yazarlar makaleler
Yıldıray Oğur: Anayasa Mahkemesi kimin umurunda?
12.11.2023

Yüksek Mahkeme’nin yetkilerinin tırpanlanmaya çalışılması İsrail’de onbinlerce insanı aylarca sokaklara dökmüştü. Peki, Yargıtay’ın AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunması skandalı Türkiye’de acaba kaç kişinin umurunda? Maalesef çok fazla değil. Çünkü, toplumun büyük bir kısmı için bu yaşananlar Ankara’da daha önce de benzerleri yaşanmış, yaşanan güç mücadeleleri. Ankara’da yüksek yargı kurumları arasındaki kriz doğrudan kimsenin hayatını etkilemiyor. Çünkü bu toplum hiçbir zaman zaten iyi bir hukuk devletinde yaşamadı. Gerçek bir hukuk devletinin ne demek olduğunu bilmiyor. Az hukuklu bir ülkede yaşamanın pratik yollarını buldu ve yıllardır bu düşük hukuk normlarında yaşamaya alıştı.

“Gezegendeki en aktivist yargıya sahibiz”

“Yüksek Mahkeme başkanının sözleri bir kamu görevlisinin değil, bir siyasetçinin sözleri. Demek ki ülkemizde seçimlere girmeyen, mecliste temsil edilmeyen bir siyasi parti daha varmış.”

Bu cümleleri son iki gündür Yargıtay’ın AYM üyelerine suç duyurusu skandalını “milli yargı” “halk devrimi” gibi tezlerle meşrulaştırmaya çalışan Beştepe’deki Carl Schmitt ya da Andrey Vışinski heveslisi hukukçular, diplomasız hukuk heveslileri ya da Anayasal denetimi obamızın törelerine aykırı bulan MHP sözcüleri kurmadı.

İlk cümle İsrail Başbakanı Netanyahu’ya ait.

İkinci cümle ise İsrail Adalet Bakanı Yariv Levin’e.

Son bir yılda her ikisi de içinde “yargısal aktivizm”, “yargı vesayeti”, “kendisini yasamanın yerine koyan yüksek mahkeme”, “juristokrasi” geçen çok sayıda cümle kurdu.

Çünkü en iyi bildiği Filistinlileri öldürüp, kaçırmak işine geri dönmeden önce Netanyahu’nun başındaki aşırı sağcı hükümetin birinci gündemi İsrail Yüksek Mahkemesi’nin yetkilerini budamak, ‘yargı vesayeti’ ve ‘yargısal aktivizmi’ bitirmek için hazırladıkları reformu çıkarmaktı.

Anayasa Mahkemesi değil, İsrail Yüksek Mahkemesi.

Çünkü İsrail’in yazılı bir anayasası yok. Aslında şöyle demek daha doğru; Yoktu. Ta ki 1995’e kadar.

1948’de Filistinlilerin topraklarına konarak kurulmasından bu yana İsrail, Knesset’ten geçen 12 Temel Yasa ile yönetiliyordu.

Bu Temel Yasalar, kuvvetler ayrılığı, Knesset, hükümet ve Cumhurbaşkanı, Yüksek Mahkeme’nin yetkilerini düzenliyordu.

Temel vatandaşlık hakları ve özgürlüklerini düzenleyen ayrıca bir yasa yoktu.

1992 yılında Knesset’ten bir anayasa hukukçusu milletvekilinin girişimiyle Meslek Özgürlüğü ve İnsan Onuru ve Özgürlüğü: adlı iki temel yasa daha geçti. Yasalardaki bir maddenin ne kadar devrimci sonuçları olabileceğini Knesset üyeleri farketmemişti. Madde, yasaların ve tüzüklerin bu temel yasalarla uyumlu olması gerektiğini söylüyordu.

1995 yılına kadar bu maddenin somut bir sonucu olmadı. Ama 1995 yılında İsrail Yüksek Mahkemesi, United Mizrahi Bank v. Migdal davasında, temel yasaların olağan yasalardan üstün olduğunu ilan etti.

İçtihadın arkasında daha sonra uzun yıllar Yüksek Mahkeme başkanlığını yapacak 1995 ile 2006 yılları arası Yüksek Mahkemede görev yapmış Başyargıç Aharon Barak’ın hukuki yorumu vardı.

Barak, bu kararla İsrail’de anayasal devrimin başladığını ilan etti.

Yüksek Mahkeme 22 yasayı bu içtihatla değerlendirdi.

