Türkçe | Kurdî    yazarlar
Vartan Halis Yıldırım: Talat Paşa değil, kurbanlar kahramandır

2025-06-24

Müzik kariyerini neredeyse ağıtlar üzerine kuran Sebahat Akkiraz’ın, hakkında bir ağıt bile yakılmamış Talat Paşa’yı kendine kahraman seçmesi onun bütün çelişkilerini ortaya koyuyor.

Sebahat Akkiraz’ın Talat Paşa’yı kahraman olarak anması yalnızca bir sanatçının bireysel tercihi değil, Türkiye’de inkâr siyasetiyle estetikleştirilmiş devlet anlatısının güncel bir yansıması. Bu söylemin ardından aklıma gelen, soykırımda hayatını kaybeden büyük dayım Vartan’ın asıl kahraman olduğudur. Soykırımın en ağır şartlarında İstanbul’dan yola çıkan Vartan; Tercan’a varmadan önce, sadece birkaç kilometre kalmışken, öldürülür. Taktığı saat ve giydiği çizmeler bu öldürmenin gaspıdır. Evinde, yemek masasında katledilmeden önce ‘Beni bu sofranın aşkına bağışla,’ diyen babası Toros’un kaderini paylaşır aynı topraklarda.

Büyük dayım elbette şartların farkındaydı; ailesinin yok edildiğini, geride kimsenin kalmadığını biliyordu. Küçük kız kardeşini, tüm bunlara rağmen çıktığı yolda —İstanbul Büyükada’da bıraktığı ailesini— bir daha göremeyeceğini de. Kahramanlık, umutsuzluğun kışında bahar yürüyüşüne çıkmaktır, baharı getiren de o yürüyüştür. Ben burada yalnızca bir kurbanın adını anıyorum; ama bu adı, başka pek çok kurbanın adıyla değiştirebiliriz. Ne yazık ki bu topraklar, sayısız kahramanın hikâyesiyle dolu.

Kahramanlar kurbanlardı, öldürülenlerdi. Etraflarını saran erkeklerden kurtulmak için Tercan’da Karasu Nehri’ne kendisini bırakan kadınlardı. Ölümün zamanını kendileri belirleme özgürlüğüne sarılanlardı. Belki de bunlar hiç bilinmeyecekti. Oradaki kadınlar ölmüş, hiçbir katil de bu yaşananları konuşmamış olacaktı; çünkü bu topraklarda katiller vicdanlarıyla hiçbir zaman yüzleşmedi. Eğer köylerdeki sessizliği fark edip onları aramaya çıkan Dursun dedem olmasaydı, olup biteni uzaktan görüp çocuklarına anlatmasaydı… Korkunç bir katliam, geride bir çocuğu tanık bırakmıştı. Resmi devlet ve inkârcı tarihyazımı, bir ülkenin geçmişini kendi ideolojisine göre şekillendirirken, bir çocuk, kendi ailesine gerçeği anlatıyordu.

Yaşam hızlıdır; zamlar, toprak meselesi, aileler, doğumlar, hastalıklar, yeni hükümetler, eskiyi görünüşte gereksiz ve önemsiz kılar. “Aman, geçmişte kaldı bunlar” denilir; ama aralarda, sohbetlerin kısık sesli anlarında şu anlatılır: Elindeki tüfeğin bir seferde kaç kişiyi öldürebileceğini denemek için dört Ermeni’yi tek atışta vurduğunu söylerler. Kısık sesle anlatılan bu hikâyeler, çok da uzak olmayan bir geçmişte Ermenilerin nasıl öldürüldüğünü birer kahramanlık öyküsü gibi yüksek sesle dile getirmekten çekinmiyordu. Ancak siyasi gündem bu anlatımları riskli bir noktaya taşıyınca susuldu; anlatılar bu kez alçak sesle, fısıltıyla aktarılmaya başlandı. Bugünse artık yüksek sesle anlatılanlar, öldürülenlerin hikâyeleri değil; ‘onlardan kalan altınların’ peşine düşülen yolculukların hikâyeleri. İki anlatım arasında sadece içerik değil, tonlama ve ses yüksekliği de değişti.

İnsan beyni kolektifi unutmaya şartlandırılıyor. Brecht’in sorusu yerli yerindedir: ‘Bir de Babil varmış boyuna yıkılan. Kim yapmış Babil’i her seferinde?’ Böyle bir şartlandırmalarda, tarihinin kaybedenlerinin kahraman olduğunu anlatmak ne kadar mümkün? Zaferlerin kutsandığı bir dünyada, kaybedenlerin kahramanlıklarını dillendirmek; zamanında dünyayı temelden değiştirenlerin Babil’i kuranlar olduğunu anlatmak ve her şeye rağmen ısrarcı olabilmektir.

İnsan tuhaf bir varlık; müzik kariyerini neredeyse ağıtlar üzerine kuran Sebahat Akkiraz’ın, hakkında bir ağıt bile yakılmamış Talat Paşa’yı kendine kahraman seçmesi onun bütün çelişkilerini ortaya koyuyor. Bu, sanatın sanatçıya yabancılaşmasıdır. Talat Paşalık ağıtlığı kabul etmez, hakiki bir üzüntü lafını bulamazsınız orada, çünkü orada yalnızca yok etme siyasetinin rasyonalize edilmiş hâli bulunur. Sadizm, hakiki acının taşıyıcısı olamaz.

Siyasetin estetikleşmesi

Benjamin, faşizmin siyasetin estetikleştirilmesi sürecinden bahseder. Siyaseti bir katılım süreci olmaktan çıkarıp seyredilecek bir gösteriye dönüştürür. Halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılımını engeller; bunun yerine onları seyirci konumuna iter. Seçme, söz söyleme ve itiraz etme hakkı tanınmaz. Yerine büyük törenler, kalabalık mitingler, etkileyici marşlar, dev anıtlar ve simgesel bayraklar sunulur. Bu araçlar, halkın kendi iradesini kullanmasının yerini alan bir tür estetik tatmine hizmet eder –yani iktidarın, halkın kendini yönetme hakkı yerine görsel ve duygusal bir tatmin sunmasıdır. Bu kahramanlar, siyasetin estetikleştirilme sürecinin ürünüdür; karar alma iradesinden yoksun, yalnızca izlemekle yetinen bir halk yaratılır. Talat Paşa heykelleri bu estetik rejimin sembolleridir.

Sanat ve sanatçı aracılığıyla tarihsel süreçlerin ve toplumsal değişimlerin izlerini görebiliriz. Örneğin, 1908 Devrimi sonrasında pasif devrimin edebiyattaki etkisini anlamamda, Can Erzurumluoğlu’nun dikkatimi çektiği Baha Tevfik, önemli bir örnek oldu. Sabahat Akkiraz örneği bireysel bir tercih gibi görünse de, aslında daha derin toplumsal güçlerin ilişkisini ve onun kendi müziğine yabancılaşmasını ortaya koyar. Sanatçıyı, siyasal rejimlerden bağımsız değerlendiremeyiz. Akkiraz’ın Talat’ı kahramanlaştırması, Marx’ın özgürleştirici sanat anlayışına ters düşer; çünkü bu estetik seçim, insanın yabancılaşmasını aşmaya yardımcı olmaz. Aksine, gerçeklik ile arasına daha büyük yalanlar koyar.

Kurbanların acısı, kendine mistik bir anlam yaratmaktan geri durmaz; bu sadece sanatta değil, dinde de derin etkiler taşır. Golgota Tepesi’nde çarmıhta tüm insanlık için acı çeken İsa ile Kerbela Çölü’nde öldürülen Hüseyin ve yanındakilerin acısı, dinsel kurucu bir rol üstlenmiştir. Alevilikte Ali veya Hasan’dan öte, Hüseyin’in acısı temel bir kurucu unsur olarak kabul edilir. Yoğunlaşmış acıların dinsel biçimde ortaya çıkması budur. Ancak ezilenlerin acıları kendi içinde yaşamaya devam eder, yeniden yaşanır ve bu dinsel form ile zaman zaman çatışmaya girer. Madımak’tan Dersim’e yaşanan acılar, kendi haykırışlarını ortaya koyar. Toplumun gerçek acıları, mistifize acılarla çatışır.

Efendiler kendini acındırmayı sevmezler, övülmeyi ve üstünlüğü isterler. Onların acıyla kurdukları ilişki iktidarın oyunları çerçevesindedir. Onların acıları, gerçekte mızmızlanmadır, öykünmedir, acıların sömürgeleştirilmesidir, meşrutiyeti kapatmak için atılan adımlardır. Acı bu denli önemli olunca, iktidarlar da bu acıları kendi hizmetine almak ister ve kendi acılarına o kadar çok yer açar ki, bunun, gerçek acının yerini tutmasını ister. Sahte bir acı kaplar alanları. Keza, İsmet Özel’in ‘Biz bu ülkenin zencileriyiz’ sözü, gerçek tarihsel mağdurları unutturma hamlesidir. Neden ağır vergiler altında yaşayan, köleleştirme ile yüz yüze bırakılan, katliamların ve en sonunda fiziki yok etmenin tarihinde yaşamış halklar değil de, İsmet Özel ve benzerleri bu ülkenin zencileri olsunlar ki? Ya da benzer bir şekilde, neden her türlü devlet baskısıyla susturulmak istenen Cumartesi Anneleri/İnsanları'nın hakiki acıları yerine dört aylık bir hapishane sürecinin ardından hâlâ devam eden bir mağduriyet konuşulur? Çünkü sahte acılar, gerçek acı sahiplerini görünce, öfke ve yok etmeden başka bir şey düşünemez.

Soykırımın faili kahraman olamaz. Gerçek kahramanlık, ailesi yok edilmiş olsa da suskunluğunu koruyarak yaşamaya devam etmektir. Tüm acılara rağmen hayatta kalmaktır kahramanlık. Kahramanlar ise soykırımın kurbanlarıdır. Kurbanların acıları çok katmanlıdır. “Ermeniler kendilerini saklıyor,” deniyor ya bazen. Belki de acılarını saklayanların zamanla kendilerini de gizlemesi, buradan kaynaklanan bir sonuçtur.

1915’te Ankara Sancağı’nda, on binlerce Ermeni öldürüldü; sürgüne gönderildi, malları gasbedildi. O insanlar bugün sokaklarda anılmıyor, isimleri devlet törenlerinde okunmuyor. Ama onların ölüm emrini veren Talat Paşa için bir anıt dikildi. Bu anıt hatırlamayı değil, unutturmayı amaçlıyor. Vakit, kurbanlar için anıtların alacakaranlığıdır.

Bianet

BASıNDAN