemalist. Balkan Savaşları'ndan çıkıyor, Çanakkale Savaşı'na katılıyor, sonra Kurtuluş Savaşı'na katılıyor. Topçu birliğinin komutanı olarak da Büyük Taarruz'a. Dedemin makamını, Ragıp için ödünç aldım. O cephenin komutanı olan Esat Paşa, dedem Yarbay Hasan Bey’i anılarında çok övüyor. “Hasan'a bir hedef söylediğinde mutlaka vurur” diyor. Ve askerliği de seviyor. Ragıp’ta onu görüyoruz.

“Askerliği sevmek” derken?

Düşmanını öldürüyor ama iyi dövüşüyorsa düşmanına saygı da duyuyor. Öldürmek onun mesleği, o bir asker. Onun için yetiştirilmiş ama “eşit şartlarda öldürürüm” diyor. “Ona da beni öldürme hakkını veririm”. İyi askerler saygı duyarlar birbirlerine. Çanakkale'de herkes çok cesur savaşıyor. Türk, Kürt, Ermeni Osmanlı askerleri, karşı tarafta İngilizler, Anzaklar, Fransızlar. Çok büyük komuta hatalarının olduğu bir savaş. Ve bedelini tabii ki askerler ödüyor.

Evet ciddi kayıplar var. Kitapta askerlerin ateşkes ilan edilince savaş meydanında bir araya gelmesi var. Dedenizden mi bu hikaye?

Çanakkale tarihi anlatılırken, 19 Mayıs günü hızlı geçilir. Bir günde 8 bin kişi kaybettiler, 6,500’ü öldü, bir kısmı yaralandı. O hikayeyi ben profesör Ayhan Aktar’ın yazısından “bayağı iyi” aldım. Gerçek bir sahne o. Askerler ateşkeste, arkadaşlarının ölülerini toplarken, birbirleriyle işaret diliyle konuşmaya başlıyorlar. Anzaklar Osmanlı askerine çikolata veriyor, Osmanlı askeri hiçbir şey bulamayınca düğmelerini kopartıp uzatıyor. Subaylar askerleri zor ayırıyor. Dünyanın hiçbir yerinde ne Fransız köylüsü, ne Türk köylüsü ne İngiliz köylüsü, dur gidip Alman öldüreyim der. Birileri buna karar veriyor, zaten esas meselemiz bu. Dünya tarihi hemen hemen hiç değişmiyor. İnsanlar sürekli birbirlerini öldürüyor.

Sizce sebep ne, öldürmeden olmuyor mu?

Devleti ele geçiren birileri, öyle gerektiğini, vatanın çıkarları için gidip başkalarını öldürmek gerektiğini söylüyor. Ve bunun gerekli olup olmadığını tartışabilecek bir güç, genellikle bulunmuyor. İnsanlarda bütün tarih boyunca gördüğümüz bir vahşet ve şiddet düşkünlüğü var. Moğollar dünya nüfusunun yaklaşık onda birini yok etti. Napolyon Rusya'ya girdi, Roma İmparatorluğu bütün dünyayı ele geçirmeye çalıştı, İskender dünyadaki tek lider olmak istedi. Hiçbir mantığı yok bunların. Ama görünürde.

Görünmeyen nedir?

İnsanoğlu garip bir şekilde gelişimini savaşlara borçlu. Bütün teknolojiyi savaş nedeniyle buluyor. Yenmek arzusu galiba diğer arzulardan daha kuvvetli toplumlar için. Bütün zekalarını, yaratıcılıklarını yenmek için harcıyorlar. Kitapta da söylüyorum: Savaş olmasaydı barut bugün hala havai fişek olarak kullanılırdı. Birbirlerini yenmek için teknolojiye abandılar ve bugün cep telefonuna bu sayede sahipsin. Burada sadece yöneticileri suçlayamazsın. İnsanlar da en vahşileri seçiyor lider olarak. İnsan biraz aceleye gelmiş yaratık. Çok fazla çelişik duygu insanın içine tıkıştırılmış. Bu duygular tek başlarına muhteşem. Yani merhamet var, vicdan var, sevgi var. Ama şiddet var, yenme isteği var, hak etmeden almak isteği de var, vahşet de var. Hepsi yan yana. İnsana bir bütün olarak baktığımızda vahşet duygusu galiba en kuvvetli duygu. Sürekli birbirlerini öldürüyorlar. M.Ö. 100 ile M.S. 2025’teki 80 yıl birbirine benziyor. Teknoloji değişti ama vahşet, düşmanlık, öldürme isteği değişmedi. Hep aynı vahşi 80 yılda yaşıyoruz. Zeka olarak, akıl olarak ilerleyebiliyoruz ama duygu hiç değişmiyor. Yöneticiler, bedava asker bulmak için bir neden uydurmak gerektiğini biliyorlar. Vatanın için diyorlar. Esas soruyu kimse sormuyor.

