Türkçe | Kurdî    yazarlar
Erkeklik ve inkâr

2025-10-30

Zehra Çelenk

Ozan Güven’in basın açıklaması yalnızca bir savunma değildi; erkekliğin suçla, utançla ve inkârla kurduğu o eski ittifakın sahneye taşınmış haliydi. Türkiye’de erkeklik hala suçun değil yüzleşmenin utancını taşıyor.

Ekranların ve perdenin ‘zeki olduğu kadar da komik hem esprili hem de derinlikli’ sayılan aktörlerinden Ozan Güven, beş yıllık bir dava sürecinin ardından 45 gün hapis cezası aldı. Kadına şiddetten. Asıl eril faillik performansını da mahkeme salonunda değil, cezanın ardından yaptığı basın açıklamasında sergiledi.

Ozan Güven, 2020’de eski sevgilisi Deniz Bulutsuz’a şiddet uyguladığı iddiasıyla gündeme geldiğinde SenaristBir çatısı altındaki 112 senarist, hiç aması olmayan bir tavırla şu bildiriye imza atmıştık. Hala bu tür imza ve bildiri metinleri arasında en çok önemsediklerimden biri bu. Çünkü ‘ucunun dokunma’ ihtimali yüksekti.

Bu metni imzalayan her senaristin (daha önce çalışmadıysa) yarın öbür gün Ozan Güven’le, senaristi olduğu bir yapımda karşılaşma ihtimali yüksekti. Ozan Güven’i bazı yapım şirketleri, oyuncu ve yönetmenler de protesto etti. Ama dava sürerken Güven çeşitli yapımlarda yer almaya devam etti, iddia edildiği gibi itibarı falan da sönmedi. Sektör içinde pek çok konuşma ve cast değerlendirilmesinde gündeme geldi, bazılarına bizzat şahidim.

Bu durumlarda karar vericiler yani yapımcı ve kanallar ‘maalesef suçsuzluğuna ve aklanacağına inansak da şu an süren bir dava sürecinde olduğu için…’ gibi tepkiler verdi. Sektörden, Ozan Güven’in yakını, arkadaşı birçok kişinin de ‘Tanırım valla yapmaz’ duygusunu ısrarla savunduğuna rastladım.

Yani erkek failler söz konusu olduğunda sektörün olağan refleksi pek değişmedi kısacası. Kayırma ve aklama çabası hiç bitmedi sektörde de toplumda da. Ama karşısında, aktöre ve genel olarak şiddet faillerine yönelik güçlü bir ses de oluştu. Bunu da öncelikle kadın hareketine ve Deniz Bulutsuz gibi susmayan kadınlara borçluyuz.

Gelelim o akıllara durgunluk veren basın toplantısına… Üşenmedim, o upuzun toplantının tümünü izledim. Öncelikle basit bir söylem analizi: Ozan Güven, son derece eril bir dille konuşuyor. Analar, teyzeler, ‘kadının biri’, ‘bir kadın veya kız’, namus, “Ben dövsem babasına götürür sonra teslim olurdum”, “Kim bilir daha kaç erkeğin başını yaktı” gibi ifadeler gırla gidiyor. Ayrıca son derece dağınık, bir cümlenin başının öbür paragrafın sonuna, oradan olay gecesine veya yıllar öncesinde basınla yaşanan olaya bağlandığı, her şeye cevap yetiştirirken gerçekte hiçbir şeye cevap ver(e)meyen bir konuşma örgüsü var.

Güven’in cümleleri tamamlanamıyor. Alt ve üst metinlerde sürekli bir ‘ben.. ben…’, ‘Beni tanımıyor musunuz ya…’ ‘Ben şunu, bunu hiç yapar mıyım?’, özetle, ‘Ben sizin Ozan Güven’iniz değil miyim?’ vurgusu var. Kalan kısımlar da kadına yönelik örtük ya da açık ithamlarla dolu.

Bunların tümü toplumsal cinsiyet önyargıları ve kadın düşmanlığından yararlanarak kendini aklama çabasının ürünü. Namus, bir erkeğin temiz aşkı karşısında uğradığı hayal kırıklıkları ve yalanlar, iftira… Tüm kartlar oynanıyor.

Ozan Güven bir yerde “Benim evimde kalabilmek için anne babasına yalan söylemek zorunda kalan bir kız yani, anlatabiliyor muyum” diyor. Bu bilgiye kadının, ondan 17 yaş küçük, olay sırasında 28 yaşında olduğu bilgisi eklenmiyor ama. Çünkü anne babadan bile tam bağımsızlaşamamış olmak (ne yaptığını bilemeyecek kadar aklı havada, özgüvensiz olmak)  aktörün işine yarayan bir argüman. Ama bu türden hem yaş hem de ün hiyerarşisi içeren bir ilişkinin doğurabileceği, çoğu kadının aleyhine eşitsizliklere tabii hiç değinilmiyor.

Gayet okunaklı bir alt metinle, ‘kadının arıza olduğu’nu ima ediyor. Başına geleni anlayınca onu terk etmek istediğini, ayrılmayanın esas kadın olduğunu, o gece beşinci kez ayrılmaya çalıştığını anlatıyor. Çünkü biliyorsunuz, erkekler üşüdüğünü bilmez, acıktığını bilmez, karşılarındaki kadın neredeyse 20 yaş genç olduğunda bile kandırılmaya, aldatılmaya, ‘kullanılma’ya müsait olanlar onlardır. Hayat ve aşk tıpkı kamyon çarpması gibi ters gittiğinde hep ‘erkeğin başına gelmiş’ bir şeydir. Kadınınsa hiçbir şey ‘başına gelmez.’ Şiddet, taciz, tecavüz, cinayet dahi hep esasta kadınların ‘kalıba uymayan’ davranışlarının birer sonucudur…

Hadi oradan. Yıl olmuş 2025. Bu müzmin mağduriyet edebiyatını hâlâ yutabileceğimizi sanıyorlar herhalde…

Ozan Güven ‘anlatmıyor’, sadece erkek ve kendisi olduğu için haklı olduğuna inanıyor; bu kendiliğinden haklılığına dair fragmanlar ve cümleler devşiriyor. Anlatıya oranla kısmen tutarlı bir gidişatta bile ‘Ayrılmayı sindiremediği için bana saldırdı’ türünden bir karşı itham yok ya da ben göremedim.

Buna karşılık olayın bir şiddet vakası değil ‘itiş kakış vakası’ olduğu defalarca belirtiliyor. Ki bu bizde şiddet olaylarının başlıca sığınağıdır. O geceden çok bahsediyor ama bir türlü onun gözünden ‘gerçekte’ ne olduğunu anlayamıyoruz.

Bir itiş kakış yaşanmış, bir ara eline nasıl olduysa bir abajur geçmiş ki onu alırken bile derdi ‘kızcağız’ı kızın kendisinden korumakmış. İsnat edilen suçlar içinde 45 günlük cezayı aldığı tek suç da (kasten yaralama) bu olduğu için bir tek bu noktaya değiniyor. Gerisi külliyen inkâr, itham, aşağılama, küçümseme ve öfkeden ibaret.

Başlangıçtaki parantezde belirttiğim imaları da ‘Onu bir de eski sevgililerine sorun… Kaç kişinin başını yakmış…’ savlarıyla destekleniyor. Olgun yaşta ünlü erkek ve onun statüsünün peşinde, ne yapacağı da hiç belli olmayan femme fatale, tehlikeli genç kadın masalının toplumca çok sevildiğini biliyor çünkü. Bu kısımlar esasen konumuz değil ama velev ki öyle, kendisine atfettiği beyefendilik, düzgün adamlık 101 kıstaslarına da uymuyor, öfke ve inkarla dolu bu basın açıklamasında söyledikleri.

Artık ortada bir mahkeme yok, karar verilmiş. Yine de Ozan Güven, ‘Ben masumum hakim-izleyici’ diyor. Bütün eril şiddet failleri gibi ‘Tek suçum sevmek’ diyor. Kadının darp edilmiş yüzünün görüntüleri hafızalarda olduğu için pek muhtemel ‘Böyle sevmek mi olur!’ sorularını da ‘Sevdim ve hayal kırıklığına uğradım (kandırıldım)’ savıyla açıklıyor.

Benzetmek gibi olmasın ya da ne açıdan benzettiğim son derece anlaşılır olacak paragraf sonunda: Bir kadını boğmaya çalışıp diri diri yakıp betona gömdükten sonra delilleri yok eden, Pınar Gültekin’in katili Cemal Metin Avcı da duruşmalarda “Ben katil miyim! Bana cani muamelesi yapıyorlar!” diyordu. Eril şiddet faillerinin inkar anlatısında ‘Masumum ben!’ haykırışı asla yetmiyor. Üstüne mağdur olduklarını hatta esas şiddeti kendilerinin gördüğünü kanıtlamaları gerekiyor. Şiddetle vahşi bir cinayeti aynı kefeye koymuyorum  ama diyorum ki: Hepsinin kökü aynı çarpık imtiyaz ve haklılık duygusuyla yakından ilişkili.

Ozan Güven bir de bize ‘Şöyle esaslı bir dayak yemiş kadın neye benzer’ dersi veriyor. ‘Bir kadının canı ne kadar olabilir ki…’ diyor. “İddia ettiği gibi dövsem kırığı çıkığı olurdu!” diyor. Meselede adli tıp uzmanlığına da soyunduğundan yapmıyor bunu. Toplumun belli kesimlerinde hala ‘Çift arasında olur böyle şeyler…/ sen de adamı çok kızdırmışsın ama’ denebilecek bir ‘vaka’ olduğunu biliyor bunun. Sevmekle onurlandırdığı bir kadını ‘birazcık da dövdüğü’ için başına gelenlere inanamıyor!

Kayırılmanın anatomisi

Türkiye’de erkeklik, özellikle de ünlü erkeklik, her zaman bir tür dokunulmazlık zırhıyla dolaşır.  O zırhın adı ‘saygınlık’, ‘başarı’, ‘sektördeki yer’, ‘hayran kitlesi’dir.

