Türkçe | Kurdî    yazarlar
Şeymus Diken: Kayyımlık kurumsallaşırken!

2025-02-01

Bir yasa değişikliği ile yerel yönetimlere atama ile belediye başkanı atansa sanırım adına “demokrasi” denen bu seçme-seçilme mevzuunun nasıl bir demokratizme veçhe olduğu daha bir yerli yerine oturmuş olur.

Akli melekelerin neredeyse işlevsizleştiği ve ülkede yürütülen idareye dair yorum yapmanın yine akla dayalı olarak hayli zorlaştığını sahiden ifade etmek durumundayım.

Somut örnek “kayyım / kayyum” mevzuu üzerinden bu “zorluğu”n sınırlarını biraz tartışmak istiyorum.

Kayyım ya da kayyum mevzuunun geçmişine baktığımda en uzak 1970’li yıllarla birlikte daha çok ticari şirketler ve bankalara ekonomik olarak iflasın eşiğine gelmek ya da yönetilememek pozisyonlarında geçici olarak kayyım atanması hukuki bir yaptırımdı. Genellikle de istisnai bir durumdu ve geçici bir süre sonra uygulama yerini normal duruma bırakıyordu.

Belediyelere kayyım / kayyum atanması 2016’dan itibaren tümüyle siyasi bir karar olarak ülke gündemine yerleşti. “Siyasi” çünkü ne Belediye ne de Büyükşehir kanunlarında yer almayan bir yaptırımdan söz ediyoruz.

Ve işin vahim tarafı da şu; 2025 itibariyle batı yakadan (iki İstanbul, bir Mersin) üç belediyeye kayyım atanması gerçekleşse bile! Aslolan haritanın “mor rengi” olan Kürt coğrafyasındaki yerleşkelere kayyımda ısrar ve sistematize etme mantığıdır.

Bu yazıyı yazarken özünde Arapça bir kelime olan kayyım / kayyum’un TDK’daki detayına bakma ihtiyacı duydum. İslam Ansiklopedisi de her iki kavrama referans vererek; “camilerdeki temizlik görevlisi (camii hademesi) ve aynı zamanda vakıf mütevellisi” olarak açıklamakta kayyımlığı. Ve daha ilginci de şu ki; “Allah’ın 99 isminden biri” olarak “kayyum”u işaret etmekte!

Şimdi buradan yol yürüyerek belki de bir miktar “aşırı yorum”a kaçarak yönetimin en sıradan detayının dahi “Başkanlık sistemi” sonucu cumhurbaşkanının yetkisinde olduğu bir yapıda artık coğrafyanın bir bölümündeki seçilmiş yapıyı “mülga” sayarak mülki idareye pas etmek tam da yukarıdaki “kayyum” tarifine sanki denk düşü(rülü)yor gibi.

Bunları neden bunca yorumlayarak yazdığımı da ifade edeyim meramım anlaşılsın. Hafta başı (28 Ocak 2025) DEM Parti’den seçilen Siirt Belediyesine kayyım atandı. Kayyım olarak atanan Siirt Valisi 2016’dan bu yana yaşanmamış bir “iş”in de ilk uygulayıcısı oldu. Atandığı günün sabahının erken saatlerinde -basına düşen bilgilere ve fotoğrafa göre-üzerinde “vali ve belediye başkan v.” yazılı plaketi önüne koyup kendinden hayli razı ve gülümseyerek poz verdi.

Sanırım burada gözden kaçan bir detay da var. DEM Parti'nin şu anki eşbaşkanı Tuncer Bakırhan 2014’te BDP’den seçilip 2016’da görevden alınarak yerine kayyım atanan Siirt eski belediye başkanı. Sanırım DEM Parti Eşbaşkanının bir anlamda şehri olan şehir üzerinden bir gönderme de var mevzuya! Ve 2019’u da dahil edersek üçüncü kez kayyım uygulaması ile tanış(tırıl)an şehir oluyor Siirt.

Belediyelere kayyım / kayyum atanmasının halkın tercihi seçim iradesine müdahale ile artık seçimin de bir anlam ifade etmediğinin altı çizilmek durumunda artık bu vesileyle…

Gerçekliğin giderek var olanla, kurulmaya çalışılan yeni resmi sistemin çatışmasının Umberto Eco’vari “aşırı yorum”una gönderme kabilinden muktedire bir öneri; artık şu yerel yönetim seçimlerini beş yılda bir yapmak, sonra da istenmeyenin yerine kayyım / kayyum atamak yerine! Bir yasa değişikliği ile yerel yönetimlere de atama ile belediye başkanı atansa sanırım adına “demokrasi” denen bu seçme / seçilme mevzuunun nasıl bir demokratizme veçhe olduğu daha bir yerli yerine oturmuş olur.