Peki soralım: Esas soru nedir?

Vatanın çıkarına kim karar veriyor? Niye birisi benden, senden, öbüründen daha akıllı ve vatanın çıkarını biliyor olsun? Ben vatanın çıkarı öyle değil dediğimde neden hain durumuna düşüyorum? Devletler, dünyanın her tarafında birbirine benzer. Eli kanlı olmayan devlet yoktur. Amerika Kızılderilileri, İngiltere Hintlileri, Osmanlı Ermenileri, Ruslar Ukraynalıları öldürdü, öldürüyor.

Devletler arasında fark yok da, insanlar arasında niçin yok?

Toplumlar arasındaki farkı, entelektüel kesim belirliyor. Mesela ABD’nin Kızılderilileri öldürdüğü anlatan, yazan, filmini çekenler Amerikan entelektüelleri. İngilizler Hintlileri öldürdüğünde bunu anlatan İngiliz aydınları ortaya çıkıyor. Türkiye'de devletin yaptıklarına karşı çıkan aydın çok az. Aydın kesimi toplum beslemiyor burada. Devlet, aydınların patronu haline geliyor. Hem onlara maddi destek verebiliyor hem isterse hapse atabiliyor. Hem baskı hem ödül; ikisi de devletin elinde. Ve entelektüeller burada çok devletçi oldu. Hâlâ Ermeni çeteler diye başlıyorlar. Ermeni çetesiyle Osmanlı İmparatorluğunu aslında eşit görüyorlar. Bu çok garip. Hem kendilerini bu kadar önemseyip, hem de koskoca İmparatorluğu bir çeteyle aynı görmek, çok çelişkili.

Bu yüzden mi “kitabı daha çok Türklerin okumasını istiyorum” diyorsunuz?

Türklerin okumasını isterim tabii. Çok vahşi anlatıldığımızı biliyorum. Ama Türklerin çok çocuk yanları ve vicdanları var. Yani ben Türkleri seviyorum. Ama gerçekleri bilmiyorlar. Bilseler, olanları hemen kabul edecekler mi, kesin söyleyemem. Ama vicdanları bir kımıldar, bunu biliyorum. En çok korkulan şey toplumun vicdanı. Onun için edebiyatçılardan nefret ediyor devletler. Çünkü direkt toplumun vicdanıyla ilişki kurabiliyorsun. Ve toplumun vicdanı gerçeği gördüğünde hareketlenir. Ama devletler istiyor ki toplum onların kanlı eylemlerine sahip çıksın, desteklesin. Hep bize Talat'ın büyük bir adam olduğu anlatıyor. Niye sen bana Kütahya Valisi’nin büyük bir adam olduğunu söylemiyorsun? Niye bu katliama karşı çıkanları anlatmıyorsun? Niye sadece Talat varmış gibi konuşuyorsun? Ermenileri satan çok Ermeni olduğu gibi, bu soykırıma karşı çıkan çok da Türk vardı. Toplumlar homojen değil ki! Ne Türkler homojendi, ne Ermeniler. Hangi Ermenilerin sürgüne gideceğini Ermeni ajanlar belirliyordu. O Ermenilerin bir kısmını kurtarmak için uğraşan Türkler de vardı. Şimdi hangisini tercih edeceğine bağlı. Ben Talat'ı atam olarak tercih etmiyorum. “Ben buranın celladı değilim” diyen Kütahya Valisi de Türk. İkisinden birini seçebilirim değil mi?

Tabii ki seçebilirsiniz.

Kütahya Valisi'ni seçiyorum ben, Talat'ı değil. O zaman benim hayata bakışım değişiyor. Bana sadece Talat’ı anlatıyorlar ki, aynı vahşet üzerinden devam edeyim. Ama Talat ile aramda en küçük bir ilişki hissetmiyorum. Niye hissedeyim? Ben diyorum ki, Türk çok harika bir şey olmayabilir ama hepimiz de Talat değiliz. Nasıl bütün Ermeniler çeteci değilse...  Herkes kendine göre bir tarih anlatıyor aslında. Zorbalıkları halka anlatmamak yeni zorbalıklara yol açıyor. Ve devletler bundan çok memnunlar.

Devletler memnun ve birbirinden de öğreniyor galiba. Kitapta Ermenileri takip ederek, fotoğraflayan, belgeleyen Alman subay Wegner’in vatanı Almanya mesela, 30 sene sonra, aynı soykırımı yapıyor.

