11.11.2023
Yetvart Danzikyan
Türkiye'nin yakın tarihi üzerine çalışmalarıyla bildiğimiz Taner Akçam'ın "Yüzyıllık Apartheid/1918-1923 Türkiyesi: Bağımsızlık ve Apartheid Rejiminin İnşası" başlıklı kitabı geçtiğimiz aylarda Aras Yayıncılık tarafından yayınlandı ve kısa sürede ikinci baskısını yaptı. Akçam ile kitabından yola çıkarak "Apartheid" olarak tanımladığı , Cumhuriyet rejiminin azınlıklarla ilgili politikalarına yakından baktık. Pek çok konu başlığını içeren söyleşiyi iki bölüm halinde yayınlayacağız.
Cumhuriyet’in 100’üncü kuruluş yılı neredeyse tüm siyasi çevreler tarafından büyük bir övgü seliyle ve coşkuyla kutlanıyor. Bu konudaki gözlemlerinizi almak isteriz.
Cumhuriyet’e övgüler düzerek yapılan coşkulu kutlamaları ben de gözlüyorum. Keşke bununla paralel, “Niçin bu durumdayız?” sorusuna cevap verecek soğukkanlı bir düşünme, muhasebe yapma da mümkün olabilseydi. Benim özlemini duyduğum “övgü” ve “yergi” alternatiflerinin dışına çıkmayı başarmış bir eleştirel konuşma-tartışma ortamı. Ama gözlediğim, eleştirel düşünce oldukça eksik. Sadece övgüde bir yarış söz konusu. Kendisini solcu ve ilerici sayan aydınlarımız bile bu kervana katılmış durumda ve bunu oldukça anlamlı buluyorum. Demek ki genel olarak bir şeylere sevinmek bir şeylerle gurur duymak özlemi var insanların içinde. Ama ben ilerici ve solcu kesimlerinin de dahil olduğu bu sorgusuz övgü kampanyalarını, içinde bulunduğumuz durumun vahametinin bir göstergesi saymak istiyorum.
Yanlış da anlaşılmak istemem, önerdiğim, vakti zamanında bazı sağ veya İslami akımların başvurduğu Cumhuriyete “yergi kampanyası” değil. Elimizde, “övme” ve “yerme” eylemlilikleri dışında eleştirel düşünme imkanı var ve bu hemen hiç kullanılmıyor.
Ana sorum, “niçin bu durumdayız?” sorusu. Soruya “Ne varmış durumumuzda, ufak tefek meseleler olsa da her şey son derece iyi” diye cevap verebiliriz. Muhtemel iktidarda olanlar böyle cevap vereceklerdir. Ve bu çevrelerle sağduyuya dayalı mantıki bir konuşma mümkün değil. Ama, içinde bulunduğumuz durumu, vatandaş eşitsizliğinin belirleyici olduğu, adaletsizliğin kol gezdiği, hukuk devleti ilkelerinin yok edildiği, temel demokratik hak ve özgürlüklerden yoksun olduğumuz bir ortam olarak tanımlamak isterim. Eğer geldiğimiz yer bu ise, Cumhuriyetin yüz yılı üzerine düşünmek bize niçin bu duruma geldiğimiz konusunda bize bazı cevap imkanları sunabilir.
“Niçin bu noktadayız?” sorusuna iki türlü cevap verebiliriz. Birinci cevap, eğer gözlemlenen büyük övgüler ışığında düşünürsek, “Her şey başlangıçta iyi idi ama sonradan bozuldu” biçiminde olabilir. Burada önemli olan, “bozulma” ve “sapmanın” ne zaman başladığı üzerine konuşmaktır. İkinci cevap ise, karşı karşıya kaldığımız sorunların yapısal olduğudur ve temellerinin Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte atıldığıdır. Ben ikinci cevabın doğru olduğuna inananlardanım. Kuruluş üzerine düşünmedikçe ve bu kuruluşun yapısal hatalarını açık olarak tartışmadıkça içinde bulunduğumuz durumun anlaşılamayacağını savunuyorum.