Yani bir erkek yetenekliyse, eli yüzü düzgünse, sektörün en güçlü isimleriyle kankaysa, hele bir de tiyatro, sinema ‘yapıyor’sa suçun tanımı bile değişir.  Sektör korur, meslektaşların önemli kısmı sessiz kalır, seyirci “Ama şahane oyuncu” der.  Şiddet olayı bir istisnaya, mağdurun tavrı da bir abartıya dönüştürülür. Böylelikle fail de (olmayan) haklılığına giderek daha bağnazca inanır, onu savunur hale gelir.

Feminist boykot neden gerekliydi?

“Bir insanı işinden etmek çözüm değil” diyenler şunu göz ardı ya da örtbas etmiş oluyor: O ‘iş’, o kamera önü, o kırmızı halı, failin itibarını yeniden üreten yer. Seyirci, bir şiddet failinin ekranda oynamasına izin vererek farkında olmadan mesajı veriyor: 

‘Demek o kadar da kötü değilmiş.’

İşte bu nedenle kadınlar “Şiddet faili erkeklerle çalışmayacağız” dediğinde, mesele sadece bir iş meselesi değil, hesap vermenin kültürel alanını koruma meselesi. Fail ekranda kaldıkça, şiddet de prime time’a taşınıyor. Ekrandan her gün seyircinin kulağına şu cümle fısıldanmış oluyor: “Bu kadarını herkes yapar ya… Erkektir, olur öyle şeyler.” Bir erkek fail de onu bu noktaya getiren sistem kulağına yıllardır aynı hikayeyi fısıldadığı için kendini masum ilan etmekte hiç zorlanmıyor.

Bunların hepsi aynı toplumsal cinsiyet patolojisinin ürünü: ‘Suç’la değil, ‘suçlu olmak’ durumuyla, yüzleşmekle mücadele edememek. Suçu reddederken, utancı bastırırken, erkeklik hâlâ sahnede. Sadece replik değişiyor: ‘Ben dövmedim. Baksana kırığı çıkığı bile yok. Gözü morarmışsa ne malum sabun kaçmadığı!’ Bir tür tıbbi mazeret: Kadına şiddet, ancak kemik kırıldıysa ‘gerçek’ sayılıyor. 

Tıpkı toplumun ‘Kan görmeden inanmam’ diyen vicdanı gibi. 

İnkârın beden dili

Ozan Güven’in basın açıklamasındaki beden dili, Türkiye’deki erkek inkârının küçük bir temsili gibi.

Sert ve sabitlenemeyen bakışlar, kontrolsüz mimikler, savunmadan çok saldırı içeren bir ton… Saldırgan bir özgüven, küçümseyici bir mizah, ‘kendini savunma’ adı altında yeniden mağduriyet performansı.

Psikolojide buna ‘reaksiyon formasyonu’ deniyor: Utancın yerini öfke, suçluluğun yerini acı alay alıyor. Fail, suçunu kabullenmek yerine, bedenini bir kalkan gibi kullanıyor. Yani kişi, aslında hissettiği duygunun tam tersini sergiliyor; suçluluk yerini öfkeye, utanç yerini savunmacı bir meydan okumaya bırakıyor.

Çünkü erkeklik, özür dilemeyi zayıflık sayıyor ve asla öğrenemiyor. 

O zayıflıktan kaçarken de aslında en çıplak haliyle görülür hale geliyor: Gülüşündeki kasvet, ses tonundaki öfke, gözlerindeki telaş… bell hooks’un dediği gibi: “Patriyarka erkekleri de duygusal açıdan sakat bırakıyor. Ama bu sakatlıklarını iyileştirmeye değil, kadınları susturmaya yarıyor.”

Suçun mizanseni

Bir ülkede erkeklik bir cinsiyet değil, bir suç örgütü gibi hareket ediyor.  Faillerin tek tek değil, kolektif biçimde korunması da bu müessesenin ikramlarından. Bu müessese, her seferinde aynı düzenle çalışıyor: Güçlü erkek–sessiz kadın–kayıran ve örtbas eden toplum-cezasızlık, yaptırımsızlık kalıbı. Kadınlar, kamusal alanda şiddeti konuşmaya başladığında o müessesenin camı çatlıyor. Ve işte o zaman, en çok ‘saygın erkekler’ korkuyor. Kaybedebilecekleri çok şey var çünkü, bunun karşısında bir kadının psikolojisi, fiziksel bütünlüğü hatta canı nedir ki?

Ozan Güven yıllar süren dava sonucunda 45 gün ceza aldı. Kendisi bile önemli olanın sadece 45 gün olmadığını söylüyor. Asıl mesele, aklanamamayı bir erkeğin ‘adaletsizlik’ olarak görmesi.

Adalet, sadece cezayla değil, yüzleşmeyle gelir. O yüzleşme ise ancak şu cümleyle başlayabilir: “Evet, yaptım.”  Ne yazık ki bu cümleyi kurmak, hâlâ erkekliğin en zorlandığı sahne.  İşte bu nedenle şiddet gören kadınların susmaması, bizim de onların sesine ses olmayı sürdürmemiz gerekiyor.

Diken

KADıN