Bu kadar laf ettik ya; yine de aklı selimin egemen olacağı seçilmiş iradeye saygının esas alınacağı bir yönetimi talep etmeyi dileyerek noktayı koymak en doğrusu…

Bianet

 

Mesud Yeğen: Erken Seçim Korkusu  

Kartalkaya faciasının sert biçimde geri çağırdığı “işlerin düzeleceği yok” duygusuyla CHP’nin son hamlesinin canlandırabileceği “çaresi var” duygusunun füzyonu giderek daha çok seçmende “2028’i beklemeyelim, bu cendereden erken bir seçim yoluyla çıkalım” duygusunu güçlendirebilir ve bu duygu kaçınılmaz bir biçimde siyasi aktörlere geçebilir. Bu da erken seçimi siyasetin cari seçeneklerinden biri kılabilir.

“Direksiyonunda Erdoğan’la Bahçeli’nin, AK Parti’yle MHP’nin olduğu bu otoriter rejimden başka ne beklenir ki, en iyi bildiklerini, hep yaptıklarını yapıyorlar” diyerek bakmak, böyle bakarak sıradanlaştırmak mümkün elbette. Ancak, rejimin muhalefetin dişe dokunur her bir kesimi üzerinde kurmuş olduğu baskıyı son zamanda artırmasının ardında bildik otoriterliğinden, alıştığını, yapabildiğini yapıyor olmaktan başka bir şey var sanki. Geride kalan bir-iki hafta içerisinde “turpun büyüğü heybede” denilerek ve yeni davalar açarak İmamoğlu etrafındaki yargı çemberinin daraltılması, Ümit Özdağ’ın tutuklanması, Ayşe Barım’ı tutuklayarak oyuncular dünyası başta olmak üzere seküler muhalefetin göz önündeki isimlerine “gözümüz üzerinizde” denilmesi, muhalif ve Kürt gazetecilerin tutuklanması, DEM belediyelerine kayyum atanmasına devam edilmesi ve en sonunda Bahçeli’nin İmamoğlu’nu ve CHP’yi tehdit etmesi, otoriterleşme işinde yeni zirvelerin denenmesinden çok, iktidardakilerin genel siyasi atmosferin değişmesi ihtimaline karşı tedbir almasıyla ilgili olabilir. Bütün bu yeni otoriterleşme dalgası, bir tarafta “işler düzelmeyecek” duygusunun büyümesine, diğer tarafta da “çaresi var” duygusunu büyütebileceklerin hareketlenmesine bağlı olarak siyasi havanın değişmesi ihtimaline verilmiş ‘vakitlice’ bir tepkiye benziyor daha çok. Siyasi havanın değişmesi halinde ‘durumdan’ erken seçim yoluyla çıkış aranması ihtimalinin büyümesine verilmiş bir tepkiye…

İşler Yoluna Girmeyince…

Sonuncusu ve en önemlisi Kartalkaya faciası olmak üzere geride kalan birkaç hafta içinde olanlar, can yaksa da, önce ‘yeni süreç’, ardından da ‘Suriye zaferi’ sebebiyle pek konuşulmayan bir vaziyeti sert biçimde hatırlattı: Memlekette işlerin yoluna gireceği yok. Yeni ‘sürecin’ kısa ve acısız biçimde tamamlanmayabileceği ihtimalinin belirmesi, Esad-sonrası Suriye’nin, Türkiye’den sorulan değil aralarında Türkiye’nin de olduğu, çok-patronlu bir yer olacağının belli olması, sene başında yapılan ücret zamlarının bir-iki hafta içinde buharlaşması ama hepsinden önemlisi Kartalkaya faciası şunu gösterdi: Hakan Fidan’ın dışişlerinin, Mehmet Şimsek’in ekonominin başına getirilmesiyle başlayan rasyonelleşme gayreti derde deva olmuş değil. Özellikle de ekonomi derdine. Her defasında güncellenen enflasyon tahminleri ve ücretlere yapılan zamların her defasında fiyat artışlarından geride kalması, üzerinden neredeyse 1,5 sene geçen Şimşek Programı’yla birlikte devreye giren acaba duygusuyla karışık ümitleri zayıflatırken, Kartalkaya faciası çoktandır bildiğimiz ama her defasında yüzleşmekten sakındığımız bir vaziyeti açık etti: Türkiye’de idare işleri Allah’a emanet ve her an her yerde Kartalkaya ya da benzer bir felaket olabilir.

Hülasa, Kartalkaya faciası, deyim yerindeyse, bir tür katalizör işlevi görmüş görünüyor. Memlekette, başta ekonomi olmak üzere, işlerin yolunda gitmediğini sert biçimde hatırlatan bir katalizör. 2023 seçimlerinde cumhurbaşkanlığı sistemine kredi açmanın, sistemin başındaki Erdoğan’a bir şans daha vermenin pek iyi bir fikir olmadığını, ikisinin de işleri hal yoluna koyamayacağını gösteren bir katalizör.

Çaresi Var Diyenler Hareketlenince

Geride kalan birkaç haftada bir de şu oldu: CHP ve İmamoğlu cephesi hareketlendi. 31 Mart’ta alınan seçim zaferinin siyasete tahvil edilememesine dönük muhalif cenahtan yükselen eleştiriler ve iktidarın etrafındaki yargı çemberini giderek daralttığı İmamoğlu’nun partiyi karar almaya sevk eden girişimleri CHP yönetimini aksiyona sevk etti ve CHP “o da olur, bu da” belirsizliğiyle 2028’e kadar oyalanmaktan vazgeçmek üzere kuvvetli bir adım attı.

Olur da atılan adım sonuç alırsa CHP birkaç ay içerisinde 2028 için programını, vaatlerini ve adayını açıklamış olacak. Garantisi yok, lakin bunlar olduğunda, CHP’yle ilgili “bunlar yine beceremeyecek galiba” şüpheleri, ortadan kalkmasa da, azalabilir. CHP, birkaç ay içerisinde, vaat edildiği gibi ve tabii ki kırmadan dökmeden, kuvvetli bir icraat programı teklifiyle ve bu teklifi taşıyacak bir aday ve kadroyla 2028 seçimlerine hazırlanacağını gösterebilirse, 2024 yerel seçimlerinde CHP’ye belediyeleri teslim edenler “bu CHP’ye memleket de teslim edilebilir” düşüncesine kapılabilir.

Hülasa, geçen birkaç haftada CHP etrafında yaşananların yol açtığı bir gelişme de şu oldu: Toplumda, seçmende, çok değil birkaç ay içerisinde “yeri doldurulabilir”, “çaresi var” duygusu büyüyebilir hale geldi.

Erken Seçime Açılan Yollar

Şimdi, zannımca, iktidarın son otoriterleşme hamlesi “nasılsa otoriteriz, biraz daha otoriterleşelim” türünde bir denemeden çok bu iki gelişmenin yaratması muhtemel sonuçları bertaraf etmeye dönük bir girişime benziyor. Sonuçlar derken de kastettiğim aslında tek bir sonuç: Erken seçim talebinin güçlenip siyasi aktörleri uyarınca düşünmeye ve davranmaya sevk etmesi. Kartalkaya faciasının sert biçimde geri çağırdığı “işlerin düzeleceği yok” duygusuyla CHP’nin son hamlesinin canlandırabileceği “çaresi var” duygusunun füzyonu giderek daha çok seçmende “2028’i beklemeyelim, bu cendereden erken bir seçim yoluyla çıkalım” duygusunu güçlendirebilir ve bu duygu kaçınılmaz bir biçimde siyasi aktörlere geçebilir. Bu da erken seçimi siyasetin cari seçeneklerinden biri kılabilir.

Oysa, görünen o ki, Erdoğan ve AK Parti bir erken seçime hazır değil, hem de 2025 sonbaharına kadar yapılacak bir seçimin Erdoğan’a yeniden aday olma hakkını verecek olmasına rağmen. Aslında Erdoğan’ın ve AK Parti’nin erken bir seçime hazır olmamasında şaşırtıcı bir taraf pek yok, çünkü idarenin her tarafından gelen liyakatsizlik işaretleri ama daha çok da ekonomide işlerin beklendiği üzere hal yoluna girmemesi, bu aralarda yapılacak bir seçimin Erdoğan’ın yenilgisiyle sonuçlanmasına sebep olabilir. Bu doğruysa, Erdoğan açısından erken seçim talebini güçlendirebilecek gelişmelerin önüne bir set çekmeye çalışmak makul gerçekten. Nitekim, kanaatim tam da bu: Son otoriterleşme hamlesinin ardında erken seçim talebinin güçlenmesi ihtimali var ve yapılmak istenen de bu ihtimale yol açması muhtemel füzyonu durdurmak.

Otoriterleşme hamlesinin hedefleri kadar hedef aldıklarına bakınca bu niyet daha belirgin bir biçimde görünüyor. Hedef, işler iyi gitmiyor bilgi ve duygusunun yaygınlaşmasını ve çaresi var duygusunun büyümesini engellemek; hedeftekiler de bu iki duyguyu taşıyıp, yayabilecekler. Toplumun işler iyi gitmiyor duygusu etrafında iletişim halinde olmasını kolaylaştırabilecek medya aktörleri ve çaresi var duygusunu büyütebilecek siyasi aktörler son otoriter uygulamaların esas hedefleri arasında.

Hülasa, son otoriterleşme dalgasının ardında “nasıl olsa yapabiliyoruz, yapalım bakalım” türünden bir denemeden çok, toplumun işlerin düzeleceği yok fikrine ve halden çıkılabilir ümidine kapılıp gitmesini engellemek niyeti var diye düşünüyorum. Bu doğruysa, Erdoğan bir vadede, en azından seçimlere kadar, işleri toparlayabileceğine, adaylık ‘pürüzünü’ de seçim zamanı yaklaştığında halledebileceğine inanıyor olsa gerek.

Perspektif

BASINDAN