Yüzyıllık Cumhuriyeti iki büyük paradigma içinden okuyabilirsiniz. Birincisi Kurtuluş paradigmasıdır. İkincisi Kuruluş paradigmasıdır. Bu ülkede Cumhuriyet, yüz yıldır Kurtuluş paradigması içinden okundu ve hala da öyle okunuyor. Buna göre Cumhuriyet, Anadoluyu işgal etmiş yabancı kuvvetlere ve Sultanlık-Halifelik sistemine karşı verilmiş bir Kurtuluş Savaşı'nın ürünü olarak kurulmuştur. Bugünkü büyük övgü selinin bir nedeni de bu okumadır. İkinci okuma ise, Cumhuriyeti Kuruluş paradigması içinden okumaktır. Bu okuma, bugüne kadar hemen hiç yapılmamış okuma tarzıdır ve “Neden bu duruma geldik?” sorusuna cevabı içinde barındırır.
Bana göre, Cumhuriyet, başta Mustafa Kemal olmak üzere yöneticilerinin bilinçli bir tercihi ile bir Apartheid rejimi olarak kurulmuştur. Kuruluş yıllarının kanun ve kararnameleri bunu açık olarak gösterir. Cumhuriyetin kuruluşunu bir Apartheid rejiminin inşası olarak okuyamazsak bugünkü vatandaş eşitsizliği, adaletsizlikler ve demokrasi ve insan haklarına ilişkin sorunları anlayamayız. Mevcut Apartheidı anlamazsak demokratik bir toplumu niçin kuramadığımızı da anlayamayız.
Kitabınızda Apartheid’ı tanımlarken, Cumhuriyetin kuruluş yılları ile birlikte bir "kast" sisteminin oluşumundan bahsediyorsunuz. Buna göre en üstte Sünni -Müslüman -Türkler yer alıyor. Nasıl bir sistem bu size göre ve bunu o döneme yansıyan beyanatlarda görebiliyor muyuz? O dönemin sistemine nasıl yansıyor?
Sorunuza bazı sorular sorarak cevap vermeye çalışayım. Cumhuriyete övgü düzenleri de bu sorulara cevap vermeye çağırıyorum:
Niye Cumhuriyet tarihi boyunca, tek bir Hristiyan ve Yahudi yüksek rütbeli subay olmadı? Niçin Hristiyanlardan veya Yahudilerden üst düzey bir güvenlik elemanı atanmadı? Niçin Askeri okullara tek bir Hristiyan veya Yahudi vatandaş alınmadı? Ve yanlışlıkla alındıkları durumlarda okuldan uzaklaştırıldılar?
Devam edelim: niçin yargıda tek bir Hristiyan veya Yahudi üst görevli yok? Niçin Yargıtay, Sayıştay, Anayasa Mahkemesi üyelikleri hep Müslüman Türklere tahsis edilmiştir? Bu mevkilerde tesadüfen Kürt veya Alevi olan varsa niçin onlardan kimliklerini saklamaları istendi?
Gerçek şudur: Devletin sivil askeri önemli makamları Hristiyan ve Yahudilere tamamiyle kapalıdır. Kürtlere ve Alevilere de bazı istisnalar dışında kapalıdır. Bu görevlere Alevi ve Kürt’ün gelme şansı kimliğini saklaması ve inkar etmesi ile mümkün olur. Ve zaten bu kişilerden istenen Kürtlük ve Aleviliklerini açık etmemeleri ve saklamalarıdır.
Bu 100 yıllık gerçeklik tesadüf olabilir mi? Ben bu gerçeğin tesadüf olmadığını ve bilinçli yaratılmış bir kast sistemin ürünü olarak ortaya çıktığını iddia ediyorum. Elimizdeki sistem Apartheid-Kast sistemidir.
Bir başka özelliğini daha ekleyerek bugünü kapatalım: Cumhuriyet kurulduğu yıllarda, Hristiyan (Rum, Ermeni ve Süryanilerin) ve Yahudilerin nüfus oranı %10’un üzerinde idi. Şimdi bu nüfus %1’in altına düştü. Bu da tesadüf değildi. Kurucuların tercihi, ülkede tek bir Hristiyan ve Yahudinin kalmaması idi. Bunu sağlayamadıkları durumda, onların sayısını süreç içinde sıfıra indirmeyi hedeflediler.
Sistem, kuruluş yıllarında bir Apartheid rejimi olarak kuruldu. Ve dönemin sadece beyanatlarında değil, kanunlarında da açık olarak icra edildi. 1924 Anayasasının, kimin vatandaş olacağını düzenleyen 88’inci maddesi, “bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur bir zattır” anlayışına göre düzenlendi. Bunu söyleyen komisyon üyesi Gelibolu Mebusu Celal Nuri Bey’dir.
Yine aynı vatandaşlık tartışmaları sırasında, dönemin Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik Renda, Hristiyanlar ve Yahudiler için hükümet görüşünü tek cümle ile özetledi: “Bize mensup olmayanlara mümkün olduğu kadar müşkülat göstereceğiz.” Yani Cumhuriyet vatandaşları iki kısımdı: “bizden” ve “bizden olmayanlar.” “Bizden olmayan” Hristiyan ve Yahudiler, 1940’lara kadar normal nüfus kütüğüne değil, “Ecanip [ecnebiler] Defteri”ne kaydedildiler. 1926 Devlet Memurin Kanunu ile, memur olmak sadece “Türk ırkına mensup olanlar” için mümkün kılındı. 1960’larda kanunda değişiklik yapıldı ama zihniyeti aynen kaldı. Hristiyan ve Yahudiler, devlet memurluğundan uzak tutulmakla kalmadılar, meslek odalarından atıldılar ve birçok şirkette çalışmaları da yasaklandı.
Listeyi uzatmak mümkün, kitabımda örnekleri var. İşin özeti, Cumhuriyetin kurucuları, çıkarttıkları kanun ve kararnamelerle bir Apartheid sistemi yaratmışlardır.
"Türkiye'de ırk ayrımı yoktur" argümanını desteklemek için hep Anayasanın şu maddesi örnek gösterilir: "Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür". Bu anayasaya ne zaman giriyor? Bu maddeye rağmen azınlık vakıflarının mülküne nasıl el kondu?
Söylediğiniz cümle, 1924 Anayasasının 88’inci maddesidir. Ve madde “ırk ayırımı yapmak” için bu şekilde düzenlendi. Tartışmalarda bu açık olarak dile getirildi. Sonuçta kast ettikleri şu idi ve bunu da açık açık söylediler: İki türlü Türk vardır, birisi, etnik-dil-köken olarak Türk, diğeri ise vatandaş olarak Türk. Ve devletin gerçek vatandaşı birinci tür Türktür. Devletin tüm imkanları bu birinci grup Türkler için ayrıldı. İkinci grup Türk (sadece vatandaş olan ama etnik-din-köken itibarıyla Türk olmayanlar) seçimlerde oy kullanma hakkına sahiptiler, o kadar. Onun dışında temel haklardan mahrum bırakıldılar.
Azınlık Vakıflarının mülklerine el koymak ile bu çifte vatandaşlık arasında doğrudan bir bağ var mı sorusu önemli. Bu bağ doğrudan vatandaşlık ile ilgili değil. Ama Apartheid sisteminin bir başka göstergesi. Burada son derece kasıtla yapılmış sinsi, korkak ve aslında tiksinti verici bir operasyon söz konusu. Durum şöyle: 1935’de yeni Vakıflar Kanunu çıkartıldı.
1936’da bu kanuna dayanarak Vakıflardan ellerinde mallara ilişkin Beyanname istendi. Bu aslında Müslüman Vakıfların mal varlıkları üzerinde denetim kurmak amacıyla yapılmış bir düzenleme idi. Fakat 1936 Beyannameleri, 1974 Kıbrıs işgalinden sonra tamamiyle Hristiyan Vakıflara yönelik bir baskı unusuru haline dönüştürüldü. Hristiyan Vakıflardan, kuruluşlarını belirleyen “Vakıfname veya Vakıf Senedi” istendi. Oysa bu vakıfların çoğu Padişah Fermanı ile kurulmuş oldukları için, “Vakıfname veya Vakıf Senetleri” yoktu. Tek çözüm, bu Vakıfların yerine ikame edecek yeni Vakıflar kurmak olabilirdi. Ama Medeni Kanun'un 101’inci maddesi belli bir ırk veya cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla vakıf kurmayı yasaklıyordu.
Cemaat Vakıfları, 1926 tarihli Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesinden önce belli bir din, ırk veya cemaati desteklemek için kurulmuş olan vakıflar sayılmışlardır. Böylece, cemaatlerin bu vakıfları kapatıp, yeni vakıf kurmalarının önü kanunen kesildi.
Burada, Lozan Antlaşmasının 37-44’üncü maddeleri arasındaki hükümlere dayanarak, Cemaatlerin istedikleri gibi vakıf kurabileceklerini öne sürebilirsiniz. Ama Danıştay örneğin 2005 yılında, Lozan Antlaşmasına dayanarak yeni cemaat vakıflarının kurulabileceği iddiasını reddetti. Böylece 1936 Beyannamesi esas alınarak, Vakıfların bu tarihten sonra edindikleri mallar kanuna aykırı sayıldı ve el kondu.
Şimdi ilginç olan şu: “Bir ırkı güçlendiren vakıflara izin yok,” diyen ve Gayrimüslim vakıfların mallarına el koyan devlet, “Türk ırkını güçlendirmek” üzere kurulmuş onlarca vakfa ise izin verdi. Bugün, vergiden muaf 250’nin üzerinde böyle vakıf vardır. Bu durumu, “Sinsi ve Korkak Apartheid” diye tanımlamak isterim. Öyle bir Apartheid sistemi ki dobra dobra, “Hristiyan ve Yahudiler yeni vakıf kuramazlar, böyle vakıfları ancak Türkler kurar” demiyor, diyemiyor, korkuyor bundan. Ama “Bir ırkı güçlendirmek amacıyla vakfa izin yok” deyip, bunu sadece Gayrimüslimlere uyguluyorlar. Türklere ise serbest… Sonra da kanunun genel hükmünün arkasına saklanıp, “Biz ırkçılığa karşıyız” diyorlar. Burada Güney Afrika Apartheid sisteminden daha sinsi, daha derin düşünülmüş bir Apartheid olduğundan söz etmek istiyorum.
Gizli yasalarda "Soy kodu" var, bunu biliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki bilhassa gayrimüslimler fişlenmiş. Bu kod sizce ne işe yarıyordu?
Birincisi, bu kodlama bir tek Hristiyan ve Yahudilere ilişkin değil. Kürtlerin de kodlanmış olduğunu biliyoruz. Bu kodlama sisteminin tüm boyutları hakkında ama tam bir bilgi sahibi değiliz. Saklanıyor bu gerçeklik. Biliyorsunuz, “soy kodu” sistemini AGOS gündeme getirdi. Siz gündeme getirmeseydiniz, bilmiyor olacaktık. Kürtlere ilişkin fişlemeleri-kodlamaları da ben tesadüfen buldum. Bu da saklanıyordu. Hala saklanıyor. Boyutlarını bilmiyoruz. Bu nedenle, Türk Apartheid’ı korkaklık üzerine kurulmuş, sinsi bir Apartheid sistemidir, diyorum. Şu andaki idari sistemin ana işleyiş mekanizmasını belirleyen bu fişleme sistemidir ve bunun boyutları hakkında bilgi sahibi değiliz. Düşünmesi bile ‘korkunç’ sayılması gereken bir durumla karşı karşıyayız. Apartheid sistemini saklamaya çalışarak uygulayan bir sistem söz konusu.
Bu ülkede sivil ve askeri bürokrasinin üst kesimlerinde niçin tek bir Hristiyan, tek bir Yahudi yok sorusunun cevabı bu kodlama sisteminde yatıyor. Bazıları, 3-4 kuşak sonra Hristiyanlığını Yahudiliğini unutmuş bile olsa, devlet bunu unutmuyor ve fişleme sistemi sayesinde bunu biliyor. Bu ülkede niçin göğsünü gere gere “ben Aleviyim”, “ben Kürdüm” diyen tek bir üst düzey görevlisi yok sorusunun cevabı burada yatıyor.
Beni asıl üzen şu: Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, bu “sinsi ve korkaklık” üzerine kurulmuş Apartheid rejimi üzerine ciddi bir tartışma yapmak yerine, kuruluş felsefesi üzerine açık konuşmak yerine rejime sıradan övgüler yapılıyor. Ve üstelik kendisine ilerici, solcu diyen insanlar bu övgü kervanının başını çekiyorlar.
Özetle eğer bu ülkede vatandaş eşitsizliği son bulsun, adaletsizlikler ortadan kalksın, demokratik hukuk devleti kurum ve kurallarıyla işlesin istiyorsak Cumhuriyeti, sadece Kurtuluş değil Kuruluş paradigması ışığında yeniden düşünmek zorundayız.
“Ankara hükümeti, İttihat ve Terakki iktidarının bir devamıydı”
Kitabınızda 1921 Tekalif-i Milliye kanununa özel bir yer veriyorsunuz. Sizin çalışmanız çerçevesinde bu kanunun önemi nedir?
Tekalif-i Milliye Kanunu (veya emirleri), ‘Apartheid’ rejiminin oluşumunu sembolize eder. Söz konusu olan, 7-8 Ağustos 1921’de yayınlanan 10 emirdir. Savaşı yürütebilmek için, karşılığı verileceği sözüyle halktan zorunlu mal ve para toplanır. Yunanistan’a karşı savaşın bin bir zorlukla yürütüldüğü düşünülürse bu emirler anlaşılabilir. Ayrıca, toplanan mal ve paraların karşılığının verileceği sözü verilmiş ve alınan mal ve paraların karşılığı olarak makbuz verilmiştir. Fakat işin rengi makbuzların karşılığı ödenmeye başlanacağı zaman belli olur. 1923 ve 1924 yıllarında alınan kararlarla, Hıristiyanlardan toplanan mal ve paraların geri verilmemesi kararlaştırılır. Ve bu miktar zaten tüm Tekalif-i Milliye’nin %75’ini oluşturuyordu. Devlet, Müslüman vatandaşlara mal ve paralarının karşılıklarını veriyor ama Hıristiyan vatandaşlarınkini vermiyor. Uygulama çok açık: Hıristiyanlar eşit vatandaş sayılmıyor, en temel vatandaşlık hakkından mahrum bırakılıyor, devlet tarafından açıktan soyuluyor. Bu kararı alan modern Türkiye’nin kurucu sembolü meclis. ‘Yüz Yıllık Apartheid’ kitabımda, dönemin meclis gizli oturum tutanaklarında bu soygunun nasıl “kitabına uydurularak” yapıldığını, oturum tutanaklarından okuyabilirsiniz. Burada da “sinsi ve kurnaz” olarak tanımlayacağım ‘Apartheid’ sisteminin basit bir uygulaması söz konusu idi.
İlk Meclis’te Hıristiyanların vatandaş sayılmaması yönünde başka tedbirler de alındı mı?
Elbette alında ama örneklere geçmeden önce herkesin bilmesi gereken en temel gerçek şu: Ankara hükümeti, İttihat ve Terakki iktidarının bir devamıdır. Ve İttihat Terakki’nin 1913’ten itibaren yürürlüğe koyduğu, Hıristiyansız bir toplum yaratma projesini ilk günden itibaren kaldığı yerden hayata geçirmeye devam etmiştir. Örneğin Ankara Meclisi için yapılan seçimlere Hıristiyanlar dahil edilmediler. Hıristiyan vatandaşların elinden seçme ve seçilme hakkı zorla alındı.
Açılmasından hemen sonra Meclis’in ele aldığı ilk konuların başında, 1915 Ermeni soykırımı suçu ile yargılanmakta olanların serbest bırakılması gelir. Karar 8 Mayıs 1920’de alınmıştır. Açılışın ikinci haftasında alınan kararın sembolik değeri ortadadır. Bunu 11 Ağustos 1920’de, “tehcir davalarına” bakan mahkemelerin lağvedilmesi takip eder.
Görüldüğü gibi Ankara Meclisi, Ermeni soykırımının geride bıraktığı işleri temizlemekle meşguldür. Bu önemli adımlardan bir tanesi de Ermeni soykırımına katılmaları için hapishanelerden çıkartılarak Teşkilat-ı Mahsusa birliklerine katılan katillerin affedilmesidir. 22 Ocak 1921’de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının verdiği bir teklifle bu katiller affedilecektir. Hıristiyanlara yönelik cinayetlerin affedilmesi bir tek soykırım yılları ile sınırlı kalmamıştır. 31 Ekim 1923’te çıkartılan bir başka kanunla, 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra Kuvayı Milliye kuvvetlerinin işlediği tüm cinayetler affedilmiştir.
Hıristiyanlara karşı getirilen uygulamalar bir tek katliamlara katılmış suçluların affedilmeleri ile sınırlı kalmayacaktır. Ankara hükümeti, İttihat ve Terakki’nin, Ermeni mallarını yağmalama siyasetine de devam edecektir. Bu konuda ilk adım 14 Eylül 1922’de atılır ve İttihat ve Terakki’nin Ermeni mallarının yağmasını düzenleyen 26 Eylül 1915 kanunu yeniden yürürlüğe sokulur. Aradan zaman geçtiği için yeni bazı düzenlemeler yapmak gerekecektir. 15 Nisan 1923’te çıkartılan bir kanunla, 1918-1923 arasında el konulmuş veya konulacak mallar da kanuna dahil edilir. Yani İttihatçı sisteme geri dönülür.
Meclis’in aldığı kararlardan bir başkası da Hıristiyan ve Yahudi vatandaşların çalıştıkları şirketlerdeki işlerine son vermektir. Mayıs ve Haziran 1923 tarihlerinde İstanbul’dan Ankara’ya çağrılan yabancı şirketlerden, Hıristiyan ve Yahudi vatandaşları işten atmaları ve yerine Türkleri işe almaları istendi. Hıristiyan ve Yahudilerin, sadece devlet memurluklarında değil, bazı mesleklerde de çalışmalarını yasaklayan bir dizi kanun yapıldı. Bu kanunlarla Apartheid perçinlendi.
Burada sadece bazı örneklerini sayalım: 10 Mart 1924 Osmanlı Bankası İmtiyaz Süresini uzatan kanun; 2 Nisan 1924 Avukatlık Kanunu; 3 Mart 1926 ve 4 Temmuz 1936 Hakimler Kanunu; 18 Mart 1926 Memurin Kanunu; 24 Ocak 1927 Eczaneler ve Eczacılar Hakkında Kanun; 28 Mayıs 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunu; 25 Haziran 1927 Sigortacılığın ve Sigorta Şirketlerinin Teftiş ve Murakabesi Hakkında Kanun; 14 Nisan 1928 Tababet ve Şuabatı [Hekimlik ve dalları] San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun; 11 Haziran 1932 Türkiye’de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun…
Görüldüğü gibi, kuruluş ile birlikte Hristiyan ve Yahudileri eşit vatandaş saymayan, onlara bazı meslekleri yasaklayan bir Apartheid sistemi yavaş yavaş inşa edildi.
1923'lerde Lozan anlaşması ile Ermenilerin geri gelmesi söz konusu oluyor. Ancak çoğu, ülkeye sokulmuyor. O dönemde nasıl vakalar yaşandı?
Tekrar etmek gerekir. Ankara Hükümeti, İttihat ve Terakki’nin Hristiyanlara karşı politikalarını kaldığı yerden devam ettirmiştir. Bu politikanın dört önemli sac ayağı vardı. Birincisi, tehcir veya başka nedenlerle yurt dışına çıkmış olanlar ülkeye sokulmayacak; ikincisi, içerde kalanlar çeşitli biçimlerde kovularak Türkiye’den çıkartılacaklar; üçüncüsü, şu veya bu şekilde içerde kalacak olanların dağınık yaşamalarına müsaade edilmeyecek ve belli merkezlerde toplanacaklar ve dördüncüsü Hristiyan ve Yahudiler temel vatandaşlık haklarından mahrum bırakılacaklar. Aynen de öyle yapıldı.
Lozan Antlaşması’nın 30 ve 36 arası maddeleri vatandaşlık hukukunu düzenler. Buna göre, Osmanlı devlet sınırlarında oluşan yeni devletlerde, kim hangi ülkede kalmışsa oranın vatandaşı olacaktı. Ama önceden yaşadıkları yerlere geri dönmek isteyenlerin vatandaşlık hakları iki yıl boyunca saklı tutulacaktı. İsteyen bu süre içinde geri dönebilecek, mallarını geri alabilecekti. Ayrıca geri dönmeyenlerin malları üzerindeki hakları da devam edecekti. Lozan hükümlerinin belli olması üzerine 1923 ve 1924’te geri dönen Ermeniler oldu. Ağustos 1923’te ABD’den gemi ile gelenler ülkelerine sokulmadılar. 1924’te ise rüşvet vererek ülkeye girmeyi başaranlar oldu. Haberin duyulması, rüşvet de söz konusu olduğu için büyük krize yol açtı. Basın konunun üstüne gitti ve konu bir hükümet krizine dönüştü. Bir bakan istifa etti ve birçok üst düzey memur görevden alındı. Oysa Ermenilerin ülkeye girmesinde kanuna aykırı bir durum yoktu. Fakat hükümet hiçbir Hıristiyan’ın geri dönmesini istemiyordu. Bunun için 2 Temmuz 1924’te Seyrüsefer Talimatnamesi düzenlendi.
Talimatname, Apartheid sisteminin önemli bir köşe taşıdır. Vatandaşlar iki gruba ayrıldılar. “Türk tebaası Müslümanlar” ve Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşlar. Müslümanlar, hangi nedenlerle çıkmış olurlarsa olsunlar geri dönebileceklerdi. Fakat Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşların ülkeye dönüşleri yasaklandı. Sadece Ankara Milli Hükümeti’nden pasaport alarak izinle çıkmış olanlar varsa geri dönebileceklerdi. Dönmeleri istenmeyenler kanunda, ““avdetleri arzu edilmeyen muhtelif anâsıra mensup eşhâs” olarak tanımlandı. Yeni çıkartılan başka kanunlarla ise, Türk ırkına mensup yabancı uyruklular “çok kıymetli sermaye” olarak tanımlandılar ve ülkeye girmeleri teşvik edildi.
İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü’nün iç yapısını anlatan 1931 yılına ait bir belge bu açıdan çok önemlidir. Birinci Şube, “Birinci Şube Kısm-ı Siyasi” olarak adlandırılmıştır. Şube dört kısma ayrılmıştır. İkinci kısmın görevi şudur: “Türk tebaasından veya ecnebi tebaasından olan Grigoryan, Protestan; Katolik vesair her mezhepten olan Ermenilerle Türk ve Ecnebi Rumların ve Musevilerin faaliyeti siyasiyelerinin tespit ve cemaat işlerinin takibi ve bilcümle gayrı müslümlerin müessesatı diniye ve milliyelerinin tespit ve takibi ve gayrı müslüm firarilerin memlekete avdet edip etmedilerinin takibi ile meşguldür.”
Bu belgenin dili çok açık. İttihatçı politikaları devam ettirerek Hıristiyanları içeri sokmamak, içerdekini kovmak, kovamadıklarını ikinci sınıf vatandaş olarak yaşatmak için Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde bir birim kurulmuştur. Apartheid rejiminin bundan daha açık bir görüntüsü olabilir mi?
1923 sonrasında Ermenilerin daha doğrusu gayrimüslimlerin ülke içinde seyahat etmeleri de bir süre için yasaktı. Burada nasıl bir mantık güdülüyor?
Seyahat yasakları, soykırım sürecinde başlamıştı. Cumhuriyet dönemindeki seyahat yasaklarının en önemli nedenlerinden birisi de İstanbul’daki Ermeni, Rum ve Yahudilerin ekonomik hayatlarına darbe vurmaktı. Başta tüccarlar olmak üzere iş adamları bu yasak nedeniyle Anadolu ile ticaret yapamaz ve ekonomik faaliyet sürdüremez hale sokuldular. Ama bu yasak nedeniyle, örneğin İstanbul’da oturanlar kendi yazlık evlerine gidemez oldular. Yasaklar İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar devam etti. Bu da Apartheid rejiminin açık bir göstergesi idi.
1930’larda Ermenilerin kasaba ve köylerde yaşamasına izin vermeme eğilimi doğuyor. Öyle görünüyor ki bu tüm Türkiye’ye teşmil edilmiyor ama bazı bölgelerdeki Ermeniler sürülmekten kurtulamıyor sanırım.
Uygulama tüm Türkiye’ye teşmil edilmiştir. Özellikle kırsal alanlarda yoğunlaşma ciddi bir güvenlik tehdidi sayıldı. 1930’lu yıllarda Dersim kırsalında özel askeri arama tarama çalışmaları yapıldı ve bulunan Ermeniler hakkında raporlar yazıldı. Sason operasyonlarında yakalananlar zorla Suriye’ye sürüldüler. Bazı bölgeler, Ermenileri sürmek için Askeri Yasak Bölge ilan edildi. Askeri Bölge ilan edilen bölgelerde, ilgili kanuna göre yabancıların ikamet etmesi yasaktı. Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olan Ermeniler “yabancı” ilan edilerek bu bölgelerden zorla çıkartıldılar.
Az sayıda kalanlara dokunmadılar ama her yıl valilerden bölgelerinde Ermenilerin sayıları hakkında bilgi istendi. Bu Ermenilerin ne kadarının “yerli”, ne kadarının oraya sonradan gelme olduğu sorulan sorular arasındaydı. Valilerden rapor almak yeterli bulunmadı. Her yıl bölgelere düzenli müfettiş gönderilerek Ermeni nüfusundaki değişimler ve Ermenilerin ekonomik durumları rapor edildi. Mal, mülk, şirket gibi ekonomik varlıkları kayıt altına alındı. Kitabımda bu tür müfettişlik raporlarından örnekler var. Cevap verilmesi gereken soru şu: Sayıları neredeyse yokluk düzeyine indirilmiş Ermenilere yönelik yapılan bu uygulamaları nasıl açıklayacağız? Ülke güvenliği açısından hiçbir tehdit oluşturmayan bu insanlara karşı yapılan uygulamaların açık bir ırkçılık örneği olarak kabul edilmesi gerekir.
Şöyle bir şey sorsam: Agop Martayan her ne kadar soyadını değiştirmek (Dilaçar) zorunda kalsa da rejimde kendisine bir yer buluyor. Berç Keresteciyan da yine soyadını değiştirerek (Türker) milletvekili oluyor. Benzer başka örnekler de var. Bu örnekler sizin tezinize ters örnekler mi yoksa tezinizi bir şekilde destekleyen örnekler mi?
Elbette destekleyen örnekler. Amerika’da kölelik sisteminin en kuvvetli olduğu eyalet Virginia eyaleti idi. Ama burada köle sahipleri arasında siyah olanlar da vardı. Siyah köle sahibinin varlığı köleliğin olmadığının gerekçesi olabilir mi? Türkiye’de de dönem dönem göstermelik olarak Ermeni, Rum veya Yahudi milletvekiline özel izin verdiler, meclise aldılar vb. Yukarda aktardıklarım bu ülkede bir Apartheid rejiminin varlığını açık olarak göstermeye yeterlidir.
Özetle, modern Türkiye’nin başlangıcı sayılan yeni Meclis’in Nisan 1920’de açılmasından itibaren çıkartılan bir dizi açık veya gizli kanun ve kararnamelerle bu ülkede açık bir Apartheid rejimi kuruldu. Bu kanun ve kararnamelerin çoğu bugün bile yürürlüktedir. Yürürlükte olmadıkları durumlarda ise bunların yanlışlığı konusunda en küçük bir hesaplaşma yaşanmadı. Bu kanunların ruhu-varlığı kurumsal olarak etkisini sürdürmeye devam etmektedir.
Bu röportajda sadece kast sisteminin en altında yer alan Ermeniler özelinden hareketle oluşturulan Apartheid rejimini ele aldık. Kürtlere ve Alevilere hiç değinmedik bile… İşin özeti şudur: Cumhuriyet’in yüzüncü yılında ülkede bir Apartheid rejimi olduğu hala bilince çıkmış değil, bunun önemli nedenlerinden birisi, bu rejimin son derece “sinsi ve kurnazca” kurulmuş olmasıdır. Bu “sinsi ve kurnazlığın” arkasında yatan ise zayıflıktan kaynaklanan bir korkudur. Abdülhamit’ten İttiahtçılara ve oradan da Ankara rejimine geçen ilginç bir gelenek var: rejimler zayıf olduklarını biliyorlar ve Hıristiyanlara karşı şiddet önlemleri aldıklarında bunun dış müdahele ihtimali yaratmasından korkuyorlar. Bu nedenle yaptıkları şiddet gösterilerini “sinsi ve kurnaz” metotlarla örtmeye çalışıyorlar. Bu ülkedeki, Abdülhamit’ten bu yana devam eden bu korkaklıktan kaynaklanan “sinsi ve kurnaz” Apartheid rejimi fark edilmedikçe demokrasi ve insan haklarına ilişkin hiçbir sorun çözülemeyecektir. Acı gerçek budur.
Agos
- Barış Vakfı'ndan 'Kürt Sorunu İçin Bütünlükçü Barış Yöntemi' raporu
- İsrail’e ticaret devam ediyor…
- Sokakta çalıştırılan çocuk sayısı 50 bine dayandı
- 8 bin 521 tutuklunun tahliyesi engellendi
- Tutuklanan Ahmet Özer'in adı İmralı tutanaklarında nasıl geçiyor?
- Ahmet Özer: Kayyım için altyapı oluşturulmuştur
- PSK 50. Yılı İstanbul’da Coşkuyla Kutlandı
- Çanakkale'de Kürt düğününe ırkçı saldırı
- Gece kulübünde akılalmaz parti: Kafese kadın koyup parayla kırbaçlatmışlar
- İzmir’de PSK’nin 50. Kuruluş Yıldönümü Kutlandı