Peki, bu yasaların çoğunluğu kimlerle ilgiliydi?

Tabii ki Filistinliler.

Mahkeme, İçişleri Bakanına, ülkeye yasadışı yollardan giren sığınmacıları yargılamadan uzun süreler boyunca (üç yıla kadar) gözaltında tutma yetkisi veren bir yasayı, sığınmacılara işverenleri tarafından ödenen maaşın bir kısmının ülkeyi terk edene kadar emanet olarak tutulmasını öngören bir kanunu, Gazze’ye yakın bir Yahudi kasabasında yaşayanlar için daha düşük bir vergi oranı öngören ancak yakındaki bir Arap köyünde yaşayanlar için bunu uygulamayan yasayı, yürürlükteki planlama ve imar kanununa aykırı olarak inşa edilmiş olsalar bile, üzerine yerleşimciler ev inşa ettiyse hükümete Filistinlilere ait özel arazileri kamulaştırma yetkisi veren “yerleşim düzenlemesi” kanununu, Filistinlilerin güvenlik güçlerinden gördüğü zarar için tazminat talep etmesinin yasaklanması gibi ayrımcı başka bir yasayı, Ortodoks cemaatlere askerlikten muafiyet, özel burs gibi ayrıcalıklar getiren yasayı Temel Yasalara aykırı bularak iptal etti.

Yüksek Mahkeme’nin Meclis’ten geçen çoğu Filistinlilerin aleyhine bu ayrımcı yasaları iptal etmesi ve yenilerinin önünde engel olması kimi kızdırdı peki?

Tabii ki Netanyahu’yu ve aşırı sağcı partileri.

Netanyahu’nun son koalisyonu birlikte kurduğu aşırı dinci, milliyetçi, yerleşimci partilerin; Filistinlilere ait arazilerde yeni yerleşimler kurmak, Tevrat’ta vaad edilmiş topraklara doğru genişlemek, Kudüs’te Süleyman Tapınağı’nı yeniden inşa için adımlar ve kazılar yapmak, Yahudi şeriatını uygulatmak gibi Yüksek Mahkeme’nin geçit vermeyeceği vaadleri vardı.

Ve geçen yılın başında Netanyahu hükümeti, Meclis’in ve hükümetin üzerindeki ‘yargı vesayeti’ni kaldırmak için Yüksek Mahkeme’nin Meclis’ten geçen yasaları iptal gücünü budayan bir reform tasarısı hazırladı.

Yıllardır Yüksek Mahkeme’ye karşı çıkışlarıyla tanınan Yariv Levin Adalet Bakanı olarak bu reformun başına getirildi.

Levin, Yüksek Mahkeme’yi “halk tarafından seçilen milletvekillerini etkisiz kılan elitist bir kale”, “halkın çoğuna karşı plan dar bir elitin çıkarlarını gözeten bir aktivist bir yargı”, İsrail çıkarlarına aykırı davranan solcu, Filistinci olarak suçladı.

“Araplar Celile’deki Yahudi topluluklarında daireler satın alıyor ve bu da Yahudilerin bu şehirleri terk etmesine neden oluyor çünkü Araplarla birlikte yaşamaya hazır değiller. Yüksek Mahkeme’de bunu anlayan yargıçlar olmasını sağlamalıyız” diyerek açıkça Yüksek Mahkeme’nin daha sert apartheid uygulamalarına set çekmesinden şikayet etti.

Peki, İsrailliler buna karşı ne yaptılar?

Aylarca sokaklara çıktılar.

Yüzbinlerce kişinin katıldığı mitingler düzenlediler. Bunu bir kere de yapmadılar. Her hafta bu mitingler tekrarlandı. Telaviv’den Kudüs’e yürüyüşler düzenledi.

Ama Netanyahu dediğini yaptı ve yasayı Knesset’ten geçirdi.

Son olaylardan sonra İsrail’de hukukun üstünlüğünü, Filistinlilerin haklarını savunanlara daha yüksek sesle vatan haini muamelesi yapılacak. İsrail’in Yeni Şafak gazeteleri Yüksek Mahkeme’nin yargıçlarının fotoğraflarını basıp onları Hamas’a, İslami Cihad’a yol vermekle suçlayacak.

Benzerlikler burada kalmayacak gibi görünüyor.

Anlaşılan Türkiye’de de önümüzdeki aylarda Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerinin budanması tartışmaya başlanacak.

