10/28/2024 12:29:00 PM
‘Hendek’ tecrübesi Kürtlerin PKK’nın ayaklanma çağrılarına muhtemelen hiçbir zaman icabet etmeyeceğini ima ediyordu
Kandil’in anlamadığı, anlamak istemediği şey, dünyadaki bütün militanca mücadele içinde olanların anlamadığı, anlamak istemediği şeyle aynı: Kitleler sadece çok istisnai durumlarda militanlaşır. Direnişçi ile uğruna mücadele ettiği kitleler arasındaki ilişki gerilimli bir ilişkidir. Kitleler, hiçbir zaman direnişçinin arzu ettiği kıvama gelmez, meğerki “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri” kalmasın; ki bu da gerçek hayatta pek rastlanan bir şey değildir.
Serbestiyet’teki son yazımda (“Devlet Türkleri barışa ikna edebilir fakat Kandil Kürtleri savaşa ikna edemez”, 25 Ekim), iktidarın ve devletin Öcalan ve DEM Partisi üzerinden yürütmeye çalıştığı Kürtlerle barış hamlesine karşı küçük milliyetçi partilerden ‘solcu’ televizyon sunucularına uzanan geniş bir yelpazede yürütülen ‘istemezük’ kampanyasına karşı projenin sahiplerinin dengeleyici, başarılı bir kampanya geliştirebileceğini, yani devletin zor da olsa Türkleri ‘Kürtlerle barış’a ikna edebileceğini, buna karşılık Kandil’in Kürtleri ‘savaşa devam’a ikna edemeyeceğimi öne sürmüştüm.
Bu yazıda ve bir sonraki yazıda bu iki noktayı açmaya, hangi argümanlara dayanarak böyle bir sonuca vardığımı izah etmeye çalışacağım. Son yazıda dediğim gibi, her iki iddia için temel argümanım geçmişte devletin barış, Kandil’in savaş (‘halk savaşı’) inisiyatiflerini yürürlüğe koymaya çalıştığında karşılaştıkları tablolar olacak.
Bugün “Kandil ve Kürtler”i, sonraki yazıda da “Devlet ve Türkler”i ele alacağım.
Kandil’in Kürtleri ‘savaşa devam’a ikna edemeyeceği iddiamda kullanacağım temel argüman 2015-2016’daki hendek çatışmalarının tecrübesi olacak. (Aşağıda okuyacaklarınızı, hendek çatışmalarının sürdüğü aylar boyunca kaleme aldığım yazılarda dile getirmiştim, yıllar sonra onları bir daha hatırlatmak istiyorum.)
İnancı uğruna ölümü göze alanların büyük yanılgısı
PKK-KCK, binlerce Kürt gencinin ve yüzlerce asker-polisin ölümüyle sonuçlanan hendek çatışmalarını sıradan Kürtlerin de destek vereceği varsayımıyla başlatmıştı. Ne var ki Kürtler ‘serhildan’ boyutlarında bir kalkışmadan ısrarla uzak durdu.
PKK-KCK’nın çağrıları cevapsız kaldıkça, her yeni çağrıya bir hayret ifadesi siniyor; yıllardır dağda savaşan militanların diline, “uğruna mücadele ettikleri” halkın “ilgisizliğini” anlayamadıklarını imâ eden sitemkâr, duygusal bir ton yerleşiyordu. Mesela, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı tarafından yayımlanan “Göçertme politikasına karşı direnelim” başlıklı çağrıda şöyle deniyordu:
“Türk devletinin bu göçertme politikasına karşı tüm Kürt halkı var olma direnişi göstermelidir. En büyük var olma direnişi tüm baskılara rağmen toprağına, taşına sarılmaktır. Soykırımcılara inat evimizi, sokağımızı, mahallemizi terk etmemek bir var olma direnişidir. (…) Yaşanılacaksa da mahallemizde, ilimizde ve ilçemizde yaşanılmalıdır. Evimizi ve barkımızı terk etmek, daha baştan ölümü kabullenmektir. Sevilecek, yaşanılacak yaşam, ölümsüz şehidimiz Kemal Pir’in dediği gibi ‘uğruna ölünecek yaşam’dır. (…) Her çiçek toprağında güzeldir. Her çiçek toprağında kendi yaşamını var edebilir; en güzel renklerini ve kokusunu verir. Hiçbir zalim elin ve psikolojik savaşın bizleri toprağımızdan koparmasına izin vermeyelim. Gül gibi dikenlerimizle, direnişimizle varlığımızı koruyalım!’’
Bu dil, “inancı uğruna ölümü dahi göze almış militan-direnişçi”nin diliydi. Bildirinin neredeyse her cümlesine sinmiş sitem ise kendileri gibi hissetmeyen, kendileri gibi davranmayan Kürt halkına gidiyordu.
PKK-KCK önderliğinin anlamadığı, anlamak istemediği şey, dünyadaki bütün militanca mücadele içinde olanların anlamadığı, anlamak istemediği şeyle aynıydı: Kitleler sadece çok istisnai durumlarda militanlaşır.
Bir militan, gerçeklerden çok hayallerinin içinden düşünür ve duyumsar. Ona göre, o tarihsel an gelip de o son duvar yıkıldığında, her şey bir anda değişecek, “kötü”nün yerini “iyi” alacaktır. Bir yandan o kadar yüce bir yandan da o kadar kaçınılmaz bir hedeftir ki bu, uğruna ölmek insanı sadece yüceltir ve sadece uğruna ölünecek bir yaşam anlamlı bir yaşamdır. KCK bildirisinde dendiği gibi: “Sevilecek, yaşanılacak yaşam, ‘uğruna ölünecek yaşam’dır.”
Direnişçi ile ‘kitle’ arasındaki gerilim
Direnişçi ile onun uğruna mücadele ettiğine inandığı kitleler arasındaki ilişki gerilimli bir ilişkidir. Kitleler, hiçbir zaman direnişçinin arzu ettiği kıvama gelmez. Çünkü onlar, içinde bulundukları durumdan hoşnut olmasalar da, onu yıkma hususunda bir direnişçinin sahip olduğu azme sahip değildirler. Sebebi açık: Çünkü onların düşüncesi ve duygusu bir direnişçininki kadar kristalize olmamıştır. “Eski”nin iyi olmadığı hususunda net olsalar da, onun yerine önerilen “yeni” hususunda henüz net değillerdir. Kaldı ki, o kıvama gelenler dahi gündelik hayatla olan sıkı bağları (aile, çocuklar, başka sorumluluklar vb.) nedeniyle kolay kolay bir direnişçi haline dönüşmezler.
Nitekim Kürtler hendek çatışmaları sırasında ne PKK-KCK’nın ‘serhildan’ çağrılarına ne de o sırada HDP’nin eş genel başkanı olan Selahattin Demirtaş’ın çatışmaların en yoğun olduğu Sur’a yürüme çağrılarına icabet etti.
Hendekler, Öcalan’ın elini Kandil’e karşı güçlendirmiş olmalı
2015-2016’daki hendek yazılarında Kürtlerin PKK-KCK’nın çağrılarını karşılıksız bırakmasının yanı sıra duygusal olarak PKK-KCK’dan uzaklaşmış olma ihtimalini de tartışmıştım.
Kürtlerin PKK’dan uzaklaşması hiç kuşkusuz devletin en çok istediği şey. Ne var ki, bu devlet istedi diye olacak bir şey değil, belki ancak PKK’nın yanlışları sayesinde olabilecek bir şey ve bunun da bir tarihi var. PKK’nın başlattığı hendek çatışmaları muhtemelen bu yanlışların en önemlisiydi, fakat oraya gelmeden önce bu işin kısa tarihine bir göz atmak istiyorum.
Devlet, Kürt kimliğini ve Kürtlerin taleplerinin bir bölümünü kabul etmek zorunda kaldığında, bunun PKK’nın aleyhine ve kendi lehine sonuçlar doğuracağını sandı ve zaman zaman “Bakın size neler neler verdim, PKK’dan uzaklaşırsanız size daha fazlasını veririm” anlamına gelecek bir dil tutturdu. Ne var ki Kürtler arasında bu ‘hak teslimi’nin “PKK şiddetinin oyunu bozması”yla mümkün olabildiğine dair yaygın bir algı oluşmuştu, dolayısıyla buradan devletin beklediği sonuçlar çıkmadı.
Ayrıca, unutmamak gerekir ki neredeyse her Kürt ailesinde PKK’ya katılmış en az bir kişi bulunuyor. Yani Kürtler kendilerini PKK’ya bir tür “borçlu” hissediyorlar ve ilaveten o örgütün içinde kendi çocukları var: Bu iki “manevi” olgu, PKK ile ona sempati duyan Kürtleri ayrıştırabilmenin güçlükleri hakkında çok şey söylüyor bize.
Fakat yine de kitlelerin maddi güdüleri ve iyi bir hayat yönündeki arzuları manevi güdülerinden daha kuvvetlidir (sevseniz de sevmeseniz de modernlik ve kapitalizm bunu başardı). Yani Kürtlerin “huzur ve iyi bir hayat” uğruna PKK’dan uzaklaşma ihtimalleri hiç yok değildir.
Nitekim 2004’te böyle bir moment oluştu. Bizzat PKK yayın organlarında, Öcalan’ın yakalanmasını (PKK literatüründe “uluslararası komplo”yu) protesto gösterilerinin ilk kez o yıl (Ekim, 2004) sönük geçtiği yazıldı ve bunun AB süreciyle (ki aynı yıl bitmeden AB ile tam üyelik görüşmelerinin başlamasına karar verilecekti) ilgisinin olup olmadığı sorgulandı. Bu soruya verilen cevap ise “bizce tartışılır” şeklinde oldu.
Kürtlerin Öcalan’a ve “komplo protestosu”na o yıl soğuk durmalarının nedeni olarak Avrupa Birliği (AB) sürecinin gösterilmesi son derece isabetliydi… Belli ki Kürtler, AB üyesi bir Türkiye’de eşit yurttaşlar olarak yaşayabileceklerine inanmışlardı ve o momentte PKK’dan da uzaklaşmaya başlamışlardı.
Zaten aynı yıl, PKK altı yıldır sürdürdüğü ateşkesi bozdu ve çatışmalar yeniden başladı. PKK, kendi açısından “iplerin elden kaymakta olduğu” tespitini yapmış, AB sürecini baltalama kararı almıştı.
Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası duraklamasaydı, büyük bir ihtimalle Kürtlerin PKK’dan uzaklaşma süreci devam edecek, onun üzerinden de PKK -mecburen- şiddetten uzaklaşacaktı.
Fakat öyle olmadı, Türkiye AB’den uzaklaştıkça AK Parti de reformculuktan uzaklaştı. Tabii bu süreçte Kürtlerin PKK’dan uzaklaşma eğilimi de durdu. Kürtler AB üyesi bir Türkiye’ye güvenmişlerdi, fakat “bağımsız Türkiye”ye güvenmemişlerdi.
Şunu da unutmamak lâzım: 2004’e gelindiğinde beş yıllık bir ateşkes süreci devredeydi ve Kürtlerin PKK’ya “soğuk” davranması, devletin sık sık ifade ettiği “PKK’lıların bire kadar kırılması” gibi bir sonuç doğurmayacaktı.
Bunu şundan ötürü hatırlatıyorum: Kürtlerin PKK’dan uzaklaşmalarının bir koşulu barış, huzur ve refah hayaline inanmalarıysa, öbür koşulu, bunun kendi çocuklarının topyekûn kırılması pahasına gerçekleşmeyeceğine ikna olmaları… Aksi takdirde, Kürtlerin kendilerini “iyi bir hayat” uğruna “ahlâksız ve onursuz” bir anlaşmayı kabul etmiş bir halk gibi hissedeceğini anlayabilmek o kadar da zor değil.
Artık hendek çatışmalarının Kürtlerin PKK’ya karşı duygularında oynadığı role gelebiliriz… Kürtlerin bu çatışmalardan ötürü devleti suçladıklarını biliyoruz. Fakat PKK’ya sempati duyan Kürtler, maruz kaldıkları zorluklardan dolayı devleti suçladıkları kadar PKK’yı da suçladılar ve bu da Kürtlerin PKK’ya karşı duygularında yeni bir kırılmaya yol açtı. 1 Ekim’de Bahçeli’nin DEM milletvekilleriyle tokalaşmasıyla başlatılan yeni süreç öncesinde Kürtlerin PKK’ya karşı duygularını belirleyen parametreler şöyleydi:
1) Kürtler -AB üyeliği ihtimalinden kaynaklanan- 2004’tekine benzer bir iyimserliğe sahip olmadıkları için PKK’dan uzaklaşmaya hazır değildi, 2) Fakat o günlerden farklı olarak, 2015-2016’da savaşı şehirlere taşıdığı için PKK’ya da öfke duyuyorlardı, 3) Yine de, “süpürme” vb kelimelerle ifade edilen “PKK’yı bire kadar kırma” hedefine kesinlikle karşıydılar, 4) Türkiye artık 2004’teki, istikbalinde AB üyeliği görülen bir Türkiye olmadığı, ilaveten o günlerdekinin tersine kendilerine karşı açık bir bastırma siyaseti yürüttüğü için devlete de güven duymuyorlardı.
Bakalım başlatılan yeni süreç Kürtlerin PKK’ya ve devlete bakışını nasıl şekillendirecek?
Serbestiyet
BASINDAN