2025-07-03
Madımak Katliamı, Alevilerin örgütlenmesinde bir dönüm noktası olmasına rağmen, bu katliamı mümkün kılan yapısal koşullar bugün de varlığını sürdürüyor.
Madımak Katliamı, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin düzenlediği şenlikler sırasında, 33 yazar, ozan ve aydın ile 2 otel çalışanının bulunduğu Madımak Oteli’nin, otelin önünde toplanan bir güruh tarafından kundaklanması sonucu 35 kişinin hayatını kaybettiği olaydır.
Bu yazı, Madımak Katliamı’nı 1993’teki kanlı bir katliamdan ibaret görmeyip, Alevi kimliğine yönelik inkâr-baskı zincirinin güncel halkası olarak okur. Osmanlı’daki İttihat ve Terakki tasfiyelerinden Dersim '38’e uzanan “resmî şiddet sürekliliği”ni ortaya koyar. Bu süreklilik esnasında devlet merkezli şiddet ve siyaset ise görünülmez ve anlaşılmaz kılınmaktadır. Türkiye’de inanç özgürlüğü ile demokratikleşmenin neden hâlâ kırılgan kaldığını sorgular.
Katliam ve devlet
Aziz Nesin’in çevirisi sanılan (Ahmet Nesin, çevirmenin aslında babası olmadığını vurgular) bir kitap bahanesiyle toplanan kalabalık, devletin gözetimi altında ve tüm Türkiye’nin dikkatini çekerek Madımak Katliamı’nı gerçekleştirdi. ABD’nin Irak’a yönelik savaşını CNN’de canlı izlemeye alışan kitle, Madımak’taki dehşetin görüntülerini de televizyonlardan seyretti. Vietnam Savaşı’yla zirveye çıkan foto-gazetecilik yerini “görüntü kalabalığına” ve “teknik fetişizme” bırakıyor; odak, füzenin bir yeri yok edebilme “başarısına”, vurulan insanların dramına değil, nesnel manzaralara kayıyordu. Anı yakalayıp dikkati tek noktada toplayan fotoğrafın yerini, dikkat dağıtan kesintisiz video akışı aldı; bu bombardıman, kitlelerde o gün başlayan dikkat sorunlarının bugünkü dijital kuşağa kadar uzanan öncülüydü. Bunların yanı sıra bir müdahale daha oluyordu, Cüneyt Özdemir’in yıllar sonra açıkladığı üzere, o gün otel önünden çekilen askerleri gösteren kareler, içselleştirilmiş otosansür güdüsüyle, yayından çıkarılmıştı. Öğretilmiş davranışlar biçimiyle, kırmızı çizgiler kanıksatılmıştı devlet tarafından. Devlet kendini görünmez kılmaya çalışarak, aydınlarla, katliamcı güruhu baş başa bırakmıştır.
Devletin, Madımak Katliamı’nı küçümseyen söylemine sıkça rastlanırken; dönemin yetkililerinden herhangi bir devlet görevlisini eleştiren bir söyleme rastlamak mümkün değildir; bu durum, görsel sansürle de desteklenmiştir. Yeni teknolojik araçları eski yöntemlerle denetlemek zor olduğundan istenen ölçüde sansür sağlanamadı; askerlerin otel önündeki görüntülerinin dijital ortamda görünmez kılınması, olayı yalnızca “aydınlar ile saldırgan kitle arasındaki çatışma” gibi göstermek içindi. Oysa Türkiye tarihinde, devletin desteği, örgütlemesi veya göz yumması olmadan—6-7 Eylül, Maraş Katliamı, Hrant Dink cinayeti gibi—hiçbir siyasi şiddet eylemi gerçekleşmemiştir.
Devlet, sorumluluğunu sokakta toplanan kalabalığın arkasına gizlemeye çalışıyordu. O günlerde Kürt aydınları ve aktivistleri isimsiz, mezarsız toprağa düşüyordu. 1993; Uğur Mumcu suikastı, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümüyle derinleşen siyasi çalkantılar, 2 Temmuz’daki Madımak Katliamı, 14 Temmuz’da HEP’in kapatılması ve aynı yıl DEP milletvekili Mehmet Sincar’ın öldürülmesi gibi cinayetlerin arttığı bir yıldı. Sosyalist sol ise 1970’lerdeki gücünden uzak, yeniden siyasal görünürlük kazanmak için çabalıyordu. Madımak Katliamı, ülkenin en karanlık dönemlerinden birini simgeleyecek kadar kötüydü.
