20.09.2023
İradi demans
Türkçü tarihçi Necip Asım Bey, henüz basılmamış olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Genç Osman olayını bütün ayrıntıları ve iğrençlikleriyle anlatan bir sayfasını yırtıp yok etmişti. Bu davranışını kınayanlara da Necip Asım Bey şu karşılığı vermişti: “Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir; bunu gelecek kuşaklara göstermek doğru olmadığından yırttım.” Tanrıkulu tartışmasında Erdoğan da Necip Asım Bey’in izinden gidiyor. Tarihimize yakışmayan sayfayı yırtıp atıyor ve böylece olmuş olanı olmamış hale getireceğini sanıyor. Yeni bir rejim inşa sürecinde iseniz ihtiyaç duyacağınız bir hareket.
Etyen Mahçupyan
Milliyet’in ‘Tarih Dizisi’ yayınlarından, “İlk çağlardan günümüze Suikastlar ve Ayaklanmalar Tarihi’nde Genç Osman bölümü şöyle başlıyormuş: “Seksen yıl kadar önce, tarihçi ve ‘Türkçü’ Necip Asım Bey, henüz basılmamış olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Genç Osman olayını bütün ayrıntıları ve iğrençlikleriyle anlatan bir sayfasını yırtıp yok etmişti. Bu davranışını kınayanlara da Necip Asım Bey şu karşılığı vermişti: Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir; bunu gelecek kuşaklara göstermek doğru olmadığından yırttım.” (Kaynak: Çetin Altan, 26 Nisan 2011, Milliyet – “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz” Bursalı Tabip Muhammet Bey’)
Belli ki Necip Asım Bey derin bir kimlik bilinci ile davranmış, yeni bir rejim ve millet inşa edilirken geçmişin ‘çapaklarından’ kurtulmak gerektiğini kavramış. Yanlışı olmayan bir hayali geçmişin bize gerçeklikten daha fazla uyduğunu sezmiş.
Modernlik benliğin ancak gerçeği hatırlayarak sağlıklı bir şekilde oluşabileceği fikrini vazetti. Ancak bizim gibi halklar için bu aşırı bir külfet. Kendine nesnel bakma, kendini tanıma gibi uğraşların benliğimizi tarumar etme, kimliğimizi sıradanlaştırma ve değersizleştirme ihtimalinden öylesine korkuyoruz ki ‘iradi demansı’ yeğliyor, bilerek ve isteyerek unutkanlığa sığınıyoruz.
Tatsızlık yaşanmasın, ‘kaçak’ olmasın diye de söz konusu ‘milli unutkanlığın’ devlet rehberliğinde, ‘hukukun’ gözetiminde yaşanmasını, böylece gerçekliğin zapturapta alınmasını istiyor ve bunu bize sağlayan ideolojiye tutunuyoruz.
Kısacası gerçeklik de bizler için demokrasi gibi bir şey… İşimize geldiği oranda olmalı, gerisi ise olmak zorunda olmamalı. Necip Asım Bey işe sayfa kopararak başlamış ama akabinde söz konusu kitapta ‘gerekli’ düzeltmelerin yapıldığını, hatta yeni sayfaların eklendiğini duysak herhalde şaşırmazdık.
Bizim için tarih yaşanmışlıktan bağımsız bir olgu… Hiçbir şey yaşanmamış olsaydı, ya da biz yaşananlar hakkında hiçbir şey bilmeseydik bile kendi yazdığımız bir tarihimiz olacaktı. Nitekim halen yaşananlara ve geçmişte yaşanmış olanlara bu tarihin prizması içinden bakıyoruz. Bazılarını tarihe ekliyor, bazılarını dışarda bırakıyor, bazılarını değiştiriyor ve nihayet birçoğunu da uyduruyoruz.
Ama bundan gocunmuyoruz. Aksine bu ameliye bize ‘doğal ve normal’ geliyor. Acaba niçin? Muhtemelen gerçeklikle karşılaşmanın psikolojik maliyeti çok yüksek… Sanki ‘ne mal olduğumuzu’ biliyor ama duymak istemiyoruz. Ayrıca toplumsal inşa döneminde, yani yeni bir kimlik tanımının ve benlik algısının üretilmesi sürecinde söz konusu maliyet daha da yüksek.
Cumhuriyet döneminin başında, ilk yirmi yıl bu psikolojik baskı altında yaşandı. Yeni rejim modern bir devlet ve toplum kurma hayaliyle yola çıktı. Bunu vatandaşlığı hukuki ve laik bir temele oturtarak yapmaya çalıştılar. Ancak karşılarına daha derin bir mesele çıktı: İmparatorluk bakiyesi çok etnisiteli, çok dinli, parçalı kültürlü bir kimlik tortusu ve yenilgileri hazmedememiş, Batı karşısında küçüklük kompleksini aşamamış bir çocuksu benlik…
Kemalizm kimlik meselesini modernlik üzerinden çözebileceğini sandı. Benlik meselesini ise farklı bir geçmiş anlatısı ve karakter güzellemesi ile aşmaya çalıştı. Ne var ki yüzeysel ve eksik kaldı.
Dindarlar laikliğe mecburen göreceli uyum sağladılar ama cemaatçi vasıflarını korudular. Laiklik ise nihayette bir başka cemaat üretmiş oldu. Toplum olunamadı… Ve toplum olmadan milletleşmeye çalışmanın birtakım hastalıklı unsurları peşimizi bırakmadı.
Şimdi Kemalizm’in tükenmesiyle birlikte bu hastalıklı unsurlar kendilerine bir ideoloji, yeni ama mümkünse tanıdık bir anlatı arıyor. Diğer deyişle iyileşmek peşinde değiliz… Hastalığımızın ‘normal’ addedilmesini istiyoruz sadece.
İttihatçılığın yeniden makbul hale gelmesinin nedeni bu… Yeni İttihatçılık nabzımızın şerbeti… 2016 sonrası yeni bir inşa dönemindeyiz. Siyasi sistem değişti, anayasa değişmek üzere, devlet ile siyaset arasındaki mesafe kısaldı, yargı yürütmenin doğal uzantısı olarak tasavvur edilmeye başlandı, özgürlüklerin ilkesel temeli ‘yabancı’ (zararlı) bir unsur olarak tanımlandı.
Ve de şaşırtıcı olmayan biçimde artık yeni bir geçmişe, yeni bir tarihe ihtiyaç var.
Gelinen noktaya dair bir örneği Vahap Coşkun’un yazısından okuyalım (‘Kurbanlık koyun’, 11 Eylül 2023, Serbestiyet): “(Sezgin) Tanrıkulu, geçen hafta bir televizyon programına telefonla katıldı. Programda, Diyarbakır-Kulp’ta 11 vatandaşımızın zorla kaybedildiği ve 1994’te Şırnak-Uludere’nin Kuşkonar ve Koçağılı köylerinde 34 vatandaşımızın hayatını kaybettiği olayları hatırlattı. Bu olaylar sonradan yargıya intikal etmişti. Avrupa İnsan hakları Mahkemesi Kulp’ta vatandaşların askeri helikoptere bindirildikten sonra kaybedildiği ile Kuşkonar ve Koçağılı’da köylerin savaş uçaklarıyla bombalandığı iddialarını içeren yaşam hakkının ihlal edildiğine karar vermişti. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de Kuşkonar ve Koçağılı’nda yaşam hakkının ve insan haysiyetle bağdaşmayan muamele yasağının ihlal edildiğine hükmetmişti.”
Yani herkesin bildiği, üzerinde aylarca yazılıp çizilen, sonraki yıllarda AK Parti yöneticileri tarafından fırsat çıktıkça hatırlatılan olaylar… Hem adalet arayışlarına ve Kürtlerin yaşamakta olduğu mağduriyetlere işaret için, hem de ordu üzerinde sivil denetimin ne denli gerekli olduğunu göstermek ve siyaseti özgürleştirmek adına gündeme gelmişti. Ve takdir edersiniz ki bu ideolojik kampanyanın siyasi taşıyıcısı Erdoğan’dı…
Ama şimdi aynı Erdoğan Tanrıkulu için şöyle konuşabiliyor: “Sözde milletvekili, terörist müsveddesi. Benim Mehmetçik’ime nasıl hakaret atıyor televizyonda izlediniz. Biz ikinci sınıf hak ve özgürlüklere mahkum ve mecbur edenler bizi Türkiye Yüzyılı vizyonumuzdan ciddi rahatsızlık duyuyor.”
Erdoğan yaşananları unutmuş olabilir mi? Yıllarca kendisinin ve partisinin bu konudaki tespitleri bir anda aklından uçup gitmiş midir? Tabii ki hayır… Necip Asım Bey’in izinden gidiyor. Tarihimize yakışmayan sayfayı yırtıp atıyor ve böylece olmuş olanı olmamış hale getireceğini sanıyor. Cesur bir hareket… Sadece devletin yaptıklarının değil, kendi söylediklerinin de unutulmasını bekliyor.
Ama yeni bir rejim inşa sürecinde iseniz ihtiyaç duyacağınız bir hareket. Demokratlıktan nasibini almamış insan topluluklarında her rejim kendisine uygun fiktif bir tarih üretmek, iradi demansı teşvik etmek, halka yeni anlatıyı sahiplendirmek isteyecektir.
Yeni anlatı doğal olarak kurumları da yeniden tanımlayacaktır. Daha önemlisi kurumları yeni bir bağlama, yani ilişki ve hiyerarşi algısına oturtacaktır. Nitekim bu artık Kemalizm’in değil, İttihatçılığın ordusu… Laikliğin değil, dindarlığı milliyetçilikle birleştiren ‘yerli ve milli’ kimliğin koruyucusu. Batılılaşmanın değil, bağımsızlaşmanın savunucusu. Yaşanmış gerçekliğin değil, ‘yaşanmış olması gereken’ gerçekliğin faili.
Erdoğan da artık Kemalizm karşısında özgürlük, eşitlik arayışı içinde olan kişi değil. Yeni İttihatçılığın organik parçası. Kendisine düşeni yapmak zorunda olan, bu sayede gücünü tahkim eden ve o gücü devletle daha bütünsel ilişkiler geliştirmek üzere kullanan biri. ‘Benim Mehmetçik’im’ lafı rastgele değil. Yeni ilişki modelinin sembolik yapısını yansıtıyor.
Ancak Erdoğan’ın ikinci cümlesi daha da uyarıcı. Kimsenin bizi ‘ikinci sınıf hak ve özgürlüklere’ mahkum edemeyeceğini, bu tür kişilerin Türkiye Yüzyılı’ndan rahatsız olduğunu söylüyor. Ne acaba bu ‘ikinci sınıf hak ve özgürlükler’? Modernliğin getirdiği, ilkesel addedilen bireysel ve grupsal hak ve özgürlükler olmasın? Öyle ise ‘birinci sınıf hak ve özgürlükler’ ne olabilir? Muhtemelen ‘milletin’ hak ve özgürlüğü… Benlik arayışı etrafında homojenleştirilmiş, tek bir meşru kimlik altında toparlanmış bir halkın geleceğe uzanan bütünsel çıkarları…
Yeni İttihatçılığın (ve Türkiye Yüzyılı’nın) millet ve devlet tasavvuru ‘faşizan’ bir tınıya sahip. Dolayısıyla gelecekle ilgili çizdiği ‘mefkure’ de o yönde bir davet. Ancak bu bize yabancı, yadırgayacağımız bir varoluş hali değil. Aksine bize ait, ‘doğal ve normal’ gelen, kolayca benimseyebileceğimiz bir rejim.
Yapılacak en büyük yanlış bu gelişmeleri Erdoğan’ın şahsına bağlamak olur… Erdoğan eleştirisinde fazla ileri giderek kendimizi aklamayalım. İttihatçılık Erdoğan’dan çok daha fazlası…
Söz konusu televizyon programını izleyen Vahap Coşkun’a dönelim: “Ama Tanrıkulu bunlardan söz edince, programın diğer konukları sanki bunlardan ilk defa haberdar oluyorlarmış gibi bir tavır takındılar. Hatta Tanrıkulu’nu olmayan bir olayı gündeme getiren, yalan söyleyen ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bühtanda bulunan biri olarak sunmaya çalıştılar.”
Programdaki davetlilerin siyasi otoriteden işaret alma ihtiyacı yok. Onlar ‘iradi demansı’ çoktan içselleştirmiş, kendi kariyerlerini bu ‘milli’ tutum üzerine inşa etmiş durumdalar. Bu tavrın oportünizmden başka bir şey olmadığı öne sürülebilir… Ne var ki sonuç değişmez. Yeni İttihatçılığın oportünizmi böylesine ‘doğal’ şekilde tetiklemesi bile hakkımızda bir şeyler söylüyor…
Bu programın ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Tanrıkulu hakkında soruşturma başlatması, Adalet Bakanlığı’nın soruşturmaya izin vermesi ise artık sadece rutin bir gelişme. Geçmişin sadece hoşlanmadığımız sayfalarını yırtıp atmıyoruz, geçmişte söz konusu sayfaların varlığını hatırlatanları da ‘hukuk’ yoluyla ‘milletin’ dışına yırtıp atıyoruz.
Bunun nereye varacağını merak edenler olabilir. Ona da bir küçük örnek verelim: Yarın oynanacak Aksarayspor-Amedspor maçı öncesi Aksarayspor taraftarları ‘Şehr-i Müdafaa’ başlıklı bir açıklama yayımladı. Aynen şöyle…
“17 Eylül Pazar Günü Şehrimizde Oynanacak Olan 68 Aksaray Belediye Spor – amed sportif faaliyetler Maçı İçin Uyarımızdır !!!
Maç Günü, Maç Öncesi, Maç sonrası Şehrimiz Tek Gayemiz Ve İlk Önceliğimiz Olan Aksaray’da amed sf Taraftarlarını, Formalarını, Atkılarını Şehrimizde Görmek İstemiyoruz.
Şehrimizde Olaylara Sebebiyet Verecek Tezahürat Slogan Oluşum Yada Gruplar Görmemiz Halinde Müdahale Etmekten Asla Çekinmeyeceğimizi Ve Geri Adım Atmayacağımızı Siz Değerli Aksarayspor Taraftarlarına Ve Kamuoyunun Bilgisine Sunarız.
68 Ergenekon Taraftarlar Derneği”
Fazla söze gerek yok… Amed kelimesinin küçük harfle, diğer bütün kelimelerin (ve kelimesi dahil) büyük harfle başlaması, ‘yada’ kelimesinin gösterdiği bilgi seviyesi iyice basmakalıp özellikler.
Önemli olan Yeni İttihatçılık çerçevesinde kotarılan makbul kimliğin ve onun etrafında örülen milliyetçiliğin dışlamaya, şiddete, yok saymaya ve muhtemelen yok etmeye ne denli yatkın bir ruh hali ürettiği.
Yeni İttihatçılık ideolojiye yaslanan suçları ‘millileştirerek’ aklayan, giderek bu suçları ‘milliliğin’ delili olarak yücelten bir yaklaşım. Ama endişeye mahal yok… Nasıl olsa iradi olarak unutuyor, istemediğimiz sayfayı yırtıp atıyor, yerine yenisini yazıyoruz.
Organik Bütünleşme
Yeni İttihatçılık devletle siyaset, devletle toplum ve siyasetle toplum arasında birbirini tamamlayan ve destekleyen bir organik bütünleşme tasavvur ediyor. 2016 yılından bu yana da iktidar sayesinde bu bütünleşme adım adım hayata geçiyor. Yeni anayasa söz konusu yeni rejimin (tüm benlik, kimlik ve vatandaşlık nitelikleriyle birlikte) meşruiyetini ve ilanihaye kalıcılığını ilan etme hamlesi olarak planlanıyor. Yaşananların çoğu basit, ilkel, niteliksiz, ham, hatta pespaye gözükebilir. Gerçekten de öyle… Ama ülkeyi geri dönüşü olmayabilecek bir yöne doğru götürüyor. Yaşanmakta olanların bir bütün olarak derinliğini ve ciddiyetini kavrayamayanların elinde ise, hüsran dışında bir şey kalmayacak gözüküyor.
Rejim, siyasi sistem ve toplumsal psikoloji hızla Kemalizm’den uzaklaşmasına rağmen, aydınların zihni bu yıpranmış paradigmanın etkisinden kurtulamamış gözüküyor. Kemalizm’in kimlik ve benliğe dair önermeleri çoktan bir kenara bırakıldı. Kimse 1930’lu ya da 90’lı yılların laikliğini övmüyor. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ veya ‘yurtta sulh dünyada sulh’ türünden klişeleri terennüm etmiyor. Bunlar neredeyse birer ‘entelektüel ayıp’ konumunda…
Ancak Kemalizm’in zihniyeti özellikle laik aydın çevrelerde hükmünü sürüyor. Türkiye’de ‘aydın’ olmanın laiklikle doğal ilişkisi, bu çevreleri ataerkillik üzerinden gelişen toplumsal varoluş hallerini anlamakta yetersiz bırakıyor. Siyaseti (ve hayatı) güç ilişkileri, çatışma, kontrol, yaptırım, taviz üzerinden okumaya fazla alışıklar.
Bu nedenle Türkiye siyasetine baktıklarında tanıdık (ve rahatlatıcı) bir sürekliliği temel alıyorlar. Bir yanda ordunun başını çektiği bürokrasi (devlet), diğer yanda İslami duyarlılığın taşıyıcısı bir parti (siyaset). Buraya kadar sorun yok… Ne var ki bunlar arasındaki ilişkiyi de (yine süreklilik atfederek) otoriter zihniyet içinde yorumluyorlar.
Yani devlet ile siyaset, bürokrasi ile AK Parti, rejimin iradesi ile Cumhurbaşkanı’nın iradesi arasında bir güç mücadelesi, çatışma olduğunu varsayıyorlar. Ne var ki 2016 sonrası farklı bir evredeyiz… Tabii ki karşılıklı küçük sınamalar, ön almalar, fırsat kullanmalar, alan genişletmeler yaşanıyor. Ancak devlet ile siyaset arasında artık çatışma yok…
Dolayısıyla ne devlet Erdoğan’ı ne de Erdoğan devleti ele geçirmiş durumda. Buna ihtiyaç da duymuyorlar. Aksine birbirlerinin varlığı sayesinde söz konusu yakınlaşmanın (ve dolayısıyla rejimin) meşruiyeti artıyor, kalıcı olma şansı yükseliyor.
Söz konusu değişimi anlayamadığınızda Erdoğan ve AK Parti’deki değişimi de anlamak zorlaşıyor. 2010 yılında Erdoğan hala bürokratik tasalluta karşı direnen, demokratik alanın genişlemesi için uğraş veren biriydi. 2015’ gelindiğinde yaşadığı kişisel deneyim (Gülencilerin milletvekili talebi, Hakan Fidan’ın tutuklanma girişimi, Gezi hadisesi, Batı’nın Mısır’da Sisi darbesine onay vermesi, 17/25 Aralık, hendek olayları) Erdoğan’ın psikolojisini radikal biçimde etkiledi. Muhtemelen düşmanlarla ve çoğu kifayetsiz siyaset erbabı ile çevrili olduğunu, bu dünya karşısında ‘yalnız ve tek başına’ kaldığını düşündü.
Bu arada 2015 Kasım seçimi büyük farkla kazanıldı ve Erdoğan kendisini ‘tek adam’ kılmak, nihayet misyonunu gerçekleştirmek üzere parti içi tasfiyeye girişti. AK Parti kısa sürede katıksız bir lider partisine dönüştü. Gülencilerin bir yıl sonraki darbe girişimi ise tüm Gülen camiasının tasfiyesi için kullanıldı. Bürokrasi boşaldı, yerine MHP’liler geldi ve aynı MHP Erdoğan’a arzuladığı başkanlık sistemini sundu.
Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte devletle siyaset arasındaki çatışma dönemi de kapandı. İktidarın kamusal alandaki otoriterliği bizi yanıltabilir… İktidarın iç yapılanmasında otoriter değil, ataerkil ilişkiler hakim. Tarafların asıl kaygısı birbirine uyum sağlamak, birbirini dışlamamak, aralarındaki ‘sağlıklı’ ilişkiyi sistemleştirerek kalıcı hale getirmek. Nitekim yeni anayasa da bunu yapacak…
Yeni İttihatçılığın iktidar tasavvuru yönetimin giderek organik bir bütünleşmeye ulaşmasını, tek bir bütüncül irade oluşturmasını hedefliyor. Kimse kimseyi ‘ele geçirmiyor’. İktidar ‘el ele’ bir ‘büyük misyona’ hazırlanıyor.