Wegner, gerçek ve çok ilginç bir karakter. 1935'leri, Almanya'yı anlamak için mutlaka 1915 Osmanlısına bakmak gerekir. Ben 1915 Osmanlısının, 1935-39 Almanyasını doğurduğunu düşünüyorum. Burada çok şey öğrendiler. Yapılanın sessizce geçiştirilebileceğini de gördüler. Ama Wegner gibi Alman subayları, bu büyük katliamı dünyaya ilk duyuran insanlar oldu. Aynı Wegner, Nazizm geldiğinde Nazizm'e karşı da mücadele etti.

Bir karakteriniz diyor ki, “İnsanlar unutuyor Şeyh Hazretleri. Bugünler geçer, devlet her şeyin üstünü örter. Kimse onları hatırlamaz. 10 sene sonra bile kimse hatırlamaz bunları.” Fakat üzerinden 110 yıl geçti bu sene itibariyle ve unutulmadı.

Hatırlayanların çoğu Ermeniler. Acıyı çekenler. Acıyı çektirenler, bu utancı yaratanlar unutulmasını istiyor. Ve büyük ölçüde Türkler unuttu, çünkü unutturuldular. Çünkü eğitim, resmi tarih böyle anlatıyor. Ama bununla yüzleşmeden, zorbalıklar zincirini önleyemezsin. Zorbalığı kimin yaptığı önemli değil. Talat'ın Türk olması benim zorbalığı haklı görmeme neden olamaz. Ben Talat'ın işlediği günahları korumak, savunmak zorunda değilim.

Kitap için 1915 anlatıları okudunuz. Düşmanlık, hukuksuzluk, trajedi. Oradan çıkıp şöyle bir bugüne dönersek, şu anda Kürtler ve Türkler diyalog sürecinde. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Ben basit tarifleri severim. Barış mı istiyorsun? Barışın şartlarını oluştur. Barış gelir. Senin barışın peşinden koşmana gerek yok.

Barışın şartları nedir sizce?

En başta hukuk. Şu soruyu sormak bizi doğru yere götürür: Çatışma niye çıktı? Çatışma nasıl biter? Aynı yoldan yürüyüp başka bir yere varmaya çalışıyorsun. Bu mümkün değil. Sen barışın şartlarını oluştur, barış zaten gelecek. Türkiye barışa muhtaç. Türkler de muhtaç, Kürtler de.

Hukuk her zaman adalet getirmez biliyorsunuz, yapılan hukukun uygulaması da önemli ama.

Sen önce bir onu yap, sonra nasıl kullanıldığına bakalım. Çünkü Türkiye hakkında öyle çok kolay karar verilebilecek bir yer değil. Çok çabuk değişebilen bir yer. Bu ülkede hiçbir zaman hukuk olmadı. 2025’teyiz ama 1215'teki Magna Carta'ya hâlâ ulaşmadık. Herkesi ve hepimizi koruyacak bir zemin lazım. Bu hukukla olan bir şey. Hukuk korur. Hukuk eşitliği sağlar. Hukuk hepimizin arasındaki bağı kuvvetlendirir. Hukuk olmadan ne zenginlik, ne eşitlik, ne huzur, ne güven elde edebilirsin, ki barış bunların en zoru. Ama dediğim gibi ben hukuka, hukukun önemine inanırım. Demokrasiye, eşitliğe inanırım. Yani sen dilini konuşuyorsan, o da dilini konuşacak. Sen eğitimini yapıyorsan, o da eğitimini yapacak. Barıştan konuşuyoruz. Ama barış şartlarından konuşmuyoruz.

Peki sizin şartlarınız nelerdir?

Evrensel hukuku buraya getirmek zorundasın. Yargının evrensel hukuka göre çalışması gerekir. Ki 2002 ile 2010 arasında Türkiye çok ciddi hukuki reformlar yaptı. Sonra bitti. Onu kesip ondan sonra barış isteyemezsin. Evrensel hukuk Türkiye'de yaşayan herkesi korur. Sen Türkiye'de yaşayan herkesi korumadan bir barış oluşturamazsın.

Sonra demokrasi. Türkiye tartışmalar hep siyaset üzerinden. Sanki bir toplum yok. Ya toplumun talebi, derdi var. Bak bakalım ne diyor. Barışın şartları sadece iki tarafın konuşması değildir. İki toplumun üstünde rahatça devrilmeden, yıkılmadan, kaymadan duracağı sağlam bir zemindir. O da hukuk ve demokrasi. Var mı? Yok. İşte o olur ve hepimiz onun üstünde durabilirsek, zaten barışırız.

Agos

KÜLTÜR-SANAT