2025-01-27
Avrupa ülkelerinin şu anda karşı karşıya olduğu en büyük tehlikelerden biri, ırkçı düşüncenin yükselişi ve gelişimidir. Daha önce, bu düşünce genellikle bir siyasi karakter ya da belirli bir grup tarafından benimsense de cılız bir ses olarak görülüyor, ülkelerindeki siyasi ve sosyal ortamları bu düşünceyi özgürce savunmalarına imkân vermiyordu. Ancak bugün, bu düşünce, önlenmesi zor bir fenomen haline geldi.
Tüm Avrupa ülkelerinde, doğrudan bu eğilimi temsil eden bir siyasi parti kurulmamış olsa da, açıkça bunu savunan bir kesim mevcuttur. Bu kesim seçim süreçlerine katılmakta ve yıldan yıla oy sayıları, sandalye oranları ve iktidar merkezlerindeki konumları artmakta.
Irkçı düşüncenin radikal şekliyle yeniden ortaya çıkması ya da canlanmasının nedenleri, tek bir konuyla bağdaştırılmamalı. Birçok faktör vardır, ancak bunlar arasında en belirleyici olanı, mevcut küresel siyasi ve ekonomik sistemin temel bir rol oynadığı söylenebilir. Tüm faktörler arasında ise, söz konusu düşüncenin gelişmesine en uygun ortamı sağlayan göçmen meselesi olarak öne çıkıyor. Göçmen konusu, Avrupa’daki sağcı, ırkçı ve radikal grupların elinde öylesine etkili bir araca dönüşmüştür ki, sol ve sosyal demokrat partiler dahi göç politikasını savunmaktan kaçınmaya başladı.
Daha önce ülkelerinin göç politikasını savunanlar, bunu insan hakları değerlerinin yerine getirilmesi ve dünyadaki mağdurların korunması açısından bir gurur kaynağı olarak görüyordu. Ancak, bu sesler giderek kısılmaya başladı. Göçmenleri, ülkelerinin ekonomisi için önemli bir kaynak ve enerji olarak gören, en azından ucuz işgücü olarak kullananlar dahi tutumlarında değişiklik gözlemleniyor. Bunun başlıca nedeni, göçmenler arasında kadın cinayeti, çocuk cinayeti, saldırı ve taciz gibi suçların ve çirkin davranışların sürekli artış göstermesidir.
Mülteciler arasındaki radikal davranışlar ve suç işleme oranındaki artış, öyle bir ortam yarattı ki, Avrupa toplumu göç politikasından elde ettiği değerleri, toplumları için oluşturduğu tehdit ve tehlikelerle karşılaştırmaya başlandı. Bu durum, tüm sınıf ve katmanlarda açıkça hissedilmekte ve radikal sağcı gruplar için bir güç kaynağı haline gelmekte; bu nedenle sayıları günden güne artıyor.
Hatta stratejik açıdan göç meselesine büyük önem veren kurumlar dahi, aile kurmama ve nüfus düşüşünü önlemek amacıyla bu konuda farklı düşünmeye başladı. Başlangıçta, Doğu ülkelerinden gelen göçmenlerin Avrupa kültürüne ve toplumuna uyum sağlayacakları ve en nihayetinde Avrupalı olacakları düşünülüyordu. Ancak, göçmenlerin aile bağları ve nesil yetiştirme konusundaki kültürel ve dini bağları, ev sahibi ülkelere doğum ve ölüm oranları arasında denge sağlama konusunda yeni çözümler ve alternatifler aramaya başlamalarına sebep oldu.
Eminim ki, Arap ve İslam dünyasından gelen göçmenler, kendi toplumlarından gelen mülteciler tarafından gerçekleştirilen radikal ve suç teşkil eden davranışlara karşı dikkatli bir şekilde çalışmazlarsa, birkaç yıl içinde Avrupa ülkeleri bir seçim yapmakla karşı karşıya kalacaktır: Ya göç ve sığınma konusunda tamamen tavır alacaklar, ya da iyi toplumların göçmenleri ile kötü toplumların göçmenleri arasında ayrım yapmak zorunda kalacaklar.
Şu anda oluşmuş bir inanç var, mülteciler arasında işlenen suçların ve Avrupa vatandaşlarına karşı işlenen suçların büyük çoğunluğu, Arap ve İslam dünyasından gelen mülteciler tarafından işleniyor. Bu toplumlar içinde Avrupa toplumunda binlerce başarılı ve seçkin kişi olsa da, kötü davranışlar sergileyenlerin eylemleri, tüm Arap ve İslam dünyasının imajını zedeliyor.
Avrupa’da milyonlarca Hintli ve Çinli çalışıyor ve şu anda Avrupa’nın en büyük işgücünü oluşturuyorlar. Avrupa toplumunun hiçbir değerine tehdit veya tehlike kaynağı oluşturmuyorlar. Kendi din ve kültürlerine sahip çıkıyor ve bu değerleri Avrupa toplumuna dayatmaya çalışmıyorlar. Kendi dini ibadethanelerini açmak için baskı yapmıyorlar, Avrupa toplumunun kutsallarına saldırı girişimleri olmamıştır. Kendi değerleriyle ne kadar çelişse de bunu yapmaya yeltenmemişlerdir.
Ancak günlük bir rütin haline geldi, her hangi bir şehirde Suriyeli, Faslı, Cezayirli, Mısırlı ya da Afgan ve Pakistanlı mültecilerin bir kreşe saldırdığına dair haberler duyuyoruz. Bir okula saldırdılar, bir otobüs şoförünü öldürdüler, bir alışveriş merkezinde birkaç kadını ve çocuğu yaraladılar. Ya da bir mülteci, ülkesinin bayrağını yakıyor, bir kilisenin önünde Hristiyanlığa hakaret ediyor diye haberler duyuyoruz. Kendi dinini ve kültürünü komşusuna dayatmaya çalışıyor. Hatta, cami yapımı için belediyelere baskı yapıyor ve giyim tarzlarını dayatmaya çalışıyor.
Yaşanan tüm bu suçlar, kendi toplumlarının tercihi olmasa da, Avrupa’daki aşırı sağcı ve radikal grupların yükselmesine hizmet ediyor. Bazı Arap ve İslam toplumlarından gelen göçmenlerin hal ve davranışları, Avrupa vatandaşlarını bu suçları önlemek için çözümü aşırı sağcı grupların yükselmesinde görmelerine neden oluyor. Şu anda bu durum, tüm Avrupa’daki seçimlerde açıkça ediliyor. Yani, İslam ve Arap dünyasından gelenlerin davranışları, ülkelerindeki mültecilere karşı olan kesimlerin güçlenmesine yol açıyor.
Ancak gerçekte, mültecilerin varlığı Avrupa ülkelerinin çoğu için kaçınılmaz bir ihtiyaç haline geldiğinden, en olası senaryo şudur: Kendi dini ve sosyal değerlerinin güvenliğini sağlamak ve istikrarı korumak ile göçmenler aracılığıyla elde etmek istedikleri ihtiyaçlar arasında, göçmen toplumlarını iyi ve kötü toplumlar olarak ayıracaklardır. İyi toplumlara şans tanıyacaklar ve yavaş yavaş kötü toplumlara kapılarını kapatacaklardır.
Rudaw
BASINDAN