Nitekim ordu mensuplarının nasıl hızla değiştiğini gözlemliyoruz. YAŞ kararlarının nasıl kolayca ve ‘yumuşak’ bir biçimde hayata geçtiğini fark ediyoruz. Kariyeri sonlanan (kendisine ‘haksızlık’ yapılan) generallerin bile duygusal veda mesajlarıyla Erdoğan’a güzelleme yaparak ayrıldıklarını görüyoruz. Bu subaylar İslamcı değil, bir anda dindar da olmuyorlar. Ama onların gözünde (ve gerçek de bu!) Erdoğan 10 yıl önceki kişi değil. Eski rejimde devlete mesafeli olan bu siyasetçi, yeni rejimde devletin organik parçası.
Organik bütünleşme sadece devletle siyaset arasında yaşanmıyor. Devletle toplum arasında da aynı dinamik işliyor. Yeni İttihatçılık bunu ‘makbul’ kimliği dönüştürerek başardı.
Kemalizm fazlasıyla modernist ve normatif bir proje ile yola çıkmıştı. ‘Yumuşak Türklük/sert laiklik’ şeklinde tasavvur edilen ideal kimlik nihayette başarısız bir deneyim oldu. Devlet Türklük algısını gerekli ölçüde yumuşatamadı… Toplum ise önerilen sert laikliği hazmedemedi. Bazıları fazla laik olurken, kültürel muhafazakârlar ve dindarlar cemaatçi reflekslerini korumakla kalmayıp siyasete tahvil ettiler.
Bu açıdan bakıldığında Yeni İttihatçılığın Kemalizm’e göre daha ‘demokratik’ bir kimlik anlayışıyla yola çıktığı öne sürülebilir. ‘Sert Türklük/yumuşak laiklik’ daha davetkar bir tutum. Cumhuriyet’in başından bu yana dışlanan dindarlar artık kendilerini devletin içinde, onun parçası olarak görüyor ve ‘benim devletim’ demeye daha hazırlar. Bu vizyon değişikliği ülkenin çoğunluğunun yeni rejimi ‘kendiliğinden’ desteklemesini sağlıyor. Artık toplumun çoğunluğu ile devlet arasında ideolojik bir gerilim yok… İktidar (ekonomide yaptığı gibi) akla ziyan işler yaparak halkın gündelik hayatını zehretmediği sürece kalıcı olmaya aday.
Yeni İttihatçılığın ‘sert Türklük’ anlayışının Kürtler açısından sorun yarattığı doğru. O ilişkide de yeni bir evrenin öncesindeyiz… Ama buradaki ‘kayıp’ göründüğü kadar değil, çünkü Kemalizm de hiçbir zaman ‘yumuşak’ bir Türklük üretememişti. Nihayette bütün o köy boşaltmalar, orman yakmalar, infazlar, dışkı yedirmeler, işkenceler Kemalizm’in hükmettiği dönemde yaşandı.
Devletle toplum arasında yeşermekte olan ‘organik bütünleşme’ bir ‘öz tasavvuruna’ dayanıyor. Devletin geçmişten geleceğe uzanan bir özne olarak ‘yeniden’ kurgulanması yeni bir geçmiş anlatısını, sembolleri, ritüelleri öne çıkartıyor. Toplum şu anki devletin ötesinde, yok edilemez bir tarihsel güç olan ve özü değişmeyen ‘Devletin’ parçası olmaya davet ediliyor. Ve şaşırtıcı olmayan biçimde laiklerin de bir bölümü (Ulusalcılar) bu davete hevesle katılıyor.
Batı’ya mesafeli durma, kabadayılık etme, yayılmacı dürtüleri besleme ve bunların hepsini ‘bağımsızlık’ kavramı altında toparlama birçok kişi için gurur okşayıcı bir ‘yeniden doğuş’ hali. Yaralı benliğin ihtiyaçlarına getirilen bir yanıt… Kemalistlerin bile kayıtsız kalamayacağı bir durum. Ne de olsa Kemalizm bir ‘giydirilmiş kabuktu’ ve her Kemalist’in içinde muhtemelen bastırılmış bir İttihatçı halen hüküm sürmekte…
Devletin toplumla organik bütünleşmesinin önkoşulu toplumun ‘milletleşmesi’. Geçmişin ‘din-u devlet’ anlayışına benzeyen bir ‘millet-u devlet’ yaklaşımı inşa oluyor. Benzerlik açık çünkü bu modern anlamıyla ‘millet’ değil, bildik nitelikleriyle cemaat… Diğer deyişle Yeni ittihatçılık ‘millet’ derken, devletle bütünleşen ve giderek genişlemesi beklenen bir cemaatlaşma anlıyor.
Nitekim söz konusu bütünleşmeyi kabullenmeyen, devlete mesafeli duranlar kendiliğinden milletin dışına itiliyor ve fıtraten dışında görülüyor. Bu da devletle bütünleşen kesimleri diğerleri aleyhine avantajlı kılıyor ve sayısız örneğini görmekte olduğumuz oportünizmin kapılarını açıyor.
Devlet-‘millet’ bütünleşmesi ideolojik ve psikolojik alanda cereyan ederken devletle siyaset arasındaki organik bütünleşmenin ‘fiziksel’ yönü de güçlü. Siyasi ve ekonomik rant yaratma ve bölüşüm dinamikleri o cenahta bir iç denge, bir tür ‘hakkaniyet’ üretmek zorunda.
Benzer bir denge ve hakkaniyet mekanizmasının siyasetle toplum arasında da olması beklenir. Yeni İttihatçı modelin kalıcılığı siyasetle toplum arasında da organik bütünleşme üretip üretemeyeceğine bağlı olabilir. Siyasetin toplumla ‘fiziksel’ bir paylaşım içinde olduğunu göstermesi ve toplumun bu paylaşımı hakkaniyetli bulması gerekiyor.
Ataerkil zihniyetin çerçevesi içinde (halk açısından) siyaset, toplum için düşünen, çırpınan, onun hayrına her türlü meşakkati çeken, onu koruyup kollayan, ona rehberlik eden, devletin imkanlarını ‘halkı için’ geliştirip tahsis eden bir ‘aracı kurum’. (Siyaset açısından) halk ise, kendisine verilenin kıymetini bilen, bunun için şükran duyan, siyasetin önceliklerini paylaşan, gereğinde külfete rıza gösteren ve karşılığında (ya da bu tutumun doğal uzantısı olarak) kendisini devletin parçası kılan, böylece ‘özneleşen’ bir cemaat.
Yeni İttihatçılık devletle siyaset, devletle toplum ve siyasetle toplum arasında birbirini tamamlayan ve destekleyen bir organik bütünleşme tasavvur ediyor. 2016 yılından bu yana da iktidar sayesinde bu bütünleşme adım adım hayata geçiyor. Yeni anayasa söz konusu yeni rejimin (tüm benlik, kimlik ve vatandaşlık nitelikleriyle birlikte) meşruiyetini ve ilanihaye kalıcılığını ilan etme hamlesi olarak planlanıyor.
Yaşananların çoğu basit, ilkel, niteliksiz, ham, hatta pespaye gözükebilir. Gerçekten de öyle… Ama ülkeyi geri dönüşü olmayabilecek bir yöne doğru götürüyor. Yaşanmakta olanların bir bütün olarak derinliğini ve ciddiyetini kavrayamayanların elinde ise, hüsran dışında bir şey kalmayacak gözüküyor.
Serbestiyet
- PSK: Seyid Riza ve Arkadaşları Ölümsüzdür
- Meclis'te 2013'te hazırlanan 'çözüm süreci' raporunda neler vardı?
- PSK: Erdoğan Kürdlerden Özür Dilemelidir
- PSK: Kayyım Siyaseti Geri Döndü
- Bozyel: Önümüzdeki tarihi hedef Kürt halkının özgürlüğüdür
- 'Kürt Meselesinde Çözümsüzlük Türkiye'ye Neler Kaybettiriyor?'
- ‘Fetihçi iktidarın, böyle bir din ulemasına ihtiyacı vardı
- Ali Çeven Serbest Bırakılmalıdır
- ‘Diyanetin varlığını sorgulamayan her laiklik tartışması yanlıştır
- Altan Tan, Devlet Bahçeli’nin Öcalan çağrısını üç nedene bağladı