yazarlar makaleler
Şeyhmus Diken: Dil’e gelmek ya da yüzleşmek!
9/14/2024

Düşünün bir yazar kendi anadilinde yazamasın, korku ile ürkü ile eza-cefa-ceza tehdidi ile ebeveynleri tarafından öğretilmiş / öğrenilmiş bir başka dille yazsın, yapsın edebiyatını. Sonra bir gün kitabını, birileri onun anadiline çevirsin. Sonra o yazar o çevrilmiş kitabı eline alıp yabancı dilde yazılmış başkasına ait bir kitapmış gibi “yaralı bir dil” edasıyla zorlanarak okusun.

Görselde çeşitli gazete küpürleri ve sloganlar yer alıyor. En büyük ve dikkat çeken başlık kırmızı renkte büyük harflerle yazılmış: "Vatandaş Türkçe konuş!". Bu başlığın altında bir gazete haberinin kesiti bulunuyor. Haberin başlığı ise "Gönende herkes Türkçe konuşacak" şeklinde. Haberde, Gönen’de Türkçe dışındaki dillerin konuşulmasının yasaklandığı, Çerkezce, Gürcüce, Arnavutça, Pomakça gibi dillerin yasaklandığı ve bu karara uymayanların cezalandırılacağı belirtiliyor. Halkın bu karardan memnun olduğu vurgulanıyor. Sağda başka bir haber başlığı, "Vatandaş Türkçe konuş kampanyası genişliyor" şeklinde. Gençlerin kampanyayı büyük bir azimle sürdürdüğü yazıyor. Hemen yanında, "Türkçe konuşmak istemeyenlere bir ders!" başlığı altında, bir grup insanın siyah beyaz bir fotoğrafı yer alıyor. En altta siyah bir arka plan üzerinde beyaz ve gri harflerle yazılmış bir slogan göze çarpıyor: "Ya Türkçe konuş, ya da sus!".

Anadili meselesi, anadili’nde ısrar ederek konuşmak-yazmak-hak talepkârlığında bulunmak sahiden hırpalayıcı, yorucu bir durum. Geriye dönüp baktığımda yüz yıl evvel adına “milli misak” denilen sınırlar içinde Türklük dışında en büyük etnik topluluk olarak bilinen Kürt halkının egemen tekçi resmî ideolojice dilinden, kültüründen, kimliğinden koparılıp asimilasyonda ısrarı, zorun vücut bulmuş hâli olarak varlık buldu / buluyor.

İsterseniz kendi üzerimden bunun tezahürünü birkaç somut veriyle anlatayım daha doğru olur.

Ben dünyaya gelmeden, hatta ana rahmine düşmeden, hatta ve hatta ondan çok evvelinde halkımın, kendi dilini gündelik hayatta kullanmasından kaynaklı çokça acılar çektiği ve bedeller ödediği bugün artık bir vakıa! Mesela en basiti konuşulan her Kürtçe kelime başına para cezası kesildiği tarihi kayıtlarda dönemin gazete manşetlerinde var.

İşte o ruh hali içinde benim kuşağım 1960'lı yıllarda ilk mektebe başladığında / başladığımızda özellikle şehir merkezlerinde, özel olarak da Dîyarbekir'de hayata başlayanları kastediyorum, anamızın Kürtçe olan dilinin tersine tuhaf bir vakıa-ı ironidir Türkçe ile başladık hayata.

Ailem kesin olarak biz çocukların yanında Kürtçe konuşmazdı. Arada bir, ya hiç, ya da yeterince Türkçe bilmeyen bir konuk evimize geldiğinde; biz çocukların duyamayacağı kadar kısık sesle veya biz çocukları ayrı bir odaya gönderip Kürtçe konuşurlardı.

Bunun birkaç nedeni vardı. Yıllar sonra  kitaplarımdan biri "Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım" için yaptığım sözlü tarih çalışmasında anamın ettiği sözlerden aktarırsam: "Oğul biz diyorduk ki; çocuklarımız İstanbul Türkçesi öğrensin".

Aslında bu belki anamın en masum ve safiyane itirafıydı! Öbür yönü de şuydu ki; ebeveynlerimiz için ileride çocuklarının hiçbir "işine yaramayacak!" ve daha çok da "Dağlı Kürtlerin" konuştuğu işe yaramaz bir dildi sonuçta "Kürtçe". Ve dahi cumhuriyetle birlikte her daim başlarına bela getirmişti o "dağ dili"nde ısrar.

Sürgünler, acılar, kıyımlar ve en hafifinden ise konuşulduğunda “kelime başına para cezası” kesilen, anında da tahsil edilip cezai yaptırıma denk düşen bir belalı dildi işte Kürtçe.

Bebelerin, çocukların ne işine yarayacaktı ki!

“Tertemiz İstanbul Türkçesi” hazır orta yerde duruyor ve devlet de ısrarla öğretiyor, okullarında da "Ne mutlu Türküm Diyene" yi her gün namaz farzı gibi dedirtiyorken!

Bir de "İsyancı Kürtlerin" dili zaten başa bela değil miydi? Denmeye getiriliyordu ki; Şeyh Saîd Efendi bile askeri, "tüfengi" ile baş edememişti bu Türkün yeni düzeniyle, üç beş genç mi baş edecekti! İyisi mi çocuklar “Türkçe öğrenip, Türkçe düşünmeliydiler”…

İtiraf ediyorum; yaz tatillerinde nenemle birlikte Diyarbakır'ın köylerindeki kimi akrabaların yanına gittiğim(iz)de bilmediğim ve birkaç kırık dökük kelimeyle bocaladığım ama beceremediğim Kürtçemden dolayı çokça küçülmüş, ezilmiş, hırpalanmış ve alaya alınmıştım. Sonra Ankara'da Mülkiye öğrencisi iken Kürtçeyi çok iyi konuşabilen benim gibi öğrenci kimi arkadaşlardan ilham alarak; anamın, babamın dilini öğrenmek istemiş ama o yoğun eylemsel ve politik ortamda onu da beceremiştim.

Yıllar, yıllar sonra Türkçe yazan bir yazar olmuştum. Mehmed Uzun’un önerisi ile İsveç-Stockholm’a “Kürt Coğrafyasının Tarihi ve Kültürel Mirası” üzerine konuşmaya davet edilmiştim. Diaspora Kürtlerinin o uzak ve soğuk kuzey ülkesinde kurmuş olduğu Kürt kültür merkezinde Kürtçe bilmeyen ve Kürtçe konuşamayan bir Kürt olarak, Kürt dolu bir salona Türkçe konuşmuştum.

Konuşmaya başladıktan sonra iki dinleyici salonu terk etmişti. Program sonrası bir başka mekânda sofra muhabbetinde birinin İran, diğerinin de Türkiye Kürdü olduğunu öğrendiğim o iki kişi yanıma gelip; “Biz bu merkezi ilk kurduğumuzda burada Kürtçe dışında bir başka dilde etkinlik yapılmayacak demiştik. Siz bu kuralı bozdunuz. Arkadaşlarımızı da protesto etmek için salonu terk ettik” demişlerdi.

Bunun üzerine birazda kendimden utanarak onlara “Ben de isterdim sizlere Kürtçe, kendi anadilimde hitap etmeyi! Ama ne acı ki bilmiyorum. Size, söz bir dahaki gelişimde en azından sizlerle Kürtçe konuşabilecek kadar da olsa, belki daha da ötesi Kürtçeyi öğreneceğim” demiştim.

Sonra dönmüştüm ve tam da o yıllarda “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir Diyarbakır” kitabım Kürtçeye çevrilmiş ve basılmıştı.

Ben bir Kürttüm, ama kitabım Türkçe yazılmış ve yayımlanmıştı. Aynı kitabım sanki bir başka yabancı dile çevrilmiş gibi yine bir Kürt tarafından benim anadilim Kürtçeye çevrilmiş yayımlanıp basılmış ve elime tutuşturulmuştu. Doğrusu gözlerim dolmuş ve gücüme de gitmişti.

Düşünün bir yazar kendi anadilinde yazamasın, korku ile ürkü ile eza-cefa-ceza tehdidi ile ebeveynleri tarafından öğretilmiş / öğrenilmiş bir başka dille yazsın, yapsın edebiyatını.

Sonra bir gün kitabını, yazdıklarını; birileri onun anadiline çevirsin ve basılsın. Sonra o yazar o çevrilmiş kitabı eline alıp yabancı dilde yazılmış başkasına ait bir kitapmış gibi “yaralı bir dil” edasıyla zorlanarak okusun.

İşte tam da bu ruh hâli ve somut üst üste yaşanmış fiili yüzleşmelerle hemhalken bir gün belediyede çalıştığım odanın kapısı çalındı. Genç bir adamdı gelen ve gazete aboneliği için gelmişti. Beni Kürtçe yayınlanan “Azadîya Welat”a abone edin" dedim. “Mamoste siz Kürtçe biliyor musunuz” diye sordu? "Hayır bilmiyorum ama öğrenmek istiyorum" dedim.

Sonra o gazeteyi çok büyük ölçüde anlamayarak her gün yavaş yavaş okudum. Telaffuz, sözlükten kelime anlamını bulma ve kimi ince Kürtçe kitaplardan destek okumaları! Kürtçeyi çok iyi konuşan yazan arkadaşlarla ezilip bükülmeden konuşma çabalarım epey zaman aldı.

Çok zaman sonra bir gün Kürtçe bir makale yazdım. Ana teması insan olmak üzerineydi. Kısa bir makaleydi. Kürtçe yazan arkadaşlar “düzelti yapalım mı” diye sordular. "Hayır! Dilde-imlada ne hatalar yapmışsam görülsün" dedim. Bir sayfalık yazıda epey hata vardı elbette.

Şunu fark ettim ki ben Kürtçe okuyabiliyorum artık! Çok akıcı olmasa da konuşabiliyorum da. Ama Kürtçe yazmak benim için sahiden zordu. Rüyalarımı bile Türkçe görüyorum çünkü. Asimilasyonun bendeki izdüşümü bu…

Şimdilerde “mensubu” olmadığım halde dilini en az "onlar"  kadar iyi konuşup iyi yazdığım bir dilde, yani Türkçede kalem oynatırken karşıma bu kez Kürt okurlardan soru olarak çıkan şu; sahi "Kürt olduğum halde neden Kürtçe yazmıyordum?" ki! Neyi, kime anlatacaktım!

Politik olarak muhatap olduğum soruya, koca bir yarım asrın bendeki izdüşümünün açmazlarına ve ruhumda yarattığı kırılganlıklara ve fırtınalara cevap olabilecek söz var mıydı ki dağarcığımda! Yoktu elbette!

Evet, Kürdüm! Evet, kitapları yayınlanmış hem de basbayağı sıkı yayınevlerinde kitapları çokça baskı yaparak yayımlanmış, yayınlanan bir yazardım! Evet, ülkede ve yurt dışında birçok etkinliğe davet ediliyor, sözümü dudaktan sakınmıyordum! Ama sonuç da zerre kadar “kıymeti harbiyesi” yoktu ki bütün bunların! Ben zaten bu sahici gerçeğin bir hayliydi farkındaydım da başka da kimler bunu biliyordu ki!

Kendi anadilimde değil, bir başka halkın dilinde yazıyordum. Yazarlığımın, o Kürtçe okurların nezdinde ne anlamı vardı ki! Çünkü sonuç da Türkçe yazıyordum. Kürtçe okumak isteyenler için de ne yazdığım değil, hangi dilde yazdığım önemliydi. Mazrufa değil, zarfa bakıyorlardı!

İşte sanırım bugünkü durumda ruh halimi yansıtan en çarpıcı hali pür melal budur…

Bunlar kurgu değil! Doğal ve birebir yaşanmış ruh hâli.

Şimdi ben bu ülkenin politikasının harcını karanlara, karar mercilerine ne demeliydim. Yarattığınız gariplikle "onur duyun" mu demeliydim, yoksa "kalıbınızdan utanın" mı demeliydim. Hoş bunları desem, ne değişecekti ki!

Ben şimdi bütün bu tuhaf ruh hali içinde, buruk bir yazar olarak, Türkçe yazmakla birlikte; aidiyet anlamında kendini Türkçe edebiyata ve yazın dünyasına ait hissetmeyen, ama Kürtçe de yazamayan bir garip Kürt olarak görüyorum. Bu durum sahici bir travma halidir. Belki de siyaseten beni ve benzerlerimi zaman zaman rijit kılan, tam da bu ruh halidir.

İşte ben sizlere kısa bir metin çerçevesinde, majör metinlerin içinde minör olarak nerede durduğumu dilim döndüğü ve Türkçem elverdiğince anlatmaya çabaladım. Siz isterseniz majör çapınızla kendinizi bir Kürdün sivri uçlu kaleminin yerine koyup biraz hallice de "Kürtleşmeyi" deneyerek empati yapın ve düşünün bakalım, ne çıkacak.

Bianet

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar