14.09.2023
Berrin Sönmez
Günümüzde hâlâ “Türkiye İran ya da Afganistan olmaz” ön kabulü çok yaygın. Aile hukukunu “sil baştan” yazacak kadar gözünü karartmış bir iktidarın kadınların haklarını yok etme girişimi bile pek çok kadına tehlikenin yakınlığını göstermek için yeterli olmuyor.
Bir yıl oldu. Oysa bir an için, öldürülmesi daha dün gibi geliyor. Bir başka anda ise üzerinden çok yıllar geçmiş hissi yaşatıyor. Mahsa Jina Amini, 22 yaşında İranlı bir Kürt kadın. Hep 22 yaşında kalacak. Ve 22 yaşındaki bu genç kadın, İran’ı ayağa kaldırdı. Dünyayı salladı. Türkiye’de ise özellikle kadınları titretti. Çünkü şairin “Mücrim gibi titrerim baktıkça istikbalime” dizesi bizde somut gerçekliğe dönüşüyor. Pek çoğu kağıt üstünde kalan haklarımızın, o yasa maddelerinden bile silinmek istendiği günlerde gelmişti Mahsa’nın acı haberi. Cenaze evinde herkesin kendi ölüsüne ağladığı söylenir ya biz de Mahsa için üzülür, İran devlet şiddetini protesto ederken yakın gelecekte benzer duruma düşme ihtimalimize de yandık.
Ölümünün birinci yıldönümünde Mahsa Jina Amini’yi anarken kadın hakları ve özgürlükler açısından korktuğumuz gelecek daha yakın. Mahsa’yı anmak ve İranlı kadınlarla dayanışmak isteği haklarımızı korumak çabasıyla iç içe geçmiş olduğu için bir yanıyla suçluluk hissettiriyor. Duygu karmaşası ve zaman kavramının yitimi tarihsel nedenlere de bağlı elbette. Binlerce yıldır kadın bedenini savaş alanına çeviren erkek egemenliğinin bugüne iz düşümü Mahsa’nın öldürülmesi. Kadın bilincinde derin yarıklar, kapanmayan yaralar oluşturmuş bulunan ikinci cinsiyet konumu, kadının insan hakları hukukundaki gelişmelere rağmen hemen yanılıverecek gibi diri görünüyor.
Mahsa öldükten sonra pek çok feminist gibi tekrar okuduğum kitaplardan birisi Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale 1985) olmuştu. İlk yayım tarihini dikkate alarak, yazarın, İran İslam Devrimi ve sonrasında kadınlara getirilen hicap zorunluluğu nedeniyle kadın haklarının ataerki karşısında hâlâ ne kadar kırılgan olduğunu göstermek istediği söylenebilir. Dünyanın her yerinde on binlerce yıllık hafıza hâlâ canlı. İkincilleştirilmiş olma halinin yarattığı karanlık geçmişin gölgesi hâlâ kadın bilincini kovalıyor. Her toplumun dokusu, siyasal ortamı, kültürü farklı olsa da erkek egemenliğine dayalı rejimler üretme potansiyeli hâlâ mevcut. Özellikle Müslüman ülkeler için Türkiye, İran, Afganistan örneklerinin gösterdiği üzere modernleşme süreçleri ne kadar kırılgansa kadın hakları da o ölçekte kırılgan.
Tüm kadınların hakları tehlikede olduğu halde ne yazık ki sadece feministler bu gerçeği ilk görenler oluyor. Mitolojide yeryüzüne tüm kötülüklerin Pandoranın kutusundan saçılması gibi tek tanrılı dinler de Havva ile başlatır kadını kötücül göstermeye. Şeytanlaştırılan, Ademin kaburga kemiğine indirgenen, eksik, yarım bulunan kadınların ikincilleştirilme hikayesi pagan kültürlerden İlahi dinlere değin birbirini izleyerek devam eder. Modern zamanlarda ise kadın değil ama kadın hakları savunucuları şeytanlaştırılır. Böylelikle feministlerin dikkat çektiği tehlikeler tüm kadınlar tarafından tehlike olarak algılanmakta zorlanır. Nitekim günümüzde hâlâ “Türkiye İran ya da Afganistan olmaz” ön kabulü çok yaygın. Aile hukukunu “sil baştan” yazacak kadar gözünü karartmış bir iktidarın kadınların haklarını yok etme girişimi bile pek çok kadına tehlikenin yakınlığını göstermek için yeterli olmuyor.
Sadece feministler değil tabii ki Müslüman dünyanın az sayıdaki düşünürü de yıllar öncesinden bugünlerin geleceğini görmüş ve tarihsel nedenleriyle açıklamıştı. Örneğin 2018 yılında ölen İranlı düşünür Daryuş Şayegan'ın, ölümünden kısa süre önce, İran siyasetinde yaşanan bir reform ümidi sonrası ülkesine geri dönerken ilginç bir Türkiye yorumu yaptığını duymuş ya da okumuştum ki: “Çıkmakta olduğumuz karanlık tünele şimdi siz giriyorsunuz.” (Bu tespitin kaynağını şu an bulamadığım için üzgünüm)
Diğer taraftan Gazete Duvar’da yayımlanan bir anma yazısında Veysel Başçı, görüşmeleri ve röportajlarından aktarımlarla, Şayegan’ın Türkiye yorumlarına yer vermişti. Türkiye’de en çok okunan kitaplarından Yaralı Bilinç üzerinden aşina olduğumuz görüşlerine ilişkin yazarın sözlerinden bazılarının yer aldığı yazıyı kısa bir alıntıyla buraya bırakmakta fayda var. “Şayegan, Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan gibi Müslüman ülkelerin taktiksel hamlelerini artık bir dış politika olarak değil, Yaralı Bilinç ’in alt başlığı olan kültürel bir şizofreni olarak algılamak gerektiği kanısındaydı.”
Müslüman toplumlarda hüküm sürmekte olan o yaralı bilinç, o şizofreni, modernite karşısında kendini savunma ihtiyacı duydu ve bu ihtiyacı her daim kadın bedeninden elini çekmeyen devlet aklı üreterek gerçekleştirmeye çalıştı. İran’da Mahsa Jina Amini İrşad Devriyeleri tarafından darp edilerek gözaltına alındı. 13 Eylül günü gerçekleşen darp ve gözaltı sonrası 16 Eylül’de öldüğü ailesine duyuruldu resmi makamlar tarafından. Olay Tahran’da yaşanmıştı. Hicap kuralları İran’da hayli belirsiz ve kişilere, siyasal ortama, bölgelere göre sınırların belirsizlikler artıyor. Başka bir şehirde benzer tepki görmeyebilirdi örneğin.
İnsan hayatının, kadınlara yönelik örtünme dayatmasının, devlet görevlilerinin keyfiyetine terk edildiği bir düzen, sadece İran’a mahsus değil. Günümüz dünyasında otoriter yönetim altındaki bütün Müslümanlar için vakayı adiyeden diyebiliriz. Farklı gerekçelerle ülkemizde de benzer durumlar yaşanabiliyor malum. Tek farkla ki şimdilik ülkemizde yasal düzenlemeler dini referanslara dayalı değil ve bu sayede bizler, ataerkinin emrindeki geleneksel din yorumlarına dayalı katı kuralları sadece bir tehdit olarak yaşıyoruz. Zamanında bu tehdidi önlemek mümkün olmaz ve laiklik ilkesi hepten uygulamadan kalkarsa kolaylıkla benzer duruma düşeceğimizin farkındayız. Yeni yasama yılının başlayacağı Ekim ayında iktidarın planlarını durdurmak üzerine yazmamın nedenlerinin başında bu korkunç ihtimal geliyor. Ki böyle bir ihtimal gerçekleşir, Medeni Yasa, aile hukuku laik hukuk kapsamından çıkarılır veya şimdikinden çok daha fazla aşındırılırsa, baskıları sadece örtülü olmayan kadınlar yaşamayacak. Nitekim Mahsa da örtüsüz değildi. Zamana ve mekana göre esneyebilen kurallardaki belirsizlik nedeniyle öldürüldü devlet görevlileri tarafından. Çünkü dini hukukun modern çağlara uyarlanması, güncellenmediği yüzlerce yıllık açık fark nedeniyle mümkün değil.
Toplumsal ve sayısal konularda olduğu gibi hukuk metinlerinde ve hükümlerde de İslam dünyası somut kriterler belirleyemedi. Keyfiyetin hâkim oluşu biraz da bu nedenlere dayanıyor. Yani bizim başımıza gelirse İsmail ağacı ayrı hüküm verir, Cübbeli destekçisi başka bir hüküm kurar, Şen ocakçısı bambaşka bir ceza keser. Devlet mi dediniz? Devletin dini olursa adaleti olmaz, yıllardır yaşamakta olduğumuz da bundan başka bir şey değil. Korktuğumuz, yasa maddelerinin değişmesiyle kendimizi koruyacak tüm dayanaklarımızı yitirmek. Neyse ki bugünü bir iyi haberle tamamladık. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) hakkında açılan kapatma davası ret edildi. Hiçbir somut dayanağı olmayan dava dosyası için verilebilecek tek kararın aylar sonra gelmesi, kadın karşıtlığının yargı üzerindeki etkisini göstermesi bakımından çok önemliydi. Kadın karşıtlığını durdurmak anlamına gelmese de şimdilik derin bir soluk almayı hak ettik bu kararla.
Duvar
- Türkiye'de son yedi yılda 'şüpheli kadın ölümleri' yüzde 82 arttı
- “AKP ve MHP’nin LGBTİ+ nefreti bizleri öldürüyor"
- Yılın ilk dokuz ayında 278 kadın, erkekler tarafından öldürüldü
- 24 saatte 4 kadın öldürüldü
- Almanya'da kadın cinayetleri: Hükümete acil eylem çağrısı
- LGBTİ+ karşıtı yasa parlamentodan geçti, bir gün sonra ünlü trans kadın öldürüldü
- Rugiatu Neneh Turay kadın sünnetine karşı savaşını anlattı: Geri adım yok
- Engelli çocuğu istismar eden üç bekçiye dava açıldı
- Erkekler Ağustos’ta 27 kadını öldürdü
- Afganistan'da hamile kadınlar doğumu ölüm korkusuyla bekliyor