Madımak Katliamı, Alevilerin Cumhuriyet döneminde bağımsız örgütlenme birimleriyle sahneye çıkışını da simgeler. 1960’lardan itibaren İstanbul’a ve yurtdışına yönelen yoğun göç, bu bölgelerde Alevi örgütlenmesinin yolunu açtı. Aleviler, fiilen 1993’teki Madımak Katliamı’ndan sonra örgütsel özgürlük kazanmaya ve kitlesel bir yapıya dönüşmeye başladı; ancak kitleye iki nokta unutturuldu: (1) Devletin Madımak’taki sorumluluğu ve (2) Alevi örgütlenmelerinin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri baskı görmesi, hatta fiilen kapatılması. 1924’te kurulan Diyanet, dinin nasıl yorumlanacağını doğrudan devletin belirlediği bir mekanizma kurarken, bu yorumun dışında kalan inanç biçimlerini yasakladı; Bektaşi örgütlenmeleri de bu kapsamda kapatıldı ve öyle kaldı.
Devletin kendi sorumluluğunu görünmez kılmasında, sadece o dönemdeki anlatımları ve medyayı şekillendirmesi yatmıyor, ayrıca tarihsel ve toplumsal bilinçte güçlendirilmiş bir resmi tarih anlatısının kitleler üzerinde etkisi olmasındandır.
Tarihsel hesaplaşma
Madımak Katliamı, toplumda var olan bir yok etme pratiğinin ve bu pratiği meşrulaştıran, devleti görünmez kılan, kurbanları pasifleştiren bir sürekliliğin devamıydı. Bu katliamı anlayabilmek için Cumhuriyet tarihine bakmak gerekir. Devletin Alevi nüfusa yönelik uygulamalarına dair eleştirilerin merkezinde, Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki Dersim '38 Katliamı yer alır. Ancak Dersim '38 merkezli anlatım çabaları eksik kalmaktadır; zamansal ve bölgesel olarak dar bir çerçevede ele alınmakta, dönemin siyasetinden yalnızca Celal Bayar gibi kişilere sorumluluk yüklenerek, dönemin Cumhurbaşkanı’nı —hastalığı gerekçe gösterilerek— bu sorumluluktan azade tutan bir anlatı inşa edilmektedir.
Oysa ölümünden sonra bile Türkiye'nin bir parçası olan Hatay’ın siyasetini belirleyen bir figür olarak tanımlanan bir devlet liderinin, uzun süre planlanarak gerçekleştirilen Dersim Katliamı’ndan habersiz ve yetkisiz gösterilmesi, tarihsel gerçekliğe tamamen aykırı bir söylemin etkisinin günümüze kadar sürdüğünü ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, devletin hegemonik rolünü açıkça görebiliriz. Dersim '38, uzun süre toplumsal bellekte failsiz kalmıştır.
Bir katliam, yalnızca fiziksel bir yok etme süreciyle sınırlı kalmaz; eğer akademideki anlatılar bu pratiği meşrulaştırıyorsa, o zaman katliam tamamlanmış olur. Dersim’deki nüfus bir yandan “isyancı” olarak tanımlanırken, diğer yandan Türk Tarih Tezi’nden beslenen bir damar, onların “Türk” olduğunu iddia etmiştir. Sümerleri Türk ilan eden, tüm dünya kültürlerinin kaynağı olarak kendisini gören bir Türklük anlayışı, Dersim dağlarında kendisini gösterememiş ve bu toplumu “devlete isyan eden” konumuna yerleştirmiştir. Tarihin bu büyük inkârcıları, toplumun en prestijli akademik unvanlarını taşımış, üniversitelerde bu anlatıları meşrulaştırmıştır.
Katliamın bir diğer tamamlayıcısı ise, onun bir feodalizme karşı modernleşme hamlesi, bir özgürlükçülük pratiği olarak sunulmasıdır. Bu çelişkili durum, eski devlet aygıtının fiilen iflas etmesi, savaşlardan yenilgiyle çıkması nedeniyle, baskı altındaki toplumun tepeden inme biçimde “yenilenmesini” kaçınılmaz göstermiştir. “Batılılaşma” adı altında askerî-bürokratik yapı yeniden düzenlenmiş; imparatorluk ve güçlü devlet hayallerini gerçekleştirebilmek için Batı’dan çeşitli uygulamalar getirilmiştir. Ancak bu uygulamaların halkın kitlesel talepleriyle bütünleşmesini engellemek için devlet her türlü çabayı göstermiştir.
Kadın hakları, devletten bağımsız kadın örgütleri olmadan; meclis gibi kurumlar, demokratik seçim ve kitle katılımı olmadan hayata geçirilmiştir. İşçi örgütlenmeleri, LGBT+ örgütleri ve bu alanlardaki edebiyat (ki 1910’larda bu edebiyat gelişmişti), halkların birçok hakkı bu süreçte yok sayılmıştır. Bu karmaşık durum, Antonio Gramsci’nin tanımladığı biçimiyle “pasif devrim”dir.
1908 Devrimi'nin eşitlikçi taleplerinden çekinen ve bunları reddeden İttihat ve Terakki, bu talepleri savunan Hristiyan—özellikle Ermeni—toplulukları tasfiye etmiş, aynı zamanda devletin gözetimi ve hakemliği altında ilkel sermaye birikimiyle bir Türk burjuva sınıfı yaratmaya yönelmiştir. Yani ihtiyaçlara göre, zamana yayılarak devlet reforme edilirken, bu reform talebini gerçekten sahiplenen ya da sahiplenmeye yakın olan kitlelerle bağlar koparılmıştır. Böylece tüm belirleme yetkisini elinde toplayan otoriter bir siyaset anlayışına geçilmiştir. Bu siyaset anlayışı, kendi varlığını, kitleleri pasifleştirerek ve yalnızca kendi gerçekleştireceği değişiklikler üzerinden tanımlamaya çalışmıştır. Toplumsal bilinçte, “Dersim '38 yaşandı ama kadınlar oy kullanabildi, köylüler ağalardan kurtuldu, okullar geldi” gibi söylemler yerleştirilmiştir.
Diyanet ve dini özgürlükler
Böylelikle Türkiye’de devlet ve din işlerinin ayrımı gerçekleşmedi, devlet kontrolünde olan bir din anlayışı oturdu ve günümüze kadar bu devam etmektedir. AKP iktidarıyla, bu gelişim daha da ileri adıma taşındı, Diyanet’in gücünün artmasının yanı sıra, tarikatların da devletin sivil toplum kurumları olarak kamusal alanda konumlandırıldı. Meallerin Diyanet tarafından belirlenmesi gibi uygulamalar, devletin din üzerindeki hâkimiyetinden vazgeçmediğini açıkça göstermektedir.
Bu çerçevede yürütülen iç tartışmalarda —örneğin son kurban tartışmasında— hangi din yorumunun “doğru” olduğuna dair tartışmalarda, farklı sınıfların dinsel yorumlarda farklı olabileceği öngörülmüyor ve değişmez bir bilgi olarak ele alınıyor. Diyalektik, dinin kendisinin de toplumsal şartlarla aşılabileceği, sönümleneceğini belirtir. Bu iktidar ilişkilerinde din, siyasetin bir aracı noktasındadır.
Yani, devlet, kendi yasaları etrafında dini grupların kendi varlıklarını belirlemelerinden ziyade, Diyanet üzerinden bunları kontrol altına almaya çalışmakta ya da bazı bakanlıklarda bunlara özel konumlar vererek kendi yapısı içinde koruma ve denetim altına almaya yönelmektedir. Diyanet’e uygun bir Alevilik anlayışı, şu anki AKP iktidarının emellerinden biri durumundadır. Yine, Alevilerin kendilerinin belirlediği bir din anlayışı değil, tepeden devletin tanımladığı bir Alevilik anlayışının yaşanması telkin edilmektedir. Diyanet’in kendisi, dinsel özgürlüklerin önünde bir engeldir ve kaldırılması gereklidir.
Madımak Katliamı, Alevilerin örgütlenmesinde bir dönüm noktası olmasına rağmen, bu katliamı mümkün kılan yapısal koşullar bugün de varlığını sürdürüyor. Leman’a yapılan saldırının söylemsel olarak Madımak Katliamı’na yakınlaşması, buna en son örneklerden biridir. İnançların özgürce yaşanması noktasında, toplumun demokratikleşmesi için gerekli adımları, devletin merkezi yapısını güçlendiren adımlara dayandırmaya çalışmak ve bir diğer taraftan devletin baskı gücünü artırmak; hele ki devlet bu baskılardaki rolünü görünmez ve anlaşılmaz kılmak için bu kadar çok hegemonik çaba içindeyken, toplumsal çatışma potansiyelini artırıyor.
Bianet
BASıNDAN