Bu krizden sonra Cumhurbaşkanı bunun işaretlerini verdi. MHP zaten mahkemenin kapatılmasını, hukukun üstünlüğüyle ilgili Kağan’ı bağlayan hükümleri Orhun Abideleri düzeyine kadar düşürmeyi savunuyor.

Peki, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri budanmaya çalışılırsa kaç kişi buna karşı İsrail’deki gibi her hafta sokağa çıkar?

CHP’nin yeni genel başkanı Özgür Özel, bu skandala karşı net bir tutum ortaya koydu. Meclis’te CHP’liler oturma eylemi başlattı.

Davutoğlu da çok sert bir çıkış yaptı.

Barolar yürüyüşler, suç duyuruları yaptılar.

Bazı hukuk öğrencileri adliyeler önünde nöbet tutmaya başladı.

Hepsi, önemli ve değerli.

Ama hukukun üstünlüğünün bir toplum için değerinin farkında olan hukukçular, gazeteciler, siyasetçiler, genç insanlar dışında bu “skandal”, “darbe” Türkiye’de acaba kaç kişinin umurunda?

Maalesef çok fazla değil.

Çünkü, toplumun büyük bir kısmı için bu yaşananlar Ankara’da daha önce de benzerleri yaşanmış, yaşanan güç mücadeleleri.

Muhalifler kızıyor, iktidarı destekleyenler anlamaya çalışıyor ya da durup dururken hükümetin başına iş açılmasına, fitne çıkarılmasına öfkeleniyor.

Ama Ankara’da yüksek yargı kurumları arasındaki kriz doğrudan kimsenin hayatını etkilemiyor.

Başörtüsü yasağı kararı, parti kapatmalar, 367 kararı, İstanbul seçimlerinin iptali gibi son 30 yılda yaşanmış ve toplumun belli kesimlerinin hayatını doğrudan etkileyen, somut sonuçları olan hukuk skandallarını bile sessizce uzaktan izlendi, toplum en fazla sandıkta tepkisini verdi.

Ama bu son kriz milyonlarca insan için sonuçlarının sadece Can Atalay’ı etkileyeceği, kendi hayatlarında bir karşılığı olmayan bir kriz.

Siz ne kadar bunun sonrasında yaratabileceği hukuksuzlukların uzun vadede herkesin kapısını çalacağını anlatın, AYM’nin yetkilerinin tırpanlanması, bireysel başvuru hakkının elden gitmesi Türkiye’deki sıradan vatandaşlar için yaşamsal meseleler değiller.

Çünkü bu toplum hiçbir zaman zaten iyi bir hukuk devletinde yaşamadı. Gerçek bir hukuk devletinin ne demek olduğunu bilmiyor.

Az hukuklu bir ülkede yaşamanın pratik yollarını buldu ve yıllardır bu düşük hukuk normlarında yaşamaya alıştı.

Allah korusun bir gün başı mahkemeye düşerse, zamanın ruhuna ve güç ilişkilerine göre hangi davada hangi avukata gidilmesi gerektiği, hangi mahkeme için kimle konuşulmasının iyi olacağı bilgisi hızla yayılan, herkesin kolayca ulaşabildiği bir kamusal bilgi artık.

Böyle bir ülkede hukukun azalması, ekmek ve su gibi bir ihtiyaç değil, onsuz nasıl yaşayabileceğini de bu toplum öğrendi.

O yüzden Türkiye’de insanları yüksek yargıdaki tartışmalar için seferber etmek çok zor.

Bu ülkenin laik muhalifleri ancak Atatürk’e ve laik hayat tarzına doğrudan bir müdahale olursa, muhafazakarları da dine ve ümmete bir zarar gelirse harekete geçer.

Çünkü devletin içinde olmadığı günlük hayat pratiklerini, yaşam tarzlarını doğrudan etkileyen meseleler bunlar.

Diğer bütün siyasi, hukuki tartışmalar Ankara merkezli, uzaklarda yaşanan, haberlerden izlenen, en fazla sosyal medyadan “Allah kahretsin, yazıklar olsun, hakkımı helal etmiyorum” denip geçilecek büyük siyasetin konuları.

CHP, Cumhuriyetin 100. Yılının yeterince kutlanmamasına tepki için seferber olan seçmenlerini, Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri budanıyor diye seferber etmekte çok zorlanabilir.

Maalesef şartlar bu.

Bu yüzden içinde yaşadığımız şartları kabul ederek, hukuku korumak için stratejiler geliştirmek, topluma hukukun değerini anlatmak için daha fazla çaba harcamak gerek.

Serbestiyet

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar