yazarlar makaleler
Yunus Emre Erdölen: Batı, evrensel değerleri rafa kaldırıyor: Şimdi vernacularization (yerelleştirme) zamanı!
6.11.2023

Batı haklı olarak dün Ukrayna’da savunduğu ne kadar evrensel değer varsa, bugün Filistin’de hepsini rafa kaldırdı. Halbuki mavi gözlü, sarı saçlı çocuklar söz konusu olmadığında unutulan bu evrensel değerler, sadece Batı’ya ait değil, bütün bir insanlığın ortak ürünü. Dünya bir yol ayrımında. Dondurulmuş sınır ihtilaflarının, geçmiş çatışmaların yeniden alevlendiği, herkesin hegemonik dengeler değişirken yeni kurulan dünya düzeninden payını almaya çalıştığı bir dünyada evrensel değerlerin sancağı yine sahipsiz kaldı. Batı’nın bıraktığı boşluğu doldurmanın yolu ise New York Üniversitesi’nde vefat ettiği 2020 yılına kadar görev yapan hukuk antropolog Sally Engle Merry’nin hep savunduğu gibi bu evrensel değerleri içini boşaltmadan yerelleştirmekten, yerel kültürlere atıf yaparak temellendirmekten, yani vernacularization’dan geçiyor. Batı’ya inat, demokrasiyi, insan haklarını, hukuku içini boşaltmadan yerelleştirenler, hem evrensel değerlerin sancağını eline alacak hem de bu kaotik küresel düzlemde özgül ağırlığı sağlam bir ülke olarak dünya sahnesine çıkabilecek.

14 yıl önce, 6 Nisan 2009’da TBMM kürsüsünde Hüseyin adında etkili bir hatip konuşuyor, 7 yıllık AK Parti hükümetinin Kürt ve Ermenistan açılımını, insan hakları reformlarını övüyor, İsrail ve Filistin barışı için ABD ve Türkiye’nin birlikte çalışabileceğini vurguluyordu. “Bütün dünya Türkiye’nin hangi yöne gideceğini merak ediyor. Ama bence anlamadıkları şey şu: Türkiye’nin büyüklüğü, olayların merkezinde olma yeteneğinde yatıyor. Burası Doğu ve Batı’nın ayrıldığı yer değil, bir araya geldiği bir yer. Türkiye’nin gücü kültürünün güzelliğinde, tarihinin zenginliğinde, demokrasisinin gücünde, yarına dair umutlarında.” sözleriyle konuşmasını bitiren ve dakikalarca alkışlanan hatip TBMM’de konuşan ilk Hüseyin değildi, fakat TBMM kürsüsünden Türkiye’ye seslenen son ABD Başkanı olacaktı.

Henüz 4-5 ay önce ABD Başkanı seçilen Hüseyin Barack Obama, ilk yurtdışı ziyareti için Türkiye’yi seçmişti. Zira George Bush’dan sonra dış politikada yeni bir dönem başlatmak, Müslüman dünyaya ve Ortadoğu’ya olumlu mesajlar vermek istiyordu. Obama’ya göre bunun için en iyi fırsat, nüfusunun çoğunluğu Müslüman, demokratik, seküler bir ülke olan Türkiye Cumhuriyet’inden dünyaya seslenmekti.

Obama, özellikle İslam dünyasına duyurmak istediği yeni mesajlarını TBMM’den çok net bir şekilde dile getirmişti: “Şunu açıkça ifade etmek isterim ki Amerika’nın Müslüman toplumu ve Müslüman dünyası ile ilişkisi sadece terörizm karşıtlığı temelinde olamaz ve olmayacaktır. Karşılıklı çıkar ve karşılıklı saygıya dayalı daha geniş bir angajman arayışındayız. Dikkatle dinleyeceğiz, yanlış anlamalar arasında köprü kuracağız ve ortak zemin arayışında olacağız. Aynı fikirde olmasak bile saygılı olacağız. Yüzyıllar boyunca kendi ülkem de dahil olmak üzere dünyayı şekillendirmek için çok şey yapmış olan İslam inancına duyduğumuz derin takdiri ileteceğiz. Amerika Birleşik Devletleri Müslüman Amerikalılar tarafından zenginleştirilmiştir. Diğer pek çok Amerikalının ailesinde Müslümanlar vardır ya da Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede yaşamışlardır- biliyorum, çünkü ben de onlardan biriyim.”

Obama’ya 2008 seçimlerini kazandıran slogan: “Değişim”

Irak ve Afganistan’ı uluslararası normları ayaklar altına alarak işgal eden, binlerce sivilin ölümüne ve yıllarca sürecek bir istikrarsızlığa sebep olan ABD, 2008 yılında Hüseyin Barack Obama adındaki ilk siyah başkanını seçmiş, dış politikada yeni bir sayfa açmıştı. Barack Obama’nın taşıdığı mesajın samimi görülmesi için pek çok sebep vardı. Zira Obama, 2008 Demokrat Parti başkan aday adaylığı yarışında yarıştığı Hillary Clinton, Joe Biden gibi isimlerin aksine 2004’ten beri Irak’ın işgaline karşı çıkmış, savaş karşıtı protestolara katılmış bir isimdi. 2008 seçimlerini kazanmasındaki en büyük etken de en başından beri Irak’ın işgaline karşı çıkması, Bush yönetiminin yalanlarına asla inanmaması, yönetimi çok sert bir şekilde eleştirmesiydi. Obama’nın haklı çıkması ve Irak’taki trajedinin ABD’lileri rahatsız etmesi, radikal Cumhuriyetçilerin Obama’ya yönelik “gizli Müslüman” propagandasını boşa çıkarmış, ABD’liler sandığa giderek Hüseyin adındaki genç bir siyah Amerikalıyı Beyaz Saray’a taşımıştı.

Barack Obama sadece TBMM’de konuşmakla kalmamış, aynı tarihlerde düzenlenen Türkiye-İspanya ortak girişimiyle İslam ve Batı dünyasını bir araya getirmeyi, diyalog yollarını açmayı amaçlayan Medeniyetler İttifakı’nın resepsiyonuna da katılmış, her ne kadar ABD’deki muhafazakarların tepkileri nedeniyle konuşma yapmasa da 11 Eylül saldırılarından sonra dünyanın sürüklendiği medeniyet çatışmasını engellemek isteyen bir girişimi desteklediğini göstermişti.

Medeniyetler İttifakı üyesi ülkelerin devlet başkanlarının katıldığı resepsiyona ev sahipliği yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve ABD Başkanı Barack Obama

Obama’nın ziyareti amacına ulaşmış, Obama Beyaz Saray’a uzanan kişisel hikayesiyle harmanladığı ABD’nin yeni dış politikasını dünyaya anlatmış, Bush döneminin geride kaldığını her fırsatta söylemişti.

Obama, dünyaya farklı bir ABD olduğunu anlatmak istemişti. Bu “farklı ABD’yi” de en açık şekilde tarihi Tophane-i Amire binasında Türk gençleriyle yaptığı toplantıda betimlemişti: “ABD, bir dizi ortak ideal etrafında bir araya gelmiş farklı geçmişlere, ırklara ve dinlere sahip bir ülke. Çabalayan herkesin başarılı olma şansına sahip olduğu bir yeriz. Eğer bu doğru olmasaydı, Hüseyin Barack Obama adında biri Amerika Birleşik Devletleri Başkanı seçilemezdi. İşte bilmenizi istediğim Amerika bu.”

Obama, bu ziyareti ve sonrasında Bush döneminin izlerini silebildi mi, hatalarını telafi edebildi mi veya en azından tekrar aynı hataların yapılmasını engelleyebildi mi? Bugün Suriye’de, Afganistan’da, Yemen’de ve en son Filistin’de gördüğümüz üzere, hayır. Aradan geçen 14 sene, Batı’yı yine bugüne dek savunulan bütün insan hakları, demokrasi, uluslararası hukuk normlarının konu Müslümanlar ve Ortadoğu olunca askıya alındığı post-11 Eylül noktasına geri getirdi, Obama’nın İslam dünyasına yönelik verdiği bütün mesajları da “bugünden bakınca yaşandığına inanması zor nostaljik bir anekdota” çevirdi.

Zira siyasi elitler, ana akım medya ve önde gelen kanaat önderleri, Hamas’ın İsrailli sivilleri hedef aldığı 7 Ekim’den sonra İsrail’e her türlü savaş suçunu işlemesi, sivil, çocuk fark etmeksizin kolektif sorumlulukla Gazze’yi bombalarıyla yok etmesi için verdikleri açık ve koşulsuz destek ile Batı’yı ahlaki zemininin sarsıldığı 11 Eylül sonrasına ani ve sarsıcı bir şekilde ışınladı bile.

İsrail’e açık çek, Filistinlilere kapanan vicdan

11 Eylül terör saldırısından sonra ABD siyasetçileri, medyasıyla büyük bir cinnet nöbetine girmiş, dünyadaki bütün Müslümanları terörle özdeştiren sistematik bir İslamofobi, rasyonel karar alma süreçlerini baltalamış, ABD, Irak’ın işgaliyle birlikte hem dünyayı hem de kendisini büyük bir ateşin içine atmıştı. ABD sadece Irak’taki değil, Amerikalı Müslümanları da tedirgin etmiş, Cuma namazlarına, cami cemaatlerine ajanlar yollanmış, birçok Müslüman Amerikalı kamusal alanda kendilerini ikinci sınıf vatandaş hissettikleri bir döneme girmişti. Hem dünyadaki hem Amerika’daki Müslümanlarla kırılan güven ilişkisini tamir etmek 2008 yılında göreve başlayan Obama ve başkan yardımcısı Biden’a kalmıştı.

Sanırım bu nedenle ABD Başkanı Joe Biden’in 7 Ekim’den sonra İsrail’e yaptığı destek ziyaretinde Netanyahu’ya verdiği mesajlardan biri de “11 Eylül’den sonra bizim düştüğümüz hatalara düşmeyin” uyarısıydı.

Fakat Amerika, İsrail’e verdiği açık çek ile sadece İsrail’in değil, kendisinin ve Batı’nın da 11 Eylül’deki hata çukurunun içine düşmesine sebep oldu. Amerikalı siyasi elitler, New York’taki tarihi Grand Central tren garını, başkent DC’deki Kongre binasını basan ve “Ateşkes istiyoruz” diye haykıran Filistin yanlısı Amerikalı Yahudileri dahi duymadı, her türlü ateşkes çağrısını “Hamas’a destek” ile eş değer gördü, katledilen Filistinli sivilleri hak ettikleri ölçüde gündemine taşımadı. Hatta ABD’li yetkililer ölen Filistinli sivillerin sayısına inanmadıklarını dahi söyleyebildi.

Batı, tarihin doğru sayfasında yer alarak dün Ukrayna’da savunduğu, belki yarın Tayvan’da savunacağı ne kadar değer, uluslararası norm, evrensel değer varsa hepsini konu Filistin olduğu zaman unuttu. İsrail’in bir Hamas liderini öldürmek için sivillerin yoğun bir şekilde yaşadığı mülteci kampını bombalaması bile büyük bir tepkiyle karşılanmadı. ABD, BM Güvenlik Konseyi’nde ateşkes çağrısına verdiği “Hayır” oyuyla olası bir uluslararası kamuoyu baskısının da karşısında yer alacağını net bir şekilde ortaya koydu.

Üstüne üstlük, sadece sessizlikle değil, ABD İsrail’in işlediği savaş suçlarına destek olacak şekilde askeri yardımlarını da arttırmayı tercih etti. ABD’nin ellerinin Filistinli masum sivillerin kanlarıyla kaplı olduğunu göstermek için protesto eden solcularla dünya gündemine gelen Senato oturumunda ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, Ukrayna’ya 61 milyar, İsrail’e ise 14 milyar dolarlık yardım yapılması gerektiğini Kongre üyelerine anlattı, desteklerini istedi.

Batı, Ukrayna ve İsrail’i birbirine eşitleyerek sadece meşru müdafaa kavramı, uluslararası hukuk nizamı ile yakından uzaktan ilgisi olmayan bir kakofoniye sebep olmuyor, aynı zamanda bu değerleri savunduğu ahlaki zemini de paramparça ediyor. Açık ve net bir şekilde, insan hakları, evrensel normlar ve değerlerin sadece mavi gözlü, sarı saçlı çocuklar için geçerli olduğunu bütün dünyaya yüksek sesle haykırıyor.

Bu çifte standart, sadece Doğu’da tepkiyle karşılanmıyor. Amerikalı Müslümanlar bir sonraki seçimde Biden’a oy vermeyeceklerini söylüyor, Biden İsrail’e destek açıklamalarının ardından en düşük oy oranlarını anketlerde görüyor, her geçen gün daha çok Demokrat siyasetçi Biden’in Filistin politikasını eleştirenler arasına katılıyor, Fransa ve Almanya Filistinli sivillere destek yürüyüşlerini yasakladıkça binlerce kişi meydanları inadına dolduruyor, İngiltere’deki muhafazakar hükümet Filistin bayrağını yasaklamayı değerlendirirken Londra sokakları Filistin bayraklarıyla donatılıyor, İskoçya Başbakanı Hamza Yusuf Gazze’de ablukada kalan kayınpederi ve kayınvalidesinin yaşadıklarını İngilizce bir şekilde dünyaya anlatıyor. Piers Morgan gibi İsrail’e sempatiyle bakan bir muhafazakar yayıncı dahi İsrail’i sert bir şekilde eleştirmeye başlıyor.

Batı kendi “tekelinde” gördüğü değerlerden uzaklaştıkça hem iç hem dış kamuoyunun güveni belki bir daha düzelmeyecek bir şekilde sarsılıyor, dünya sahnesinde bir boşluk oluşuyor ve haliyle bir soru ortaya çıkıyor: Peki şimdi bu değerleri kim sahiplenecek?

Bu değerler Batı’nın mıydı da kaybetti?

Batı’nın bugüne kadar bayraktarlığını yaptığı ama şimdi bir kenara koyduğu bu temel değerler, sadece Batı’nın değerleri değil. İnsan hayatının kutsallığı, insan onuru, vücut ve beden dokunulmazlığı, savaşlarda sivillere, hastanelere, kendini savunamayacak olanlara zarar verilmemesi gerektiği dünyanın her yerinde uygulanan, geçmişten günümüze saygı duyulması dinlerde, kültürlerde, hukuk kurallarında emredilen değerler. Tarih boyunca bu değerlerin çiğnenmesi, yeri geldiğinde Batı-Doğu, Müslüman-Hıristiyan-Yahudi fark etmeksizin çoğu devlet ve topluluk tarafından askıya alınması bu değerlerin hala “uyulması gereken, doğru olduğuna inanılan değerler” olduğunu değiştirmiyor. Zira bu değerler hala normatif değerini haiz. Hala insanoğlunun birlikte yaşayabilmesi için elinde olan en iyi cevap, en iyi icat. Bu değerler geçmişte ayaklar altına alındı, yine alınıyor ve alınacak da. Fakat en korkunç diktatörler, en zalim devletler dahi “İnsan öldürmek iyidir” demedi, hiçbir öğreti “Biz açıkça kötüyüz” demedi. Bu değerler ihlal edildiği zaman bile bir bahane, şerh konularak her seferinde teyit edildi, onaylandı. “Sivillere dokunulmaz, fakat başka çaremiz yok”, “Yargısız infaz kötü, ama onlar haindi” ve benzeri rahatsız edici bahaneler dahi bu normların ne kadar güçlü olduğunun bir kanıtı.

Zaten bu değerler Batı’nın zannettiğinin aksine hiçbir zaman da “Batı’nın tekelinde” olmadı. Bu anlatının başı da sonu gibi oldukça sıkıntılı. Siyasi iktidarı kısıtlayan ilk yazılı anayasayı yapan ABD’de, kurucu babalar kapalı kapılar ardında insan hakları, demokrasi hakkında ateşli tartışmalar yapıp yorulduklarında büyük ihtimalle Kızılderililerden gasp edilmiş toprakların üzerine kurulan evlerine gidip siyah kölelerinden hizmet bekliyordu. Amerika’da, Avustralya’da, Latin Amerika’da yerlileri yerinden yurdundan eden sömürge düzenini yok sayan bir hikaye, belki de bu değerleri hiçbir zaman inandırıcı ve sahici bir şekilde taşıyamadı. Batı’nın 2. Dünya Savaşı’ndan sonra benimsediği söylemin oturması, sahicileşmesi için Obama’nın ABD başkan seçilmesi yeterli değildi, olamazdı da. Batı bu değerler nezdindeki gücünü, geçmişiyle yüzleşme, hatalarını telafi ve tazmin edebilme ihtimalinden alabilirdi. Ki aslında son yıllara kadar gidişat da bu yöndeydi. Sömürge geçmişiyle, katliamlarla, geçmişteki insan hakları ihlalleriyle yüzleşiliyor, pozitif ayrımcılık gibi hukuki müesseselerle günümüzdeki etkileri telafi edilmeye çalışılıyordu. Fakat bu hikaye hem iç kamuoyundaki kültür savaşları, Trump’ı başkanlığa taşıyan ters tepkiler nedeniyle sekteye uğradı hem de Batı’nın kök sorunlara inerek hatalarıyla yüzleşip bir daha tekrarlanmamasına sebep olabilecek bir ciddiyetle yürütülemedi. Yüzleşme, “Kleopatra siyah mı olsun, Hispanik mi?” gibi bir yüzeysel bir popvari bakışla, aksi yöndeki her argümanın öfkeyle bastırıldığı Woke bir liberallikle ve iptal kültürüyle harmanlanınca çıkarılan dersler de kalıcı olmadı.

Evet, Batı’nın Filistin konusunda sergilediği iki yüzlülük de ilk değil. Fakat atılan her bombanın etkisini an be an sosyal medyadan takip edebilmemiz, Birleşmiş Milletler gibi kurumların nasıl etkisizliğinin sert istifa mektuplarıyla gün yüzüne çıkması, BM Genel Sekreteri’nin dahi “Hamasçı” olarak suçlanması, Trump’ın seçimleri kaybetmesi ve Ukrayna işgalinin başlamasıyla insan hakları ve demokrasi söylemlerinin kullanılıp kenara atılması çelişkisini kısa sürede görmemiz bu tutumu çok daha çarpıcı kılıyor. Özellikle Ukrayna’nın işgali ve Gazze katliamlarının art arda yaşanmasını da unutmamak gerekiyor.

Belki en güncel örnek CNN International’a çıkan İsrail ordu sözcüsünün, açıkça “Evet mülteci kampında siviller olduğunu biliyorduk, ama yine de vurduk” demesi. Bu gibi pişkinlikler çifte standartların acımasızlığının dünya kamuoyu nezdinde pekişmesine vesile oluyor.

Bu nedenle yaşananların yeni değil, fakat eskisi gibi de olmadığını kabul etmek gerekiyor.

İçini boşaltmadan yerelleştirme zamanı

Batı’nın yaşadığı bu savrulma, bütün insanlığın ortak ürünü olan evrensel değerleri şimdilik “sahipsiz” bıraktı. Bu değerlere en başından beri mesafeli olanlar için küresel bir fırsat alanı açıldı. Bu değerlerle en başından beri derdi olanlar “Biz zaman demiştik” haklılığıyla Batı’nın İsrail söz konusu olduğunda göz yumduğu ihlalleri daha kolaylıkla işleyebilir, en temel evrensel değerlerin için boşaltılacak bir tartışmalar açabilir.

Fakat aksi de mümkün. Belki de Batı’nın açtığı bu boşluk, bu değerlerin daha önce hiç olmadığı kadar evrenselleştirilmesine de vesile olabilir.

Evrensel değerlerin gerçekten herkes tarafından benimsenmesi, evrenselleştirilmesi için de öncelikle “yerelleştirilmesi” gerekiyor. Yerelleştirmeden kasıt, asla bu değerlerin içinin boşaltılarak ayaklar altına alınması değil, tam tersi yerellikle daha da içselleştirilmesi, kalıcı bir hale getirilmesi.

Özellikle Aydınlanma Çağı ile bir bütün haline gelen bu evrensel değerler “paketi”, 20. yüzyılda gelişmekte olan ve Batı ile ilişkileri zamanla eşit bir düzleme gelen ülkelerce kültürel görecelik/rölativizm akımı ile sorgulanmaya başlandı. Bazı akademisyen ve düşünürlere göre, evrensel değerler Batı’nın sömürge döneminden başlattığı bir dayatmaydı. Batı’nın evrensel değerler söylemi, yerel adetleri, kültürleri yok sayıyor, dünya halklarına, özellikle gelişmekte olan ülkelerin koşul ve şartlarına uygun olmayan normları dayatıyordu. Bu değerlerin evrensel olduğunu savunanlar ise kültürel görecelik duyarı nedeniyle kadın sünneti gibi kadınları, azınlıkları kısıtlayan dini ve kültürel uygulamaların meşrulaştırılmasından endişe ediyordu.

Her çok kültürlü toplumda mevcut olan bu klasik tartışmaya iki uç tarafının tam ortasında gri bir alandan dahil olanlar da vardı. New York Üniversitesi’nde hukuk antropolojisi alanında uzmanlaşmış olan Sally Engle Merry de bu isimlerden biriydi. Merry, insan hakları söyleminin daha etkin bir şekilde benimsenmesi için “yerelleştirme (vernacularization)” kuramını önermiş, gelişmekte olan ülkelerdeki hak hareketlerinin Batı’yı değil, yerel kültürü referans göstererek evrensel değerleri içselleştirmesini savunmuştu. Sally Engle Merry, kendisine “Ya yerel kültür kadın sünnetini onaylıyorsa, ne yapacağız?” diyenlere kültürün statik bir olgu olmadığını, her yerel kültürde farklı tarafların, görüşlerin olduğunu, kültürel konuların hayatın doğal akışı içerisinde müzakere edilerek nesilden nesle güncellendiğini belirterek yanıt veriyordu. Merry’e göre en baskıcı kültürlerin veya geleneklerin bile evrensel değerlere uygun bir yorumu olabilirdi. Çünkü zaten evrensel değerler, farklı kültürlerin etkileşimi sonucu şekillenmiş insanlığın ortak bir ürünüydü. Yerel bir dille anlatılan ve yerel kültürlere, dinlere atıf yapan bir demokrasi, insan hakları söylemi hem Batı’nın hegemonyasını kırabilir hem de evrensel değerlerin kalıcı ve sahici bir şekilde içselleştirilmesine vesile olabilirdi. “Yerelleştirme” mevcut yerel güç odaklarına karşı demokrasi, insan hakları mücadelesi verenlere yerel kültürle ve yerel toplumla çatışmadan bir alan açma, yereli ikna etmeyi önceleme fırsatı veriyordu. Aynı zamanda Batı’nın çelişkilerini, hatalarını, sömürge veya işgal deneyimi yaşamış toplumlardaki olumsuz algısının da yükünü hak savunucularının sırtından alıyor, Batı ile yerelin çıkarları uyuşmadığı zaman yereli önceleyebilen ikna edici ve yerel hak hareketlerine alan açabiliyordu.

İşte Sally Engle’nin yerelleştirme kavramı bugün, özellikle Türkiye gibi Doğu-Batı’nın buluştuğu coğrafyalara ve toplumlara ışık tutuyor.

Batı’nın açtığı boşluk, yerellik ile dolabilir. Batı bugüne dek tekelinde gördüğü, Doğu ve küresel güney toplumlarına yakıştıramadığı değerleri bir kenara koyarken, bu değerlerin henüz kurumsallaşmadığı veya olması gerektiği kadar sistematik korunmadığı ülkeler, bu değerleri içselleştirip, dünyada bayraktarlığını yaparak ön plana çıkabilir.

Kadın haklarından bahsederken Nezihe Muhiddinler, liberalizm derken Halide Edipler akıllara daha sık gelebilir. Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi tekrar okunabilir. Demokrasi, milli egemenlik anlatılırken belki Fransa’ya, ABD’ye uzanıldığı kadar Bülent Tanör’ün “Türkiye’de Kongre İktidarları” kitabına da bir göz atılır ve Milli Mücadele’nin nasıl yerel kongreler, meclisler tarafından örgütlendiği tekrar hatırlanır.

Düşen sancağı kim kaldıracak?

2009 yılında ABD Başkanı Hüseyin Barack Obama, evrensel değerlerin sancağını tutan ellerin sayısını arttırmak, çeşitlendirmek ve 11 Eylül sonrası dönemin parametrelerinin değiştiğini dünyaya anlatmak için ilk ziyaretini Türkiye’ye yapmıştı. Doğu-Batı’nın bir araya geldiği, güçlü ve çeşitli bir insan kaynağına, istikrarlı bir yönetime, özgüvenli ve kapsayıcı bir hikayeye sahip Türkiye’nin hikayesi, evrensel değerlerin gerçekten içselleştirildiği bir dünyanın hikayesi olabilir, Batı-Doğu çatışmasını aşarak daha adil ve hakkaniyetli bir dünyanın temeli atılabilirdi. Fakat 11 Eylül sonrası doğan bu boşluğu hiçbir küresel/yerel güç değerlendiremedi, dünya dönüp dolaşıp yine aynı noktaya geldi.

Şimdi yine bir yol ayrımındayız. Sınır ihtilaflarının, geçmiş çatışmaların derin dondurucudan çıkarılıp fırına verildiği, herkesin hegemonik dengeler değişirken yeni kurulan dünya düzeninden payını almaya çalıştığı bir dünyada evrensel değerlerin sancağı yine sahipsiz kaldı.

Birileri çıkıp “İnadına demokrasi, inadına insan hakları, inadına hukuk” derse o sancak belki yıllar sonra ilk kez mavi gözlü, sarı saçlı beyazların değil teni Doğu güneşinde kavrulanların elinde sallanacak.

Fakat “Fırsat bu fırsat, bu evrensel değerler zaten bizim değildi” denip sancak düştüğü yerde bırakılırsa, “madem Batı bu değerleri unuttu, biz de rafa kaldıralım” denirse herkesin kendisinden olanın hukukunu öncelediği bir kaosa doğru hep beraber sürükleneceğiz. Batı’nın içinde bulunduğu çelişkiyi, çelişkisiz bir şekilde bu değerleri yeniden sahiplenerek aşanlar, sadece kendi topraklarındaki insanları mutlu etmekle kalmayacak, dünyanın kaotik bir sürece girdiği bir zamanda çatışmalarda, ihtilaflarda arabulucu olabilecek kadar söz sahibi, yaşanan olaylara yön verebilecek kadar özgül ağırlığı güçlü bir ülke olarak önplana çıkacak.

İşte bu yüzden, o düşen sancağı Batı’ya inat yerden alıp evrensel değerleri yerelleştirmenin tam zamanı.

Serbestiyet


İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar