Türkçe | Kurdî    yazarlar
Neo-İttihatçılık Yörüngesinde Türkiye: Devletin ve Rejimin Tecessümleri

2025-04-22

Türkiye’deki rejim dönüşümü, belirli bir lider veya partinin ötesinde, tarihsel köklerle derin bağlantılara sahip çok katmanlı ve ilişkisel bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı’dan miras alınan yönetim anlayışıyla modern tekniklerin iç içe geçtiği bu melez yapı, hem süreklilik hem de kopuş unsurlarını bünyesinde barındırmaktadır.

YUSUF CAN GÖKMEN

Türkiye’de siyasal rejim, son yıllarda tekil aktörlerin ötesine uzanan, çok katmanlı bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Bu dönüşüm, yalnızca kurumsal yapılarla sınırlı kalmayan; ideolojik kodlardan hukuk normlarına, ekonomik önceliklerden toplumsal sürekliliklere uzanan bir örüntü içinde kendini hissettiriyor. Gözlemlenen değişim, belirli bir eksene yerleştirilemeyecek kadar girift; farklı düzlemlerde işleyen dinamiklerin etkileşimiyle şekillenen bir mimari ortaya çıkarmakta.

Bu yazı, söz konusu dönüşümün farklı boyutlarını kavramaya dönük bir düşünsel eşlik öneriyor. Kavramsal çerçevesini kurarken çeşitli kuramsal araçlardan yararlanıldı. Kavramların her biri, belirli bir bağlamda üretilmiş olsa da, burada onların teorik hakikati kadar, açıklayıcı imkânları ön planda tutularak esnetildi.

Bu düşünsel çerçeve içerisinde, rejimin karakterini belirginleştiren en kritik yönelimlerden biri olan iktidar biçimlerine odaklanmak anlamlı görünüyor. Devletin karar alma ve topluma nüfuz etme kapasitesinin geçirdiği dönüşüm, teknik bir meselenin ötesinde; siyasetin yönünü, toplumsal yapıyı ve vatandaşlık tahayyülünü belirleyen kurucu bir mesele olarak öne çıkıyor.

Yüksek Despotik, Güçlü Altyapısal İktidar: Türkiye’nin Yeni Rejim Karakteri

Michael Mann’ın devlet kuramında yer verdiği altyapısal ve despotik iktidar biçimleri, ideolojik, askerî, siyasal ve ekonomik yönleriyle, Türkiye’nin son 10 yılında giderek iç içe geçen bir yapı sergiliyor. Bu ikili kuvvet, bir yandan toplumsal yaşamın kılcallarına nüfuz edebilme kapasitesini artırırken, diğer yandan karar alma süreçlerini toplumsal müzakerenin dışına taşıyan bir eğilim üretmekte.

Altyapısal iktidarın sınırları, idari hizmetlerin kurumsal yaygınlığından ziyade gündelik hayatın ritmini belirleyen bir örgütlenme formuna bürünüyor. Sosyal yardımların oluşturduğu bağımlılık hatları, dijital mecralar üzerinden artan görünürlük rejimi, merkezi müfredatla daraltılan pedagojik alan ve devlet güdümlü medya ağı, bu dönüşümün çeşitli tezahürlerine işaret ediyor. Foucault’nun biyopolitika yaklaşımıyla bakıldığında, iktidarın bireyin haklarının yanı sıra alışkanlıklarına, eğilimlerine ve düşünme biçimlerine de temas ettiği bir rejimsel alan şekilleniyor.

Despotik iktidarın genişleyen etkisi ise, kararların müzakere dışı alınabildiği bir yönetim tarzını pekiştiriyor. 15 Temmuz sonrasında olağan hâl rejiminin süreklilik kazanması ve KHK düzeniyle kurulan idari yapı, hukuki normların dışında bir işleyişin olağanlaştırılmasına zemin hazırlıyor. Carl Schmitt’in egemenlik anlayışı burada yankı bulmakta; çünkü istisna hâlinde kimin karar verdiği, aslında egemenliğin kimde olduğunu da ortaya koyar. Bu bağlamda Schmitt’in “egemen, istisna hâline karar verendir” önermesi, rejimin anayasal sınırların dışında kendine özgü bir norm yaratma kapasitesini anlamak açısından önemlidir. Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken bir diğer kavramsal çerçeve de “dual state” (çift yönlü devlet) yaklaşımıdır. Bu teoriye göre bir yanda yasa ve prosedürle işleyen normatif devlet yapısı varken, diğer yanda istisna hâllerini yöneten, kararnameler ve fiili uygulamalarla çalışan prerogatif bir yapı bulunur. Türkiye’de 15 Temmuz 2016’dan sonra bu ikili yapı daha da belirginleşmiş görünüyor.

Bu iki iktidar biçiminin eşzamanlı ve iç içe işleyişi, devletin sadece karar alan bir aygıt olmaktan çıkıp, varlığıyla her an her yerde beliren bir organizmaya dönüştüğü izlenimini uyandırıyor. Mann’ın teorik düzlemde sunduğu bu bileşim, Türkiye özelinde yarı-totaliter eğilimler taşıyan yeni bir rejim formunun ana hatlarını sezdiriyor. Siyasal karar alma süreçlerinin merkezileşmesi, toplumsal davranış kalıplarının da eşzamanlı biçimde yönlendirilmesine imkân tanıyor.

Bu noktada Gramsci’nin hegemonya kavramı yeniden düşünülmeyi gerektiriyor. İktidarın sürekliliği, yalnızca baskı aygıtları üzerinden işlemiyor. Rızaya dayalı yönelimler, bu yapının en az görünür ama en kalıcı damarlarını oluşturuyor. “Türkiye Yüzyılı” gibi vizyon anlatıları, bir kalkınma vaadinin ötesine taşınarak, geleceğe dair kurulan müşterek tahayyül alanlarının taşıyıcılığına soyunuyor. Devlet, yönetsel işlemleri düzenleyen bir yapı olmanın yanında geleceği kuran anlam örgülerinin asli kurucu aktörü olarak yeniden konumlanıyor.

Bu yeni konumlanmada devlet yalnızca hiyerarşik yapılardan ibaret bir mekanizma olarak çalışmıyor. Tarihsel pozisyonlarla örgütlü çıkar ilişkilerinin ve kültürel kodların birbirine değdiği bir örüntü, kurumların ötesinde işleyen bir güç coğrafyası yaratmakta. Sürekliliği ise idari düzenlemelerin çok ötesinde, toplumun zihinsel haritasını şekillendiren anlam dizgeleriyle güvence altına alınıyor. Bu anlam dizgelerinin nerede üretildiği, hangi söylemsel katmanlara yaslandığı ve hangi tarihsel bilinçle biçimlendiği soruları, bizi rejimin ideolojik taşıyıcılığına yönelten bir eşikte buluşturuyor.

Devletin Zihinsel Haritası: Neo-İttihatçılık, Stratejik Bürokrasi ve Dışsal Uyum Arayışı

Türkiye’de son yıllarda belirginleşen siyasal yönelim, bazı düşünsel çevrelerde “neo-İttihatçı” bir devlet aklı olarak adlandırılıyor. Etyen Mahçupyan ve Rasim Ozan Kütahyalı’nın yorumlarında karşılık bulan bu yaklaşım, merkeziyetçiliği önceleyen, halkı yönlendirilmesi gereken bir kitle olarak konumlayan ve pragmatik modernleşme çizgisini kurumsal süreklilikle harmanlayan bir zihinsel mirasa temas ediyor. Bu miras, yalnızca tarihsel göndermelerle sınırlı bir izlek sunmuyor; güncel devlet biçiminin ideolojik omurgasında da çeşitli biçimlerde yankı buluyor. Bu bağlamda, raison d’État -hikmet-i hükümet- kavramı, yani devletin kendi varlığını sürdürmek adına rasyonalite üretme kapasitesi, yeniden düşünülmeye değer görünüyor.

Devlet, artık yalnızca toplumsal taleplere yanıt geliştiren bir yapıdan ibaret değil. Geleceği tasavvur eden ve bu tasavvur doğrultusunda toplumu biçimlendirme yönelimi taşıyan bir özneye dönüşmüş durumda. Bu özneleşme, siyasal liderlikle sınırlı bir sahaya hapsedilmiyor; dış politika, güvenlik, ekonomi ve istihbarat gibi stratejik bürokratik alanlarda örgütlenen kadrolar eliyle taşınıyor ve süreklilik kazanıyor.

Son 10 yıl içinde bürokrasi, yalnızca teknik yeterlilikler ya da idari deneyimlerle şekillenmedi. Kurulan yapı, rejimin ideolojik istikrarını taşıyabilecek kadrolarla yeniden örüldü. Böylelikle idari aygıt, uygulayıcı bir aygıttan çıkıp, düşünsel süreklilik sağlayan bir çekirdeğe dönüştü. Devlet Bahçeli’nin “Türkiye Partisi” söylemi ya da Rasim Ozan Kütahyalı’nın “kuvvetler birliği rejimi” ifadesi, bu yönelimin siyasal dile tercüme edilmiş hâli gibi okunabilir. Türkiye Yüzyılı başlığı altında bir araya gelen anlatılar ise, İslamcılık, Atatürkçülük, muhafazakârlık ve milliyetçilik gibi ideolojik damarların yeniden örülmüş stratejik bir sentezini andırıyor. Etyen Mahçupyan’ın “devletin yeniden kurulumu” vurgusu, kadro değişiminin ötesine geçen, yerleşik siyasal paradigmaların da yeniden biçimlendiği bir süreci işaret ediyor.

Bu dönüşüm, yalnızca kurumsal aygıtı etkilemekle kalmıyor; yurttaşlık tahayyülünü, aidiyet biçimlerini ve bireyin kamusal konumunu da baştan kuruyor. Millilikle ilişkilenen yeni sadakat biçimleri, yurttaşla devlet arasında kurulan bağı yeniden tanımlıyor. Gramsci’nin hegemonya kavramı, bu yönelimi anlamlandırmak için çağrılabilir. Rıza üretimiyle birlikte, muhalefetin meşruiyet alanını sınırlayan söylemsel sınırlar da bu yapının içinde yer almakta. Foucault’nun “iktidar hakikati üretir” önermesi burada belirleyici bir kavramsal dayanak sunuyor; çünkü devlet, yalnızca yönetim düzeni kurmuyor; aynı zamanda hangi hakikatin tanınacağını, neyin makbul ya da geçerli sayılacağını da belirleyen bir konumda duruyor.

Bu söylemsel çerçeve içeride yeni yurttaşlık tanımlarını biçimlendirirken, dışarıda daha esnek, çok yönlü ve zaman zaman pragmatik çizgilere dayanan ilişkiler ağı kurulmuş durumda. Uluslararası kredi kuruluşlarından Körfez sermayesine, Londra finans çevrelerinden Çin ve Rusya gibi yönetim biçimleriyle geliştirilen stratejik yakınlıklara kadar uzanan bir harita söz konusu. Bu haritada siyasal kimlik ile ekonomik rasyonalite arasında yürütülen salınım, içerideki meşruiyetle dışarıdaki istikrar imgesini aynı anda taşıma çabasını yansıtıyor.

Bu arayış, ekonomik göstergelerin ötesinde, siyasal temsil biçimlerinin sınırlarını ve demokrasiyle kurulan ilişki tarzını da şekillendirmekte. Siyasal yapı, bir yandan yerli-milli vurgularla içerideki birlik zemini sağlamlaştırmaya çalışırken; diğer yandan küresel güçlerle yürütülen temaslarda öngörülebilirlik ve denge görüntüsü vermeyi hedefliyor. Bu çift yönlü konumlanış, rejimin karakterini sadece iç siyasette değil, uluslararası zeminde de esnek ama yönlendirici bir çizgiye yerleştiriyor.

Devletin kurucu özne olarak yeniden konumlandığı bu siyasal mimari, yalnızca iç dinamiklerle şekillenmiyor. Kurumsal sürekliliğin ekonomik taşıyıcıları, yerli ideolojik anlatılarla eşzamanlı olarak, küresel sermaye ile kurulan stratejik temaslar üzerinden yeniden kurgulanıyor. Bir yanda “yerli ve milli” vurgusuyla tahkim edilmeye çalışılan siyasal meşruiyet, diğer yanda uluslararası finansal dengelere ve yatırım çevrelerine duyulan bağımlılık üzerinden inşa edilen bir ekonomik işleyişle örülmekte.

Bu çift yönlü örgütlenme, hem içe dönük bir milliyetçi söylemin yeniden üretimini hem de dışa açık bir ekonomik işleyişin sürekliliğini mümkün kılan geçişken bir manevra alanı yaratıyor. Siyasal yapı, iç meşruiyetini aidiyet kodlarıyla tahkim etmeye çalışırken, dış finansmana erişim ihtiyacını karşılayabilmek adına küresel sermaye ile uyumlu bir makroekonomik zemin oluşturmaya yöneliyor. Ortaya çıkan yapı, ekonomik düzlemde belirli bir istikrar izlenimi sunsa da, siyasal zorunluluklar ile hukuki rasyonalite arasındaki gerilim alanlarını görünür kılıyor.

Rejimin iç konsolidasyonuna hizmet eden söylemsel çerçeve ile dış pazarlara yönelen güven telkinleri, çoğu zaman farklı dillerle kurgulanıyor. Bu temsil biçimi, ekonomik rasyonalite ile siyasal kimlik inşasının aynı anda ve aynı düzlemde sürdürüldüğü bir denge arayışını da içermekte. Yerli olan ile küresel olanın birlikte var edildiği bu geçişken yapı, bir yandan siyasal ideolojiyi tahkim eden bir koruma zırhı inşa ederken, diğer yandan yapısal kırılganlıkları da içinde taşıyan bir hassasiyet rejimi üretmekte. Dış yatırım ihtiyacının iç siyasal tahayyüle entegre edildiği bu yeni denge, meşruiyetin hem içeride hem de dışarıda farklı anlatılar üzerinden dolaşıma sokulduğu çoğul bir mimari kurmaya yöneliyor.

Bu çoğul meşruiyet düzeni, yalnızca ekonomik ya da dışsal gerekçelere dayanarak şekillenmiyor. Siyasal yapı, bu çoğulluğu iç siyasete de taşırken, demokratik süreçlerin biçimini dönüştürerek, sandığın kendisini siyasal sürekliliğin düzenleyici bir aracına dönüştürmeye çalışıyor.

Sandık, Demokrasi ve Patika Bağımlılığı: Kontrollü Olağan Hâl Rejimi

Rejimin siyasal sürekliliğini sağlayan yapı, ideolojik ve ekonomik unsurların ötesinde, seçimli siyaset alanını düzenleyen çerçeveler üzerinden işliyor. Sandık, temsili rejimin meşruiyet kaynaklarından biri olarak varlığını koruyor; ancak bu işlev, olağanüstülük refleksiyle iç içe geçmiş bir yönetim biçiminin parçası hâline gelmiş durumda. Seçim süreçleri, yönetişim krizlerini kontrol altında tutmaya çalışan bir siyasal aklın taşıyıcısı olarak iş görüyor. İdarenin merkezileşmesi, yargı denetiminin sınırlandırılması, kamu personel sisteminin sadakat üzerinden şekillenmesi ve medyanın yeniden dizaynı gibi araçlarla desteklenen bu yapı, seçim rekabetini yönetilen bir düzleme taşıyor.

Yerel yönetimler, bu düzenlemenin en belirgin şekilde izlendiği alanlar arasında. İstanbul seçimlerinin iptaliyle açığa çıkan müdahale biçimi, yalnızca bir seçimin sonucuna ilişkin bir krizle sınırlı kalmadı; aynı zamanda rejimin meşruiyet üretme biçimindeki dönüşümü görünür hâle getirdi. Kayyım uygulamaları, yerel uzlaşı girişimlerinin suç kategorileriyle ilişkilendirilmesi, muhalefet içi pozisyonlanmaların yargı müdahaleleriyle yeniden biçimlendirilmesi ya da siyasal aktörlerin varlıklarının doğrudan iktidar eliyle tayin edilmesi, siyasal alanın sınırlarının güvenlik öncelikleri çerçevesinde tanımlandığını düşündürüyor. Hukuki referansların bu çerçevede yeniden yerleştirildiği bir zemin oluşmuş görünüyor.

Bu yapıda sandık, bir katılım mekanizması olmanın ötesinde, siyasal alanın çerçevesini belirleyen bir işleyişin parçası olarak yer alıyor. Temsil sisteminin teknik düzeni görünürde korunurken, bu düzenin anlamı rejimin ideolojik sahipliği doğrultusunda yeniden kuruluyor. Seçimlerin sonuç üretme kapasitesi, iktidarın siyasal ve yönetsel öncelikleriyle uyumlu hâle getiriliyor. Bu süreçte sandık, hem meşruiyet üretimine hizmet eden bir zemin hem de siyasal alanı sınırlayan bir araç olarak konumlanıyor.

Zamanla şekillenen bu yönelimler, tekil kriz yanıtlarının ötesine uzanan, önceki tercihlerin birikimiyle yön kazanan bir örüntü hissi uyandırmakta. Siyasal alan, adım adım yeniden tanımlanan bir işleyiş üzerinden düzenleniyor. Yönetişim krizlerine verilen tepkiler, açılım kapasitesi yüksek çözümler üretmekten çok, denetimi artıran ve siyasal alanı kontrol altında tutan müdahale biçimlerine yönelmiş görünüyor. Bu durum, seçimin bir temsil aracı olma niteliğinden sıyrılarak, siyasal alanın sınırlarını belirlemeye yönelik bir işlev kazandığı bir momenti düşündürüyor.

Bu yeniden tanımlanmış siyasal çerçeve, yalnızca iktidar yapısını dönüştürmüyor; muhalefetin hareket alanını, stratejik sınırlarını ve siyasal tahayyül kapasitesini de etkileyen bir zemin yaratıyor. Siyasal alanın sınırları, tekil bir merkezin doğrudan müdahalesiyle çizilmiyor; bu sınırlar, iktidarın biçimlenme tarzıyla birlikte, temas kurduğu toplumsal katmanlar boyunca dalga dalga genişleyen ve yön değiştiren bir örüntüyle oluşuyor.

Sonuç Yerine: Devletin İlişkisel Karakteri ve Rejim Dönüşümü

Michael Mann’ın devlet teorisindeki ilişkisellik yaklaşımı, Türkiye’deki rejim dönüşümünü anlamlandırmak için benzersiz bir analitik çerçeve sunuyor. Bu perspektiften bakıldığında devlet, salt yukarıdan aşağıya işleyen monolitik bir aygıt olarak görülmez; toplumsal güç ağlarının merkezinde konumlanan, bu ağlarla sürekli etkileşim hâlinde olan, onları şekillendirirken aynı zamanda onlar tarafından şekillendirilen organik bir yapı olarak karşımıza çıkar. Türkiye’nin son dönemde geçirdiği dönüşüm, tam da bu ilişkisel dokunun giderek derinleştiğini ve devlet-toplum arasındaki güç asimetrisinin yeni boyutlar kazandığını ortaya koymaktadır.

Bu karmaşık doku içerisinde devlet, medya, akademi, bürokrasi, dinî cemaatler ve ekonomik güç odaklarıyla örülü sofistike bir ilişkiler ağı geliştirmiştir. İktidar, merkezi kurumlardan en küçük yerel birimlere kadar uzanan geniş bir alanda yayılırken, toplumsal alana nüfuz etme kapasitesi gündelik yaşama sızan görünmez bağlar üzerinden işlemektedir. Bu süreçte muhalefet belediyelerinin sistematik olarak etkisizleştirilme çabaları da aynı ilişkisel yapının bir parçasıdır. Belediyeler, muhalefetin halkla doğrudan temas kurabildiği nadir kurumsal alanlar olduğundan, iktidarın doğal hedefi hâline gelmiş; soruşturmalar, kaynakların kısıtlanması ve kayyım tehditleri bu rekabetin kurumsal yansımaları olarak belirmiştir.

Mann’ın vurguladığı üzere, ilişkisel iktidar asla tek yönlü işlemez. Türkiye örneğinde bu karşılıklılık, yerel yönetimlerin özerk politikaları, kadın hareketleri, çevre inisiyatifleri ve dijital mecralar üzerinden kendini göstermektedir. Devletin altyapısal iktidarı dijitalleşmeyle genişlerken, toplum da kendi özerk bilgi ağlarını kurmuş; bu alan hem iktidarın kontrolü hem de toplumsal direnişin yeni formlar bulduğu çekişmeli bir sahaya dönüşmüştür. İktidar, belirli sermaye gruplarını stratejik biçimde destekleyerek kendi ekonomik tabanını inşa ederken, sermayeyle çok katmanlı bir ilişki ağı kurmuş; kimi alanlarda ona bağımlı, kimi alanlarda onu yönlendiren kompleks bir güç merkezine evrilmiştir.

Bu karmaşık yapıyı derinlemesine kavramak için çeşitli teorik perspektiflerden yararlanmak kaçınılmazdır. Gramsci’nin hegemonya kavramı, rejimin milliyetçilik, muhafazakârlık, Atatürkçülük ve İslamcılık gibi unsurlardan oluşturduğu ideolojik sentezi anlamlandırmamıza yardımcı olurken; Schmitt’in istisna hâli kavramı OHAL rejiminin hukuk düzeni üzerindeki dönüştürücü etkisini; Foucault’nun biyopolitika perspektifi ise rejimin “makbul vatandaş” üretme mekanizmalarını aydınlatmaktadır. Hardt ve Negri’nin İmparatorluk teorisi, Türkiye’nin küresel sistemle kurduğu pragmatik ilişkiyi kavrama noktasında değerli içgörüler sunarken; uluslararası konjonktürdeki çok merkezli değişimler Türkiye’ye dış politikada yeni manevra alanları açmıştır. Ancak yapısal ekonomik kırılganlıklar bu esnekliği önemli ölçüde sınırlandırmakta ve iç siyasette güvenlikçi eğilimleri beslemektedir. Patika bağımlılığı kavramı ise, sandık merkezli meşruiyet üzerine inşa edilen rejimin zamanla sandığı hem vazgeçilmez bir kaynak hem de potansiyel bir tehdit olarak algılamaya başladığını göstermektedir. İktidar, paradoksal biçimde kendi yarattığı patikaya sıkışmış, bu patikayı sürekli mühendislik müdahalelerine tabi tutma ihtiyacına saplanmıştır.

Yeni rejimin karakteristik özelliklerinden biri de ulus-devlet sınırlarını aşan bir tahayyüle sahip olmasıdır. Bu, sadece dış politikada aktivizm olarak görülmez; aynı zamanda Osmanlı’nın tarihsel nüfuz alanlarında yeniden hak iddia etme, bölgesel güç olma iddiasını pekiştirme ve ulusal sınırların ötesindeki etnik, dinî veya kültürel bağları stratejik bir siyasal sermaye olarak değerlendirme biçiminde tezahür etmektedir. Bu sınır-aşan vizyon, içeride milliyetçi söylemle beslenirken, dışarıda pragmatik ittifaklar kurma esnekliğiyle harmanlanmaktadır.

Rejimin tıpkı Osmanlı’nın son dönemindeki gibi bir şiddet ekonomisi içinde tekâmül etme eğiliminde olması dikkat çekicidir. Milliyetçi ideolojiler ile politik şiddet pratikleri arasında kurulan simbiyotik ilişki, rejimin kendi iç meşruiyetini sağlama ve muhalif kesimleri kontrol etme stratejisinin ayrılmaz bir parçasını oluşturmakta; hukuk sistemi, güvenlik aygıtı ve iktisat politikaları da bu şiddet ekonomisinin farklı boyutları olarak karşımıza çıkmaktadır. Sistematik belirsizlik ve keyfilik, siyasal alanın güvenlikleştirilmesi ve ekonomik kaynakların sadakat temelli dağıtımı bu şiddet ekonomisinin kurumsal tezahürleri arasında.

Yeni rejimin kurucu sözleşmesi, yalnızca anayasal normlar ya da ideolojik yönelimlerle şekillenmez; aynı zamanda şiddetin farklı biçimlerinin stratejik ve seçici biçimde kullanıldığı bir düzenleme mantığı üzerinden inşa edilmektedir. PKK’nın kendini lağvetmesiyle birlikte Kürt siyasetine belirli bir manevra alanı açılırken, muhalefetin başka kesimleri sistematik biçimde tımar edilmekte; kimi zamansa doğrudan hadım edilerek siyasal etkisizliğe mahkûm edilmektedir. Bu ehlileştirme stratejisi, yalnızca bir bastırma pratiği olmaktan uzak; rejimin, kendisine tehdit teşkil etmeyecek biçimde muhalefeti içererek denetleme arzusunun bir parçasıdır. Charles Tilly’nin klasik önermesiyle ifade edersek: Savaş devleti yaptıysa, bu savaş her zaman cephede verilmez; kimi zaman kelimelerle, yasal normlarla, medya manşetleriyle, mali denetimlerle ve toplumsal hafızaya yönelen müdahalelerle yürütülür. Rejimin bu seçici geçirgen şiddet mimarisi, sadece bugünle ilgili olmaktan uzak; yakın gelecekte rejimin kendisini nasıl yeniden üretmeye çalışacağını da ima etmektedir. Belki de sormamız gereken soru artık şudur: Yeni kurucu sözleşme, kimleri içeriyor, kimleri sindiriyor ve kimleri görünmez kılarak unutturuyor?

Bu girift yapı karşısında, muhalefetin yalnızca reaktif pozisyonlar alması yeterli görünmüyor. Sistematik bir dönüşüm için Gramsci’nin işaret ettiği karşı-hegemonik tarihsel bloklar inşa edilmeli ve alternatif bir toplumsal tahayyül geliştirilmelidir. Bu bağlamda aşamalı parlamenter sisteme geçiş önerisi, daha kapsamlı bir demokratik vizyon için atılacak ilk adım olarak değerlendirilebilir.

Sonuç olarak, Türkiye’deki rejim dönüşümü, belirli bir lider veya partinin ötesinde, tarihsel köklerle derin bağlantılara sahip çok katmanlı ve ilişkisel bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı’dan miras alınan yönetim anlayışıyla modern tekniklerin iç içe geçtiği bu melez yapı, hem süreklilik hem de kopuş unsurlarını bünyesinde barındırmaktadır. İlişkisel devlet perspektifi, yalnızca bugünün siyasal dinamiklerini anlamakla kalmaz; aynı zamanda geleceğin demokratik olasılıklarını da daha net görebilme imkânı vermektedir. Tam da bu nedenle, karşı-hegemonik bir projede en kritik husus, devlet ve toplum arasındaki ilişkiselliği yeniden tanımlayacak, güç asimetrilerini dönüştürecek ve demokratik müzakere alanlarını genişletecek bir stratejik vizyonun geliştirilmesidir. Ancak böyle bir vizyon, mevcut rejim mimarisinin tarihsel köklerini ve yapısal dinamiklerini derinlemesine kavrayarak inşa edilebilir.

Perspektif

POLITIKA