yazarlar makaleler
Murat Sevinç: Çok özel bir halk mıyız, neler oluyor, ne yaşıyoruz?
12/5/2023

“Yunan ‘müesses nizamı!’ Nizamın zavallı, solgun bir taklidi. Kâğıttan kaplan. ‘Müesses nizam’ı ayakta tutan yegâne şey düzen karşıtının nizamdan daha berbat durumda olması.” (Nikos Dimu, Ne Mutsuz Yunanım Diyen, Çeviren: Herkül Millas, İstos, s.51)

İnsanın, doğanın, tüm canlıların üzerinde tepinen bir sistem bu, her yerde ve Türkiye’de.

Klasik liberal demokrasin iddiası, kişilerin -hiç olmazsa- ‘hukuksal eşitliğini’ sağlamaktı, yasa karşısında eşitliği. Sosyalizmden farklı bir eşitlik hedefiydi, bugün ‘demokrasiler’ derken kastettiğimiz, derslerde anlatılan Batı demokrasileri, klasik-liberal demokratik sistemlerdir. Burjuvazi tarafından icat edilmiş, 19’uncu yüzyılla birlikte sosyalist mücadelenin sonuçlarından bolca yararlanmış, en önemlisi, klasik özgürlüklere ‘sosyal haklar’ı eklemiş demokrasiler. Neoliberalizm ile klasik olan arasındaki en temel fark burada, son 30-40 yılın liberalizmi sosyal hakları yük olarak gördü. Oysa devletin sosyal niteliği ile ‘demos’un yönetimi arasında hayatî bir bağ var.

Yurttaşın görünür olması, güç kazanması, yönetime katılmayı talep etmesi, ancak devletin sosyal görevlerini yerine getirmesiyle mümkün. 20’nci yüzyılın demokrasisi sosyal demokrasidir, sosyal olmayan bir demokratik sistem yok. Buna mukabil, devletler halkın sosyal ihtiyaçlarını görmezden gelip kamusal görevlerini bir bir terk ettikçe geriye o devletlerin kas gücü, tek başına bırakılmış bireyler, gelir eşitsizliğinin ürünü semirmiş kişi ve şirketler kaldı. Kaçınılmaz sonuç; güvenlikçi devlet ve o güvenliği tesis edecek niyet ve tıynette idareciler.

Önceki krizlerinden farklı olarak, Bilişim Devrimi ‘marifetiyle’ varlık nedenini yitiren (çünkü artık daha çok kâr için daha fazla emek sömürüsüne gerek yok, aynı verim daha az emek gücüyle alınabiliyor) kapitalizm, ancak şiddetle, o şiddete meyyal ideoloji ve kişilerce sürdürebiliyor yaşamını. Demokratik ülkelerin halkları bir sabah aklını yitirip “Hadi şimdi hepimiz başımıza sağcı otoriter birilerini seçelim” demedi; sistem, vardığı aşamada böyle kişi ve hükümetlere gereksinim duyuyor.

Dehşet verici gelir eşitsizliklerinin yaşandığı ve her anlamda geleceksizleştirilen milyonların endişeyle ömür sürmek zorunda bırakıldığı ülkelerde, seçmenin en olmayacak siyasetçilere iltifat edişi rastlantı değil. Liberal demokrasiler ‘demos’u kayırma, memnun etme, rızasını alma niyetinden vazgeçti; buna mukabil, varlık nedeni olan ‘hukuksal eşitlik’ sağlama amacı, söz konusu görevlerini asgari düzeyde de olsa yerine getirmesine bağlıydı.

İnsanlığın felaketi olacağa benzeyen iklim krizi ve milliyetçiliği-dinciliği körükleyen muhtemel kitlesel göçler de hesaba katılırsa yakın vadede dünyanın irili ufaklı faşizmlere tanık olmasının beklenebileceğini varsaymak mümkün. İsrail’in son iki aydaki katliamlarına ‘medeni’ Batı’nın desteği ve kendi ülkelerindeki protestoculara yaklaşımları, temel haklar rejiminin kırılganlığını gösterdi ve nitekim her yerde, başta insan hakları olmak üzere insanlığın II. Dünya Savaşı sonrasındaki çoğu kazanımına düşman yarı-deliler, şarlatanlar, ırkçılar ve yalancılar. iktidara tırmanıyor. Seçimle.

Bu anlamda 1930’lar Avrupasına benzer bir yanı var hakikaten, krizler ve derinleşen yoksulluk içinde yaşamaktan bıkkın halklar, o halkların sorunlarına yanıt veremeyen ve tehlikeye yeteri kadar dikkat çekemeyen sol örgütlenmeler, sonunda umut vadeden ‘çılgınlar’a yönelen kitleler. Şimdinin ‘post-truth’ zırvasının o zamanki karşılığı yalana dayanan propagandaydı.

Her ne kadar pek özelmişiz gibi düşünüp davranmayı sevsek de ülkemiz yerkürenin bir parçası olduğu için, benzer dönüşüm ve sarsıntılar Türkiye’de de yaşandı, yaşanıyor. Kuşkusuz tüm ‘özgül’ ve ‘özgün’ nitelikleriyle.

Türkiye’de temsili demokrasinin krizinin şekli şemaili Türkiye demokrasisinin tarihi ve kalitesi ile bağlantılı. Cumhuriyet yönetimleri cumhuru pek dikkate almadı bugüne dek, cumhurun çoğu derdini tasasını görmezden geldi ve varlığını kendi varlığına armağan etmesini talep etti. Yalan olmasın, o da feda etti aslına bakılırsa; çılgınca çalışmasına karşın ayağına geçirecek doğru düzgün bir ayakkabıya sahip olamayan yoksul yığınlar, maaşlarını ödediği ve Edirne’den ötede hiç kimsenin ciddiye almayacağı afra tafra sahibi siyasetçilerin önünde eğildi. ‘Cumhur’ kamusal alanda eşit ve söz sahibi olamadığı için, Cumhuriyet demokratikleşemedi. 1980 sonrasında devletin sosyal niteliği giderek görmezden gelindi, kamunun malı mülkü utanç verici bir tezahürat eşliğinde halkın elinden alındı; halkın servetinin şahıslara transferine karşı çıkanlar gerici olmakla, dünyayı kavrayamamakla itham edildi. Kavranması salık verilen dünya, o esnada, insanın ve doğanın sonunu getirecek bir ideolojiyi cilalamakla meşguldü.

Cumhuriyet, ancak demokratik (ve laik) olursa anlamlı ve talep edilen bir yönetim biçimi haline gelir. Bir cumhuriyeti demokratik hale getirecek olan ‘ahalidir’; yurttaşın, cumhurun kamusal varlığı. Söz konusu kamusal görünürlük her düzeyde yönetime katılım yollarının açılmasıyla olanaklı hale gelebilir. Bu da, devletin sosyal niteliğini yitirmemesiyle mümkün. O niteliğin yokluğu, ancak yurttaş özgüveni ve kamusal duyarlılığa sahip insanın kurabileceği demokrasinin de olmadığı anlamına gelir.

Ülkemizde, mayıs seçimini atlatamayan milyonlar, dört ay sonraki yerel seçime hazırlanmaya çalışıyor. Büyük haksızlık kuşkusuz, ancak yapacak bir şey yok, çünkü var olan yapının harcında o haksızlık var. 2024 yerel seçimi muhtemelen ‘Cumhuriyet’in en kritik yerel seçimi’ olarak adlandırılacak ve belli açılardan haklılık payı olacak bu tanımda. ‘Demos’un kendi kaderine hükmetme gücü dört-beş yılda bir yapılan seçimlere indirgendiği için. Ayrıca, muhalefetimiz ‘en kritik’ ifadesiyle tanımladığı seçimleri kaybettiğinde hiçbir şey olmamış gibi davranabilme hasletine sahip. İri lafları kolaylıkla sarf edebilmelerinin bir nedeni de bu.

Umalım ki mayıs seçimlerinin ardından büyük moralsizlik yaşayan, yorgun, bezgin ve yoksullaşan milyonlarca yurttaş, birkaç ay sonra yapılacak yerel seçimler üzerine konuşmaya başlamayı, bıkkınlık verici ‘yeni’ ittifak tartışmalarını, bir gün, çok ama çok yadırgasın ve “Bu ne saçmalık?” sorusunu yüksek sesle, bağıra çağıra yöneltsin. Kendi geleceğinin giderek daha güçlü bir biçimde, yeryüzündeki ‘diğerleriyle’ ilişkili olduğunu fark etsin. Birileri, fark etmesine önayak olsun, yol açsın, eşlik etsin, o milyonlara seslenebilsin. Umalım ve çabalayalım ki bir gün bunlar olsun.

Acep o iki parti yerel seçimde ittifak yapar mı… Beriki tek başına mı girer… Filancanın tosunları kimi destekler… İktidar bloku çatladı mı…

Küfür gibi bir dünya, siyaset ve hayat.

Yazı önerisi: Gazete Oksijen’in 3 Aralık Pazar günkü sayısında iklim kriziyle ilgili çok iyi yazılar var. Onlardan biri, ‘Zenginler Dünya İçin İki Sebeple Tehlikeli’ başlığını taşıyor, buraya bırakıyorum. Okumak için abonelik gerektiğinden, yazıda asıl vurgu yapmak istediğim kısmı iki satırla yazayım: Guardian köşe yazarı Rebecca Solnit, yazısında, “Birkaç zenginin iyi şeyler yapması, bu türün varlığını haklı çıkarmaz” demiş. Yazıda, Oxfam’ın araştırmasından söz ediliyor ve buna göre dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi iklim değişikliğinde büyük pay sahibi. En zengin yüzde 10’luk kesim, emisyonun yüzde 50’sinden sorumlu. En yoksul yüzde 50, emisyonun yalnızca yüzde 7,7’sine yol açıyormuş. Ezcümle, milyarlarca insan bir avuç şımarık sömürgenin gezegenin yaşamına son verişini izliyor. Şimdilik.

Diken

İÇERİK BAŞLIKLARI
×
 MAKALELER   yazarlar