Türkçe | Kurdî    yazarlar
Çetin Çeko: “Kürdistan Ulusal Konferansı'nı bir gereklilik olarak görüyorum”

2025-05-02

Son bir yılda Ortadoğu’da yaşanan baş döndürücü gelişmeleri, İran’ın yaşadığı derin yenilgiyi, Esad rejiminin yıkılmasını, Rojava’da Kürtlerin karşı karşıya bulunduğu risk ve fırsatları, Kürdistan’ın dört parçasında Kürtleri bekleyen tarihi görevleri; bütün bu can alıcı konuları bölgeyi yakından izleyen değerli yazar Çetin Çeko ile konuştuk. Sorduğumuz sorulara verdiği yanıtların sürecin doğru anlaşmasına katkıda bulunacağına inanarak kendisiyle yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.

Deng Dergisi

-7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın İsrail’e gerçekleştirdiği saldırı sonrası yaşanan gelişmelerden hareketle Ortadoğu’da yeni bir siyasi denklemin, yeni bir düzenin kuruluşundan söz edilmektedir. Siz bu görüşe katılır mısınız, eğer yeni bir düzenden söz edilecekse bu düzenin parametreleri hakkında ne dersiniz?

Bu görüşe ben de katılıyorum. Hamas'ın 7 Ekim 2023'de İsrail'e saldırısı sonrası ortaya çıkan tablo, Ortadoğu'nun siyasi manzarasında önemli değişimlere neden oluyor ve yeni bir bölgesel düzenin şekillenmesine zemin hazırlıyor. Henüz bu yeni düzenin kesin parametrelerini belirlemek için erken olsa da bazı belirgin gelişmeler bölgedeki dinamiklerde köklü bir değişimi işaret ediyor. 

Bu yeni düzenin olası parametrelerinin başında İsrail'in güvenliği ve kaygıları yer alıyor. İsrail'in güvenliği, bölgedeki yeni ittifakların ve güvenlik mimarisinin merkezinde olacaktır. Buna ek olarak, bölgesel güç dengeleri yeniden şekillenirken, yeni ittifaklar ve iş birlikleri ortaya çıkabilir. Bu durum, geleneksel düşmanlıkların ve dostlukların yeniden tanımlanmasına yol açabilir.

Filistin-İsrail çatışmasının çözümü için yeni yaklaşımlar ve arayışlar gündeme gelebilir ve mevcut çözüm modellerinin etkinliği sorgulanabilir. İran'ın bölgedeki etkisi, nüfuzu ve ittifakları bu yeni dönemde önemli ölçüde aleyhine değişmeye devam edebilir.

Suriye'deki rejim değişikliğinin etkileri ve olası siyasi çözümler, bölgedeki genel dengeyi etkileyecektir. ABD, Rusya, Çin ve Avrupa Birliği gibi uluslararası aktörler ile Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır gibi bölgesel aktörlerin bölgedeki pozisyonları ve etkileri yeniden formatlanabilir.

Kürtlerin bölgede yeni kazanımlar elde etme ve mevcut kazanımlarını koruma ve artırma çabaları, yeni düzenin önemli bir parçası olabilir. Bu açıdan Kürtlerin siyasi ve askeri gücü, bölgesel dinamikleri etkileyebilir. Son olarak, bölgedeki enerji kaynakları üzerindeki kontrol ve ekonomik iş birlikleri, yeni düzenin önemli unsurları arasındadır. Bu nedenle enerji koridorları ve ticaret yolları üzerindeki rekabet de artabilir.

-7 Ekim Hamas saldırısı sonrası sürecin en belirgin sonuçlarından birisi İran’ın bölgedeki etkinliğini yitirmesi, kendine bağlı vekil güçlerin kaybetmesi ve kabuğuna çekilmesi oldu.  İran’ın yaşadığı söz konusu yenilgiyi Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi ve Kürt sorunu bakımından sonuçlarını nasıl değerlendirirsiniz?

7 Ekim 2023 Hamas'ın saldırısının ardından İran'ın yaşadığı yenilgi, Ortadoğu'yu önemli ölçüde yeniden şekillendirecektir. İran'ın bölgesel nüfuzu ve "direniş ekseni" diye adlandırdığı cephe zayıflatılmıştır. Bu, birkaç önemli sonuca yol açabilir.

İran'ın kilit vekilleri Hamas, Hizbullah ve Husiler ciddi şekilde darbe yediler. Özellikle Hamas ve Hizbullah'ın lider kadroları İsrail tarafından ortadan kaldırıldı. Hamas-İsrail savaşında yaklaşık 46 bin kişi hayatını kaybetti. Bu rakamın içinde 18 bini Hamas savaşçısıydı. İran'ın bölgesel hırslarını destekleyen Hizbullah ve Husilerin ise kabiliyetleri sınırlandı neredeyse sıfıra indirgendi.

İran'ın etkisinin zayıflaması, Suriye'deki Beşar Esad rejiminin düşmesine katkıda bulundu ve İran'ı ülkeden çekilmeye zorladı. Bu, bölgesel güç dengelerini önemli ölçüde değiştirdi ve Rusya da Suriye’deki stratejik pozisyonunu kaybetti. İran bölgesel "ileri savunma” stratejisini ve nükleer programını yeniden gözden geçirmek zorunda. Ayrıca İran’da olası bir rejim değişikliği de ihtimaller dahilindedir. 

İran'ın geri çekilmesinin bıraktığı güç boşluğu, diğer bölgesel aktörlerin nüfuz kazanmasına olanak sağlayabilir. Türkiye, Mısır ve Körfez ülkeleri artan bölgesel rollerle ortaya çıkabilir. İsrail de geçmişe göre bölgede daha iddialı hale gelerek konumunu güçlendirecektir.

İlk sorunuzun cevabında belirttiğim üzere, bölgedeki son gelişmeler ve jeopolitik değişimler İsrail’in güvenliğini birinci sıraya çekmiştir. İsrail, kendi bölgesel güvenliği açısından Kürtleri doğal müttefik olarak gördüğünü defalarca deklare etti. Bu İran'ın yenilgisi ve Suriye’de rejim değişikliği ardından Ortadoğu'nun yeniden şekillenmesi, Kürtlerin ulusal demokratik kazanımlar elde etme ve var olan kazanımlarını ilerletmelerini potansiyel olarak etkileyebilir.

Rejimlerin el değiştirmesi ve yeni etkili aktörlerin ortaya çıkması, dört parçadaki Kürtler için fırsatlar yaratabilir. Sonuç olarak, İran'ın zayıflaması veya olası rejim değişikliği, Ortadoğu jeopolitiğinin önemli ölçüde yeniden yapılandırılmasına yol açabilir ve bölgesel istikrar ve güç dengesi için geniş kapsamlı sonuçlar doğurabilir. Kürt meselesi üzerindeki etkileri de dahil olmak üzere bu değişimin kısa ve uzun vadeli etkileri kesin kes olacaktır. 

-Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasından sonra HTŞ gibi IŞİD kökenli bir cihadist örgütün Şam’ı ele geçirmesine izin verilmesini neye yorumluyorsunuz, ABD başta olmak üzere batılı ülkelerin HTŞ’ye ilişkin hesapları hakkındaki değerlendirmeniz…?

Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) gibi IŞİD kökenli bir cihatçı örgütün Şam'ı ele geçirmesi ihtimali üzerine çeşitli senaryolar ortaya atılıyor. Bu senaryoların en dikkat çekici olanlarından biri, İngiltere'nin Beşar Esad rejimini devirmek amacıyla HTŞ'ye destek verdiği iddiasıdır. Türkiye’yi saymazsak, HTŞ'nin yükselişinde İngiltere'nin yanı sıra başka devletlerin de rol oynadığı ileri öne sürülüyor. Ancak, bu iddiaları kesin olarak doğrulayacak somut kanıtlar henüz bulunmuyor.

Öte yandan Körfez ülkeleri, Beşar Esad’a İran ile olan ilişkilerini sonlandırması karşılığında bazı teklifler sundukları biliniyor. Benzer şekilde, ABD'den de Beşar Esad'ın Tahran ile bağlarını koparması durumunda Washington'ın Suriye'ye uyguladığı yaptırımları kademeli olarak hafifletmesi talebinde bulunmuşlardı. Suriye'nin Arap Birliği'ne 12 yıl aradan sonra yeniden kabul edilmesi, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Esad ile yüz yüze görüşme çağrılarını yinelemesi ve Rusya'nın Şam'ı bu yönde ikna etme çabaları, hala Esad rejiminin ayakta kalmasına ve dönüşüme uğramasına yönelik girişimlerdi.

Ayrıca, Hamas, Hizbullah ve İran'ın İsrail ile olan mücadelesinde, Beşar Esad bu savaşa müdahil olmadı ve kaçındı. İsrail, Suriye'de Hizbullah ve İran'ın vekil güçleri ile onların askeri lojistik tesislerini hedef aldı. Yani İsrail'in de Beşar Esad'ın doğrudan devrilmesini isteyen bir saldırısı ve hedefi olmadı. Çünkü Esad'a alternatif bir aktör ortada yoktu ve Kudüs, Esad'ı çok yakından tanıyordu. Bu açıdan, Körfez ülkelerinin Beşar Esad'ı İran'dan koparma girişimine İsrail'in de bir itirazı yoktu.

HTŞ, uzun süredir Türkiye'nin kontrolü altındaki bölgeleri genişletmek, özellikle de Halep'i ele geçirmek için Ankara üzerinde baskı uygulamaktaydı. Türkiye başlangıçta HTŞ'yi frenlemeye çalışsa da nihayetinde Halep'e doğru ilerlemesine yeşil ışık yaktı. Ancak Ankara, bu ilerlemenin sorumluluğunu hiçbir zaman açıkça üstlenmedi. HTŞ, Halep'i Suriye ordusunun kayda değer bir direnişiyle karşılaşmadan ele geçirdi. Suriye ordusunun beklenenden düşük direnci karşısında HTŞ, Humus'a ve ardından Şam'a doğru ilerledi. Bu hızlı ilerlemenin HTŞ'yi de şaşırttığı düşünülüyor. Aynı şekilde, Ankara, Kudüs, Washington, Moskova ve Tahran'ın da bu denli hızlı bir gelişmeyi öngörmediği tahmin ediliyor.  Beşar Esad, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi gibi Ortadoğu’nun otoriter liderleri arasında yer alsa da onlardan farklı olarak rejim değişikliğini hayatıyla ödemedi. Ancak, reformlara karşı gösterdiği direnç ve muhalefetin taleplerine kulak tıkaması, sonunda iktidarını Saddam ve Kaddafi gibi kaybetmesine yol açtı. Suriye’de rejimin nasıl düştüğü sorusu, şimdilik ‘muamma’ olsa da cevabını yakın gelecekte hep birlikte öğreneceğiz.

Suriye iç savaşının fitilinin ateşlendiği 2011 yılından bu yana, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere uluslararası toplum, Beşar Esad rejimine karşı etkin ve sürdürülebilir bir alternatif aktör bulmakta zorlandı. Batı ile diyalog kurabilen ve ortak bir zeminde buluşabilen yegâne muhalif unsur, Kürtler ve onlarla birlikte hareket eden az sayıda Arap, Süryani ve benzer gruplar oldular. Ancak, Kürtlerin askeri kapasitesi ve coğrafi konumu, Şam'a kadar ilerlemelerini ve iktidarı ele geçirmelerini mümkün kılmadı. Ayrıca Kürtlerin, hiçbir zaman rejimi devirme değil, reform etme hedefleri oldu. Heyet Tahrir el-Şam'ın (HTŞ), belirttiğim nedenlerle rejimi devirmesiyle, Şam'da fiili kontrolü elinde bulunduran aktör de onlar oldular.

HTŞ, her ne kadar Şam’ı ele geçiren güç olsa da tam anlamıyla ‘güçlü’ bir aktör olarak nitelendirilemez. Uluslararası alanda meşruiyet kazanabilmek için, uluslararası toplumun, özellikle de Batı'nın beklenti ve taleplerini dikkate alma ve bunlara uyum sağlamaya zorlanıyor. ABD ve müttefikleri, cihatçı bir geçmişe sahip olan bu örgütü meşrulaştırmanın beraberinde getireceği risklerin farkındalar ve bu nedenle HTŞ'yi yakından markaja alarak, özellikle Türkiye ve Katar gibi ülkelerle arasına mesafe koymaya çalışıyorlar. Bu durum, Batı'nın ve İsrail'in Suriye'nin bölgede ikinci bir İran olmasına yönelik endişelerini de yansıtıyor. 

HTŞ'nin farklı kesimlere yönelik uzlaşmacı ve ılımlı söylemleri, akıllara 1979 İran Devrimi sonrası dönemi getiriyor. Ayetullah Humeyni de devrimin ilk aşamalarında muhaliflere ve Batı'ya benzer olumlu mesajlar vermişti. Ancak, zamanla bu söylemler değişti ve İran farklı bir yöne evirildi. "Dur ayağım yer ede, gör başına ne gele" özdeyişi, bu durumu özetliyor. Uluslararası toplum, özellikle de İsrail, HTŞ'nin bu stratejisinin farkındalar. Bu nedenle İsrail, Suriye'nin askeri alanda güçlenmesini engellemek amacıyla, başından beri Suriye'nin askeri tesis ve savunma sistemlerine yönelik saldırılarını ve işgal eylemlerini sürdürüyor.

-Mevcut kaotik ve belirsiz durumdan yola çıkarak yeni bir Suriye’nin kuruluşuna ilişkin öngörülerinizi ve bu durumun Suriye’de Kürt meselesinin çözümü bakımından sunduğu risk ve fırsatları kısaca ifade edebilir misiniz?

Yeni bir Suriye inşasını uzun, zorlu ve karmaşık bir süreç olarak öngörebiliriz. Bu süreç, barındırdığı riskler ve sunduğu fırsatlarla iç içe geçmiş durumda. "Yeni Suriye", Kürt sorununun çözümü için, daha fazla özerklik veya federalizm gibi seçenekleri gündeme getirme potansiyeli taşıyor. Ancak bu durum, artan çatışma ve istikrarsızlık gibi riskleri de beraberinde getiriyor.

Ankara'nın, Kürtlerin Suriye'de özerk bir statü kazanmasını veya yönetimde söz sahibi olmasını engellemek amacıyla askeri operasyonlarını sürdürmesi ve bölgedeki siyasi süreçlere müdahale etmesi, Kürtler için en büyük risklerden birini oluşturuyor. Bu müdahaleler, bölgedeki çatışmaları tırmandırabilir ve Suriye'deki iç savaşın devam etmesine zemin hazırlayabilir. Ankara'nın, başta ABD olmak üzere uluslararası toplumun tepkisine rağmen bu politikayı sürdürüp sürdüremeyeceği önemli bir soru işaretidir. Türkiye'nin kendi Kürt sorununa henüz bir çözüm bulamamış olması, uluslararası toplumla karşı karşıya gelme riskini göze alabileceği anlamına geliyor. Bu bağlamda, Türkiye, Kürtlerin Suriye'de kalıcı bir statü elde etmesini engellemek için uluslararası toplumun olası siyasi, ekonomik ve askeri yaptırımlarına rağmen Rojava'daki askeri operasyonlarını ve işgalini sürdürebilir.

Bir diğer risk ise, Kürtler arası diyalogun yetersiz kalması ve siyasi birlikteliğin sağlanamamasıdır. Bu durum, Kürtlerin Şam yönetimi karşısındaki konumunu zayıflatırken, meşruiyetlerini de tartışmaya açabilir.

Ancak bu risklerin gerçekleşmemesi durumunda önemli fırsatlar da ortaya çıkabilir. En önemlisi, Rojava'daki mevcut durum ve bölgedeki jeopolitik değişimler, Ankara'nın kendi Kürt sorununa yönelik adım atmasına vesile olabilir. Bu bağlamda, bazı çevrelerin dile getirdiği PKK lideri Abdullah Öcalan ile başlatılan diyalogun amacının bu olduğu tezi umarım böyledir.

Öte yandan uluslararası toplumun Türkiye'nin Rojava'ya yönelik saldırılarını ve işgalini engellemesi ve Kürtler arasında siyasi birlikteliğin sağlanarak Şam ile yapılacak müzakerelerde tüm Kürtlerin temsil edilmesi, bu fırsatların başında geliyor. Bu senaryolar, Suriye'de daha istikrarlı ve kapsayıcı bir geleceğin önünü açabilir.

-ABD ve Fransa’nın Suriye’de Kürtlerin birliği konusunda yoğun bir mesai harcadıkları biliniyor. Öte yandan Almanya, İngiltere vb bütün ülkelerin Suriye’nin kuruluşunda Kürtlerin yer almasına üst perdeden yaptığı vurguyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belirttiğiniz gibi ABD ve Fransa, Suriye'deki başlıca Kürt siyasi yapıları olan Demokratik Toplum Hareketi (TEV-DEM) ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) arasında birliğin sağlanması için aktif çaba gösteriyorlar. Bu çabanın temel gerekçeleri arasında bölgenin istikrara kavuşturulması, cihatçı gruplara karşı ortak bir cephe oluşturulması, "yeni" Suriye'nin inşasında Kürtlerin temsilinin güvence altına alınması ve en önemlisi de Türkiye'ye karşı bir denge unsuru oluşturulması yer alıyor.

Türkiye, Demokratik Birlik Partisi'nin (PYD) de içinde yer aldığı TEV-DEM'i, PKK'nin bir uzantısı olarak gördüğü gerekçesiyle, Suriye iç savaşının uluslararası çözüm platformları olan Cenevre, Astana ve Soçi gibi toplantılarda temsilini engelledi. Buna karşılık, ENKS'nin bu platformlarda temsil edilmesine kısmen izin verdi. Bu yaklaşım, Ankara'nın uluslararası kamuoyuna Kürt karşıtı bir siyaset izlemediği yönünde bir imaj verme çabasıydı. Ancak ENKS, Rojava Kürdistanı'ndaki sosyolojik gerçekliğin tamamını temsil etmemektedir. Bu nedenle, uluslararası toplum, Rojava'da sahadaki sosyolojik gerçekliğe uygun, demokratik ve çok sesli bir Kürt temsilinin ortaya çıkarılması için Kürtlerin siyasi birliklerini güçlendirmelerine ve Şam yönetimiyle müzakerelerde ortak bir tutum sergilemelerine önem veriyor. Bu durum hem uluslararası toplumun hem de Kürtlerin Ankara ve Şam karşısında müzakere pozisyonlarını güçlendirecek stratejik bir zorunluluktur.

Avrupa'nın, özellikle Almanya ve İtalya'nın Suriye konusunda aktif olmasının önemli nedenlerinden biri de mülteci sorunudur. Çeşitli Avrupa ülkelerinde yaklaşık bir milyon Suriyeli mültecinin yaşadığı tahmin ediliyor. Sadece Almanya'da 700 bin civarında Suriyeli mülteci bulunuyor. Mülteci sayısındaki artışın, Avrupa'daki siyasi yapının aşırı sağcı popülist partiler lehine kaymasında önemli bir rolü oldu. Özellikle konut, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin artan mülteci sayısı karşısında yetersiz kalması ve bazı suç oranlarının göçmenler arasında yüksek seyretmesi, aşırı sağcı partilerin yükselişine, hatta bazı durumlarda iktidara gelmelerine yol açan önemli faktörler arasında yer alıyor. Bu durum, toplumda göçmenlere yönelik önyargıları ve sosyal gerilimleri artırarak, popülist politikaların zemin bulmasına neden oluyor. Bu bağlamda, Avrupa'daki yabancı düşmanlığı üzerinden yükselen ırkçı ve popülist hareketlerin etkisini azaltmak için Suriye'de kalıcı ve demokratik bir çözümün hayata geçirilmesi Avrupa için büyük önem taşımaktadır.

-20 Ocak’ta Amerika’da başkanlığı üstlenecek Trump yönetiminin Ortadoğu ve Kürt meselesiyle ilgili olarak bugünden farklı radikal bir politika değişikliğine gitmesi olasılığı hakkında ne dersiniz?

7 Ekim 2023 Hamas-İsrail savaşı ardından bölgedeki jeopolitik dengeler önemli ölçüde değişti. ABD'nin ve yeni Başkanı Donald Trump'ın bu yeni duruma uygun siyasi, askeri ve ekonomik politikalar belirlemesi gerekiyor. ABD'nin Ortadoğu siyaseti iki temel üzerine şekillenmiştir: İran'ın yayılmacı ve saldırgan politikalarına karşı İsrail ve Körfez ülkelerinin güvenliğinin sağlanması.

2014'ten bu yana ABD'nin Ortadoğu siyasetinde eksen kayması meydana gelmiştir. Bunlardan en önemlisi, dönemin Demokrat Parti Başkanı Barack Obama'nın 2015'te imzaladığı İran Nükleer Anlaşması'dır. Bu anlaşma, İran'ın nükleer programını sınırlandırmayı ve karşılığında ülkeye uygulanan ekonomik yaptırımları kaldırmayı amaçlıyordu. Ancak 2018'de Donald Trump, anlaşmanın zayıf olduğunu ve İran'ın balistik füze programını kapsamadığını öne sürerek ABD'yi anlaşmadan çekti.

Bu süreçte İran'ın Irak'taki nüfuzu arttı. Hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler, İran'ın Irak'taki etkisinin artmasına ciddi anlamda müdahale etmediler. 2017 Kürdistan Bağımsızlık Referandumu sonrası İran yanlısı Iraklı milislerin Kürdistan'a saldırılarına ABD göz yumdu. Trump'ın ilk başkanlık döneminde Kürtler, Güney ve Rojava Kürdistanı'nda toprak kaybettiler. Kürdistan petrolünün uluslararası pazarlara satışı Kürdistan Bölgesi Yönetimi'nin elinden alındı. ABD isteseydi bunları engelleyebilirdi.

Şimdi İsrail'in güvenliğinin merkezde olduğu bir Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesi söz konusu. Bu bağlamda Kürtlerin pozisyonu ve rolleri önem kazanıyor. Trump'ın kabinesindeki izolasyonist kanat ile Irak ve Afganistan'da gibi büyük çaplı kara operasyonları yapmadan, yerel devlet ve devlet dışı güçlerle ortaklık kurarak ABD'nin Ortadoğu'da aktif olmasını isteyen kesim arasında bilek güreşi olacaktır. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz, Birleşmiş Milletler Büyükelçisi Elise Stefanik gibi isimler ABD'nin Irak ve Suriye'den askerlerini çekmesine ve Türkiye’nin Kürdistan’a yönelik askeri harekatlarına karşı çıkan güçlü bir ekip var. Ortadoğu’daki konjonktür de onlardan yanadır. Ayrıca İsrail, kendi bölgesel güvenliği için Kürtlere daha fazla destek vermesi konusunda ABD'ye baskı yapacağı öngörülmektedir.

-16 Ocak’ta Sayın Mesud Barzani ile Mazlum Abdi’nin Hewler’de buluşmasının Suriye Kürtlerinin birliği ve geleceğine etkileri hakkında düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Mesud Barzani ile Mazlum Abdi arasındaki görüşme, Suriyeli Kürtler arasında birliğin güçlendirilmesi ve ortak zorlukların etkili bir şekilde ele alınması açısından umut vericidir. Birleşik bir cephe hem Şam’a hem de uluslararası paydaşlarla müzakerelerde Kürtlerin siyasi temsilini artırabilir. ABD ve Fransa gibi uluslararası aktörler, Rojava’daki Kürt birliğini bölgede istikrar sağlayan bir faktör olarak değerlendirmekte ve Türkiye’nin olası saldırı ve işgal planlarını boşa çıkaracak bir etken olarak görmektedir. Bu bağlamda, uluslararası destek çabalarının başarısı için Mesud Barzani ile Mazlum Abdi arasındaki görüşme bu açıdan da kritik bir rol oynamaktadır.

Geçmişte, Kürt birliği dış müdahaleler ve Kürtlerin dar grup çıkarlarına feda edildi. Kürt halkı, Mesud Barzani ile Mazlum Abdi'nin görüşmesi sonrasında Rojava Kürdistanı sokaklarına çıkarak, görüşmeyi coşkuyla kutladı. Sokaktaki bu sevincin karşılığını Kürdistanlı siyaset yapıcılar yerine getirmek zorundadır. Rojava’daki Kürt-Kürt birliği, kuşkusuz Kürdistan’ın diğer parçalarındaki sosyolojiyi de etkileyecektir.

-Yeni kurulacak Suriye’de Kürtlerin konumu ve elde edecekleri statü hakkındaki öngörülerinizi bizimle paylaşır mısınız? Güney Kürdistan’daki statü benzeri bir statü Rojava için beklenebilir mi?

Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi Yürütme Konseyi Üyesi ve Dışişleri sorumlusu İlham Ahmed, yeni Suriye’nin inşasında federal bir çözümden yana olduklarını ifade ediyor. Ancak PYD çevreleri federal modeli sesli bir şekilde dillendirmekten kaçınıyor; bunun yerine ademi merkeziyetçi, özerk bir yönetim modelini savunuyorlar. Bu talebin hayata geçirilebilmesi için modelin içeriği ve formatı netleştirilmeli ve coğrafi özerkliğe dayalı ademi merkeziyetçi taleplerin somut biçimde ortaya konması gerekiyor.

Buna karşılık, yeni Şam yönetimi defalarca ademi merkeziyetçi bir Suriye fikrini reddettiklerini dile getirdi. Bu tutumda Ankara’nın etkisi açıkça hissediliyor. Aynı şekilde HTŞ (Heyet Tahrir el-Şam) sözcüleri, Kürtlerin Suriye’nin bir bileşeni olduğunu kabul etseler de bu, Kürtlerin ulusal demokratik haklarının tanındığı anlamına gelmiyor. Yeni bir anayasa sürecinde, Kürtlerin yalnızca tanımlanması değil, aynı zamanda haklarının açıkça tanınması ve garanti altına alınması kritik öneme sahiptir. Dahası, bu sürece Kürtlerin yanı sıra diğer etnik, dini ve mezhepsel grupların da dahil edilmesi şarttır. Anayasanın uygulanabilirliğini sağlamak için ise uluslararası bir garantör mekanizmanın devreye girmesi, tarafların bu mekanizmanın kararlarına uyacaklarını taahhüt etmesi gereklidir.

Irak’ta Güney Kürtlerinin yaşadığı tecrübelerden Rojava Kürtleri ders çıkarmalıdır. Irak Anayasası’nda yer alan 140. madde, Kürdistan’dan koparılan bölgelerde referandum yapılmasını öngörse de Bağdat bu maddeyi bilinçli olarak uygulamamıştır. Eğer Erbil ile Bağdat arasında uluslararası bir garantör mekanizma bulunsaydı, Bağdat’ın anayasal ihlalleri bu kadar kolay gerçekleşemezdi.

Suriye’de Türkiye ile uluslararası toplum arasındaki gerilim yalnızca YPG’ye verilen askeri, ekonomik ve siyasi destekten kaynaklanmıyor. Aynı zamanda, yeni Suriye’nin siyasi ve idari yapısının nasıl şekilleneceği sorusu da bu gerilimde belirleyici bir rol oynuyor. Batı, etnik, dini ve mezhepsel grupların haklarının garanti altına alındığı ve bu grupların kendi coğrafyalarında kendi kendilerini yönettiği bir ademi merkeziyetçi modeli destekliyor. Ancak HTŞ, Türkiye’nin dayattığı merkezi bir idari sistemi benimseyeceklerini ifade ediyor. Bu model, devrilen Baas rejiminin bir tekrarıdır ve Kürtler, Aleviler, Dürziler ve Hristiyanlar tarafından kabul edilmesi mümkün değildir.

Suriye iç savaşını sonlandırmak için Cenevre, Astana ve Soçi gibi uluslararası girişimlerde ademi merkeziyetçi model, çözüm alternatifi olarak önerilmiştir. Uluslararası toplumun yeni Şam yönetiminden beklentisi de bu yöndedir. Ancak HTŞ’nin Türkiye’nin çizgisini takip etmeyi sürdürmesi, iç savaşın devamı anlamına gelir. Yeni Suriye’nin inşasında ademi merkeziyetçi bir modelin reddedilmesi, başta ABD ve İsrail olmak üzere uluslararası toplumun Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme projesinin çöküşü anlamına gelecektir.

Bu bağlamda, Kürtlerin ademi merkeziyetçi bir statüden kesinlikle geri adım atmaması büyük önem taşımaktadır. Bu statünün adı ister federasyon ister özerklik olsun, asıl mesele Suriye’nin mevcut siyasi sınırları içinde Kürtlerin kendi coğrafyalarını kendi iradeleriyle yönetebilmeleridir.

-16 Ocak 2025 tarihli Barzani Abdi görüşmesi sonrası Suriye Kürtlerinin yakınlaşma ihtimalinin artarak güçleneceğini varsaymak mümkün. Bu duruma karşı Türkiye’nin olası tepkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Geçtiğimiz günlerde kaleme aldığım bir yazımda, Mesud Barzani’nin arabuluculuğunda Demokratik Toplum Hareketi (TEVDEM) ile Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) arasında 2012 yılında imzalanan Erbil Anlaşması’na Ankara’nın sert tepkisinden bahsetmiştim. O dönem Ankara, Erbil Anlaşması’nın sorumlusu olarak doğrudan Güney Kürdistan yönetimini ve özellikle Mesud Barzani’yi hedef almıştı.

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, anlaşmaya ilişkin olarak şu açıklamayı yapmıştı: “Kuzey Suriye’de bir terör örgütünün kutuplaşmasına ve bunun ülkemiz için bir tehdit unsuru olmasına müsaade etmemiz söz konusu olamaz. Gerek silahlı kuvvetlerimiz gerek diğer ilgili birimlerimiz çalışmalarını sürdürüyor. Dışişleri Bakanım verdiğim talimatla Kuzey Irak’a gidip kararlılığımızı iletecektir. Ondan sonra sorumluluğun bizden çıktığını bilmelerini istiyoruz.”

Bu açıklamaların ardından dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 1 Ağustos 2012 tarihinde Erbil’de Mesud Barzani ile üç buçuk saat süren kritik bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşme sırasında Davutoğlu, Türkiye’nin PYD ve YPG konusundaki bilinen tezlerini yineledi. Ankara’ya dönüşünde ise şu dikkat çekici ifadeleri kullandı: “Bu gelişmelerin sorumlusu Barzani’dir. Çünkü Suriyeli Kürtlere imzalattığı Erbil Anlaşması’yla özerklik sürecinin temelleri atılmıştır.”

Ancak 16 Ocak’ta Mesud Barzani ile Mazlum Abdi arasında gerçekleşen görüşmeye dair 2012'dekine benzer resmi bir tepki Ankara'dan gelmedi. Bu sessizliğin birkaç nedeni olabilir. Bunlardan biri, PKK lideri Abdullah Öcalan ile başlatılan ve merkezinde Rojava Kürdistanı olan diyalog sürecinde, kamuoyunun bilgisi dışında, YPG ile Türk devleti arasında ABD ve Güney Kürdistan yönetiminin arabuluculuk yaptığı görüşmelerin bir parçası olabileceği ve Ankara’nın bu görüşmeden haberdar edildiği ihtimalidir.

Burada göz ardı edilmemesi gereken en önemli husus, Mesud Barzani’nin bu görüşmede herhangi bir merkezî gücün (Ankara, Tahran, Bağdat, Şam ya da Washington) hassasiyetlerini değil, Kürtlerin ulusal ve demokratik kazanımlarını koruyan bir anlayışla hareket etmiş olmasıdır. Zira hem 2012 Erbil Anlaşması hem de 2014 Duhok Anlaşması, Kürtlerin kazanımları için bir Kürt birliği oluşturmayı hedefliyordu.

Mesud Barzani ile Mazlum Abdi’nin görüşmesinden kısa bir süre önce, Kürdistan Bölgesi Başbakanı Mesrur Barzani’nin 7 Ocak’ta Ankara’ya yaptığı ziyaret de dikkat çekici bir gelişmeydi. Bu ziyaret sırasında, böyle bir görüşmenin gerçekleşeceğine dair Ankara’ya önceden bilgi verilmiş olabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. Bu durum, Ankara’nın şu anki “bekle ve gör” yaklaşımını benimsemesinin temel nedenlerinden biri olabilir.

-Türkiye hangi tavizler, koşullar ve güvenceler karşılığında Suriye’de Kürtlerin statüsüne razı edilebilir, Türkiye’nin bu konuda izleyeceği politika hakkında öngörünüz…?

Türkiye’ye verilecek bir taviz, uluslararası toplumun Rojava Kürtlerini yalnız bırakması anlamına gelir. Bu, ABD ve IŞİD’e karşı savaşan koalisyon güçlerinin bölgeden çekilerek, Türk ordusunun ve radikal cihatçı grupların Kürtlerin kontrolündeki bölgelere müdahale etmesine zemin hazırlamasıdır. Trump’ın böyle bir karar alma ihtimali yeni jeopolitik değişimlerden dolayı düşük görünse de bu olasılığın tamamen göz ardı edilmemesi gerekir.

İkinci bir olasılık ise, Türkiye’nin hem kendi sınırları içerisindeki hem de dışındaki Kürtler ve Kürdistan siyaseti konusunda tarihi, sosyolojik ve fiili gerçeklikleri kabul ederek adımlar atmasıdır. Türkiye, yıllardır “kırmızı çizgimiz” dediği Güney Kürdistan’la 2008’de diyalog başlatmıştı. Benzer bir sürecin Rojava Kürdistanı için de mümkün olduğu düşünülebilir.

Türkiye’nin böyle bir adıma yaklaşması, bir taviz olarak görülebileceği gibi Kürtlerle bir barışma hamlesi olarak da değerlendirilebilir. Ancak Türkiye, Kürt sorununu sürdürülebilir bir kriz çerçevesinde devam ettirdikçe yalnızlaşmakta, siyasi ve ekonomik güç kaybetmektedir. Muhtemelen Türkiye yetkilileri, Rojava Kürdistanı ve Suriye konusunda karar alırken yukarıdaki iki ihtimali de dikkate alarak hareket edeceklerdir.

-Esad rejiminin çöküşü ve İran’ın bölgesel denklemden çekilmeye zorlanmasıyla ortaya çıkan jeopolitik durumun Irak Kürdistan Bölgesi ve İran Kürtleri bakımından sonuçları hakkında görüşünüzü bizimle paylaşır mısınız?

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 27 Eylül 2024'te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda önemli bir konuşma yaptı. Konuşmasında, iki haritayı göstererek son derece dikkat çekici bir sunum gerçekleştirdi.

İlk haritada, İsrail ve Arap ortaklarının Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlayan bir kara köprüsü kurduklarını gösterdi. Bu köprü, Hint Okyanusu'ndan Akdeniz'e kadar uzanıyor ve iki milyar insanın yararına olacak şekilde demiryolları, enerji boru hatları ve fiber optik kabloların döşeneceği bir gelecek vizyonunu ortaya koyuyor. Netanyahu, projeyi bu yönüyle öne çıkardı. İkinci haritada ise Netanyahu, İsrail'in karşılaştığı tehditleri vurguladı. Bu tehditlerin, İran ve destekçileri tarafından Irak ve Suriye'den geldiğini belirtti.

Netanyahu’nun konuşmasından üç ay sonra İsrail, İran’a ağır darbeler indirdi ve bu nedenle Suriye’de Beşar Esad rejimi devrildi. Hamas-İsrail savaşında Iraklı milislerin İsrail’e füze saldırıları düzenlemesine rağmen, İsrail ciddi bir karşılık vermedi. Bunun nedeni, ABD’nin İsrail’i frenlemesi ve Washington’un Kudüs'e Bağdat üzerinde baskı yapacağı sözünü vermesi etkili oldu. ABD'nin, İran yanlısı Iraklı milis gücü Haşdi Şabi’nin dağıtılmasını Bağdat’tan istediği haberleri basına yansıdı. Ancak Bağdat bunu yalanladı. 

Irak, İran’ın en önemli stratejik destek bölgelerinden biridir. Tahran, uluslararası yaptırımları Irak üzerinden delerek nefes almaktadır ve ABD de bu durumu bilmektedir. İran, Irak’tan aldığı kaynakları ‘direniş ekseni’ dediği vekil güçlerine aktarıyor. Bu nedenle, yalnızca İran’ın askeri ve nükleer tesislerini vurmak yetmiyor. İran’ın Bağdat’taki nüfuzunu da azaltmak gerekiyor. İran’ın Irak’taki siyasi varlığını tamamen yok etmek mümkün olmasa da gücünü azaltmak mümkündür.

Trump yönetiminin İran ajandasında, İran-Irak ilişkileri önemli gündem maddelerinden biridir. Tahran’ın Bağdat üzerindeki nüfuzunun azalmasının, Bağdat’ın Güney Kürdistan’ın federal haklarına yönelik gasp eylemlerini de frenlemesi olasıdır. Güney Kürdistan’ın federal haklarının gaspı, Tahran’ın Irak’taki vekil güçleri tarafından uygulanan bir projedir.

Ayrıca, İran kendi topraklarından Güney Kürdistan’a yönelik füze saldırıları gerçekleştirdi. Bu saldırıların amacı, Kürdistan Bölgesi Yönetimi’nin ABD ve uluslararası koalisyon güçleriyle ilişkilerini sona erdirmek ve ABD’nin askeri varlığını Irak’tan çıkarmaktı. Günümüzde Erbil’in eli, düne nazaran bugün Tahran’a karşı daha da kuvvetlenmiştir. İran’ın Güney Kürdistan’a doğrudan bir saldırı düzenleme olasılığı oldukça düşüktür; böyle bir durumda karşılık göreceği açıktır.

Esad rejiminin çöküşü sonrası meydana gelen jeopolitik değişimler, İranlı Kürtlere ve tüm İran muhalefetine de yeni fırsatlar sunuyor. İsrail ve ABD'nin İran'da Irak benzeri bir rejim değişikliği planı olası değil. Bunun yerine, İran üzerindeki siyasi, ekonomik ve askeri yaptırımları artırarak, rejimi zayıflatmak ve muhalefeti desteklemek suretiyle, rejim değişikliği için uygun koşulları yaratma hedefleniyor.

İran'da Suriye'den farklı olarak seküler ve demokratik bir karaktere sahip, çeşitli muhalif gruplar bulunuyor. Kürtler bu muhalif cephede önemli bir yer tutuyor.  Ayrıca, 1979 İran Devrimi sonrasında Humeyni'nin muhalefeti baskı altına alması, İran muhalefetine önemli dersler ve deneyimler kazandırmıştır. Olası bir rejim değişikliğinde, 1979'dan çıkarılan bu derslerin dikkate alınacağını düşünüyorum. 

Doğu Kürdistan'ın siyasi haritasına bakacak olursak, Güney, Kuzey ve Rojava Kürdistanı ile kıyaslandığında, bir veya iki dominant siyasi aktörün kontrolü yoktur. Mevcut siyasi aktörlerin güç dengesi birbirine yakındır ki bu önemli bir avantajdır. Ayrıca, bu gruplar arasında birlik ve iş birliği çalışmaları sürüyor.  Doğu Kürdistanlı partiler, aralarında İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP), Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK), Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK), İran Kürdistanı Komala Partisi ve İran Komünist Partisi Kürdistan Örgütü'nün bulunduğu grupların çağrısıyla, 22 Ocak'ta Kürt kadın aktivistler Warisha Moradi ve Pashan Azizi'nin idamlarının durdurulması için genel greve gitme çağrısı yapmışlardı. Doğu Kürdistan halkının bu genel greve güçlü desteği, önemli bir işaret olarak görülebilir.

Sonuç olarak, Esad rejiminin çöküşü ve İran'ın azalan bölgesel etkisi, Irak ve İran'da Kürtlere yeni fırsatlar sunuyor. Irak Kürdistan Bölgesi ve İranlı Kürtler, bu yeni jeopolitik değişiklikleri dikkatli bir şekilde yöneterek, ulusal demokratik haklar elde etmeyi ve mevcut hakları ilerletmeyi sağlayabilirler.

-Son sorumuz şu; Bölgede dört parçadaki Kürtleri etkileyen önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Kürdistan Ulusal Kongresi ya da Konferansı’nın bir ihtiyaç haline gelip gelmediği konusunda düşünceniz…?

Değişen jeopolitik ve sahadaki gerçeklik, Kürdistanlı siyasi aktörleri bir Kürdistan Ulusal Kongresi veya Konferansı düzenlemeye zorunlu kılıyor. Bu mümkün olmazsa, en azından parçalar düzeyinde siyasi birlikler ve ortak temsil kurumlarının oluşturulması kaçınılmazdır.

Doğu ve Rojava Kürdistan'ında başlayan Kürtler arası diyalog ve iş birliği, bu anlamda önemli gelişmelerdir. Daha önce de belirttiğim gibi, Kürt halkı ve uluslararası toplumun Kürdistanlı siyasi hareketlerden beklentisi de budur. Ulusal demokratik hakları kazanmak ve bölgesel istikrarı sağlamak için Kürdistanlı siyasi aktörlerin güven vermesi gerekiyor. Bunun ilk adımı, ortak bir duruş sergilemek, yetki ve güç paylaşımında grup çıkarlarını değil, Kürdistan'ın çıkarlarını gözetmek ve temsilde birliktir.

Böylesi birleşik bir Kürt temsili, Ortadoğu'da önemli bir siyasi aktör haline gelebilir ve potansiyel olarak ittifakları ve güç dengelerini bugünkünden daha fazla etkileyebilir ve değiştirebilir. Bu durum, bölgesel güçleri Kürtlere saldırı ve baskı yerine diyalog kurmaya zorlayabilir. Ayrıca, Türkiye ve İran gibi bölgesel güçlerin bir Kürt siyasi gücünü diğerine karşı kullanma potansiyelini azaltabilir. Kürdistanlı siyasi güçlerin Batılı müttefiklerle olan ilişkilerini daha da geliştirebilir ve uluslararası kurumlarda temsil ve meşruiyet edilmelerini sağlayabilir.

Tüm bu nedenlerden dolayı, Kürdistan Ulusal Kongresi veya Konferansı'nı bir gereklilik olarak görüyorum. Umarım bu yönde adımlar atılır ve bu önemli hedef gerçekleşir.

-Değerli cevaplarınız ve değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ederiz.

Görüşlerimi okuyucularınızla paylaşma fırsatı yarattığınız için ben teşekkür ederim

Deng Dergisi, sayı 135

KÜRDISTAN