16.02.2024
20 yıl önce: Yine ‘beka’ ve ‘gayri milli’ suçlamaları, fakat bu defa suçlanan iktidar
Yine ne kadar çok benzerlik var: O zaman da ‘misyoner tehlikesi’ vb, manipülatif amaçlarla üretilmiş ‘beka’ kaygıları varmış fakat o dili iktidar değil muhalefet kullanıyormuş… Keza o zaman da ‘gayri milli’ birileri varmış ve başka birileri onları ‘vatan haini’ diye damgalıyormuş. Bir farkla ama: O zaman iktidardakiler ‘gayri milli’ imiş, şimdiyse muhalefettekiler… Böylece anlıyoruz ki rakibini alt etmek için hukuk dışı yollara tevessül edenlerin yöntemleri de aynıymış; rakiplerini ülkenin bekasını tehdit etmekle, gayri milli olmakla suçlarmış.
Alper Görmüş
2012’de kaleme aldığım fakat yayımlamadığım ‘2007’ başlıklı kitabın tefrikası mahiyetindeki bu dizinin beş numaralı son bölümünde, AK Parti iktidarının başlangıç yıllarını kapsayan iki büyük kampanyadan söz etmiş, sonraki bölümlerde bunların ayrıntılarına gireceğimizi söylemiştim. Bu kampanyaların konusu ‘irtica’ ve ‘misyonerlik’ti…
Yaşı fazla genç olanlar o günlerdeki irtica karşıtı kampanyayı kafalarında bir yere oturtabilirler, yadırgamazlar. Fakat anti-misyoner kampanya için muhtemelen “o da ne” diyeceklerdir, çünkü milliyetçilerin ve ulusalcıların yıllarca Türkiye’nin ‘beka meselesi’ olarak iktidarın tepesinde boza pişirdiği “Türkiye Hıristiyan oldu olacak” korkusunu bugünün Türkiye’sine bakıp da anlamak mümkün değil; çünkü böyle gerçek bir tehlike olsaydı bugüne hiç değilse izleri kalırdı, ama kalmadı.
‘2007’ kitabında bu iki kampanyanın amacı konusunda şöyle yazmıştım:
“Türkiye’nin statükocu-darbeci güçleri, 2003 ve 2004 darbe girişimlerinin başarısız kalmasının ardından, enerjilerinin önemli bir bölümünü bu kampanyalar üzerinden iktidar partisini düşmanlaştırmaya ve toplum içinden olabildiğince geniş kesimleri bu sürece katmaya ayırdı.
“Hedefin, Vatan gazetesinin seçimlerin hemen ardından işaret ettiği gibi 2007 olduğu belliydi.
“Bugünden (2012’den) geriye baktığımızda, kabaca şöyle bir mühendisliğin tasarlanmış olduğunu söyleyebiliriz: 2007’ye kadar olabildiği kadar fazla sayıda insan ‘irtica’ ve ‘misyonerlik’ gibi temel; ‘AK Parti iktidarının gayri milli karakteri’ vb. gibi ikincil başlıklar üzerinden olabildiği kadar çok korkutulacak ve zamanı geldiğinde bu korkunun yaratacağı enerji iktidarı hal’etmek için kullanılacaktı.”
Yine ne kadar çok benzerlik var: O zaman da manipülatif amaçlarla üretilmiş ‘beka’ kaygıları varmış fakat o dili iktidar değil muhalefet kullanıyormuş… Keza o zaman da ‘gayri milli’ birileri varmış ve başka birileri onları ‘vatan haini’ diye damgalıyormuş. Bir farkla ama: O zaman iktidardakiler ‘gayri milli’ imiş, şimdiyse muhalefettekiler… Böylece anlıyoruz ki rakibini alt etmek için hukuk dışı yollara tevessül edenler aynı kumaştanmış; rakiplerini ülkenin bekasını tehdit etmekle, gayri milli olmakla suçlarmış.
Artık bu bölümün ve sonraki birkaç bölümün konusu olan medya üzerinden yürütülen ‘kampanyalar’ faslının ayrıntılarına girebiliriz…
***
‘2007’ kitabı: Altıncı bölüm, 2003-2007 arasındaki irtica karşıtı kampanya
İrticanın gelmekte olduğu temelinde yürütülen propaganda ve korkutma faaliyetinin onlarca yıllık bir geçmişi vardı; fakat AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’den itibaren daha sistemli bir hal almaya başlamıştı.
Böyle olmasının nedeni, Türkiye’nin, iktidarlarını statükonun sürdürülmesinde gören her kesimden kişi ve kurumun, sezgisel bir bilgiyle AK Parti’nin Refah Partisi ve önceki “milli görüş” partilerinden farklı olduğunu hissetmesiydi. Bu sezgisel bilgi, onlara, bu defa işlerin çok zor olduğunu, bu iktidar şayet erkenden hal’edilmezse çok uzun yıllar başta kalabileceğini söylüyordu.
AK Parti ile ilgili değerlendirme böyleyken, onun iktidarına son vermek üzere daha ilk aylardan planlar yapıldığı ortaya çıktığında, birileri bu planların inandırıcı olmadığını kanıtlamak için tuhaf bir savunma çizgisi benimsedi: “Daha hükümet programını bile uygulamaya koymamış, dolayısıyla ne olduğu anlaşılmamış bir partiyi ve hükümeti devirmek için neden plan yapılsın ki?”
Bu tez, hükümetin kurulduğu ilk aydan itibaren askeriye-yargı-medya üçlüsünün “irticacı hükümet”e karşı nasıl bir mücadele yürüttüğü ortaya konduğunda kendiliğinden çöküyor.
Buradan itibaren bu süreci ayrıntılarıyla ve zihinlerde kalmış-kalmamış örnekleriyle gözler önüne sermeye çalışacağız…
Dakika 1, gol 1: “8 Ocak süreci…”
3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından ilk AK Parti hükümeti, Recep Tayyip Erdoğan siyaseten yasaklı olduğu için Abdullah Gül tarafından kuruldu (18 Kasım 2002).
İlk arıza Aralık 2002 Askeri Şûra’sında ortaya çıktı. Başbakan Gül ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Şûra kararıyla ordudan atılan askerlerin mahkemeye başvurma haklarının olması gerektiği gerekçesiyle ihraçlara şerh koydu.
Askerlerin işinin AK Parti döneminden önceki “irticai” partilere karşı mücadeleye kıyasla çok daha zor olacağını gösteren ilk belirti buydu. Nitekim gelişme askerler arasında tam bir “şok” etkisi yarattı.
8 Ocak’tan itibaren (’şerhler’ tartışması sürerken) medya tatlı bir heyecan içine girdi: Çünkü 8 Ocak’ta askerler Genelkurmay Başkanlığı’nda önde gelen gazetecilere bir resepsiyon vermiş, “YAŞ şerhleri“ ve “türban” üzerinden “irtica uyarısı”nda bulunmuşlardı.
Merkez medya gazeteleri sevinçlerini gizleyemiyordu, resepsiyona katılan temsilcilerinin izlenimlerini kamuoyuna yorumlu manşetlerle yansıttı: Milliyet, “muhtıra gibi”; Akşam, “Özkök’ten müthiş mesajlar: “YAŞ’taki şerh irticaya cesaret vermiştir”; Cumhuriyet, “İrticayı cesaretlendirdiler”, Hürriyet, “Askerden bomba gibi mesajlar”; Sabah, “Askerden ağır uyarı”; Habertürk, “Genelkurmay Başkanı zehir zemberek”; Posta, “Asker ağır konuştu”; Radikal, “Askerden ilk eleştiriler”; Vatan, “İrticaya cesaret verdiler.”
Köşelerde, askeri vesayetin bütün çıplaklığıyla kendini gösterdiği bu gelişmeyle ilgili olarak askerleri eleştiren, hükümetin “şerh” kararının hiç değilse hakkı olduğunu söyleyen birilerine rastlamak mümkün değildi.
Ertuğrul Özkök, ordudan atılanlara yargı yolunun açık olmaması gerektiğini savunduğu yazısında “Müslümanlar ulülemre yani devlete itaatle yükümlüdürler” diye yazdı (Hürriyet, 10 Ocak 2003). Yani Özkök’e göre askerin kestiği parmak acımazdı…
Bazı yazarlara göre bu yeni bir 28 Şubat’tı, zaten oradan kalkarak, olan bitene, “28 Şubat süreci”nden mülhem, gönüllerindekini sergileyen bir ad da verdiler: “8 Ocak süreci…”
“8 Ocak süreci”ne tam destek veren köşelerden minik seçmeler:
Hikmet Çetinkaya (Cumhuriyet): “Orgeneral Özkök haklıydı! (…) Türkiye’nin bunca ekonomik sorunu varken AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte gündeme ‘sıkmabaş’ giriyor, laik demokratik Cumhuriyetin temeline dinamit koymak isteyenler ‘demokrasi kahramanı’ olarak ortaya çıkıyorlardı…”
Orhan Birgit (Cumhuriyet): “Her ülkenin kendine özgü iç dengesini düzenleyen yasaları ve kuralları vardır. Siz, örneğin AB’ye giriyorum diye o kuralları ve yasaları gözardı edemezsiniz. Önceki gece bu olgu bir kez daha kendini göstermiştir…”
Mustafa Balbay (Cumhuriyet): “‘Kırmızı çizgiler’ tanımı, diplomatik bir kavramdan öte kurumların, devletlerin kesinlikle kabul edemeyeceği durumlar olarak dilimize yerleşti. Özkök konuşmasında bunların altını çizdi…”
Tufan Türenç (Hürriyet): “Hiç kuşku yok ki, Türk Silahlı Kuvvetleri, yürekten bağlı olduğu Cumhuriyet’in temel değerlerini, siyasi iktidarın paylaştığından kuşku duyuyor. Kabul etmek gerekir ki, bu kuşkuyu gidermek siyasi iktidarın görevi olmalıdır…”
Ertuğrul Özkök (Hürriyet): “Orgeneral Özkök, deyim yerindeyse, kadife eldiven içinde demir bir yumruk çıkardı…”
Güngör Mengi (Vatan): “Bu uyarıcı eleştiriden hükümet tehlikeli sulara kendisini çeken çevreleri bastırmak amacıyla yararlanmaya baksın. Laikliğe kazık atmakla yitirilecek zamanı yok Türkiye’nin…”
Erdal Şafak (Sabah): “Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök’ün basın kokteylinde sözcüklerin üstüne basa basa okuduğu, daha sonra da tüm gazetecilere dağıtılan 8 sayfalık metnin, 28 Şubat’taki MGK toplantısının ardından yayınlanan bildiriden anlam ve ağırlık olarak pek farkı yok…”
Yavuz Donat (Sabah): “‘Olay’a nasıl bakılırsa bakılsın… Ortada bir ‘gerçek’ var: ‘Karizmanın çok erken çizildiği’ iyi olmadı. (…) Hükümetin ‘yumuşak karnı’ askerle ilişkilerdi. O konuda ‘dikkatsiz’ davrandı. Bin defa anlatılsa, fıkra ‘klasiktir… Günceldir.’ Hani idam sehpasındaki laz, son sözü sorulunca ‘bu bana ders olsun demiş ya… ‘Teşbihte hata olmaz’ bu olay da umarız yönetime bir ders olur…”
Şakir Süter (Akşam): “Ordu, ‘meydanı boş sanmayın, biz buradayız’ demek ihtiyacını hissetmiş. Bizim için hiç sürpriz olmadı; bu açıklamalara şaşıranlara ‘günaydın’ diyoruz!..”
Nuray Başaran (Akşam): “Siyasi iktidar ile devlet iktidarı farklılığının uyarısı yapılmıştır. (…) Zira siyasal sistem, sadece iktidar olabilmenin bir bölümüdür. (…) Birileri sadece kendilerini lokomotif sayma hayaline kapılmamalıdır…”
Hakan Aygün (Habertürk): “Laik Kuvvetler’in resepsiyon tatbikatı…”
Altemur Kılıç (Habertürk): “Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök (…) bundan böyle herhalde ‘8 Ocak olayı’ diye anılacak zarif – ince bir balans ayarı yaptı…”
Atilla Yeşilada (Habertürk): “(…) Herkes YAŞ mı kuru mu gördü…”
Fikret Bila (Milliyet): “Org. Özkök’ün kırmızı çizgileri, Cumhuriyet’in temel nitelikleriydi. Bu niteliklere dokunulamayacağını, bunu amaçlayan davranışların hoş görülemeyeceğini vurguladı…”
Güneri Cıvaoğlu (Milliyet): “Org. Özkök, ‘TSK’nın inançlara saygılı olduğunu, ama bir simge olarak türban dayatmasını kabul etmediğini’ de söyleyerek Atatürkçü ve laik çizgilerle oluşan bir çerçeve çizmiştir…”
Medya, “8 Ocak resepsiyonu”nu, bundan sonra ne yapması gerektiği hususunda kendisine verilmiş bir brifing gibi algıladı ve hiç vakit geçirmeden harekete geçti…
Milliyet, 11 Ocak’ta askerlerden topladığı tepkileri, YAŞ kararıyla ordudan uzaklaştırılmış subayların mahkeme kararıyla orduya dönme ihtimalini imâ ederek “Danıştay paşası istemiyoruz” başlığıyla haberleştirdi.
Sonraki yazıda: İrtica kampanyasının medyadaki başka görünümleri.
_______________
SABİTLENMİŞ SUNUM
“Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu” başlıklı bu dizi çok uzun sürecek, çünkü aşağıda okuyacağınız gibi 10 yıl önce kaleme alınıp yayımlanmayan bir kitabın yeni ilavelerle tefrika edilmiş hali bu…
Dizi arasına zaman zaman güncel yazılar da girecek, dolayısıyla diziyle ilk kez karşılaşacak olanların “nereden çıktı bu” dememesi ve önceki bölümlerle bağlantısını kurması için böyle bir “sabitlenmiş sunum”u gerekli gördüm. Bu sunum her bölümün sonunda tekrar edecek.
***
Demokratlık ve liberallik Türkiye’de ne zamandır küfür terimi olarak tedavülde… Küfrü daha da okkalı kılmak için onlara kestirmeden “yetmez ama evet”çi deniyor. Bu damganın ne kadar işlevsel olduğu, yeni bir TV dizisinde yer alan “O vatan haini ‘yetmez ama evet’çi içerde mi” repliği etrafında sosyal medyada düzenlenen şenlik üzerinden bir kez daha ortaya çıktı.
“Yetmez ama evet”çilere karşı yıllardır sürdürülen saldırganlık, futbol kulübü yöneticilerinin kendi başarısızlıklarının faturasını hakemlere yıkmasına çok benziyor. Aynı onun gibi, seçimle gelmiş bir iktidarı başta TSK olmak üzere ‘kurumlar’ üzerinden hal’etmeye girişerek Türkiye’yi feci bir otoriterliğe sürüklemede oynadıkları rolü görünmez kılmak isteyenler, faturayı “yetmez ama evet”çi dedikleri demokratlara ve liberallere ciro etmek için yıllardır -kabul edelim- başarılı bir performans sergiliyor.
AK Parti demokratların ve liberallerin başlangıç yıllarında kendisine açtığı krediden muhakkak ki faydalandı, fakat onun katbekat fazlasını kendisini ‘iç düşman’ olarak kodlayan modern-laik kesimlerin husumetinden türettiği mağduriyet algısından elde etti; ne var ki demokratlar ve liberaller bitmez tükenmez bir “sizin yüzünüzden” saldırısına maruz kalırken meselenin bu yanı yokmuş gibi davranıldı.
2012 yılının ortalarında, başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti birilerini mağdur eden bir iktidar kurmaya başlamıştı ve o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi. Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra, Etyen Mahçupyan’ın Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşide (Serbestiyet, 15 Aralık 2023) yer alan şu iki paragraf düşüncemi değiştirdi.
“(…) Çok kısa bir süre AK Parti’nin belki de demokratlığa da gidebilecek bir istekliliği vardı. Ama laik kesimin destek vermemesi AK Parti içindeki dinamiği tekrar eski hamuruna, eski damarına geri döndürdü. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye açısından kaçırılmış çok çok büyük bir fırsat. Fakat aslında bunu ne AK Partililer ne de karşısındaki laikler idrak etti.”
(…)
“Kendi kabahatinle yüzleşmek istemezsin. Laik kesim ne yapıyor şimdi, bugünkü AK Parti’yi geriye projekte ederek kendini aklamaya çalışıyor: AK Parti zaten böyleydi, Tayyip Erdoğan zaten bu kafadaydı diyor. Şurası doğru, Erdoğan büyük ölçüde aynı kafadaydı ama AK Parti’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor değildi, çok başka bir koalisyon yönetiyordu. [Laik kesim bunu idrak edebilseydi] AK Parti’de yaşanan bütün tasfiyelerin sonucunda neyi kaybettiğimizi de anlayabilirdi.”
İşte bu iki paragrafı okuduktan sonra, 2013’te yayımlamadığım kitabı özetleyerek ama bazı ilaveler de yaparak Serbestiyet’te tefrika etmeye karar verdim.
Bu dizide geçmiş yılları hatırlatıyorum, fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu, ‘kabahatlerini’ hatırlatmak için deşiyorum.
Serbestiyet
- PSK: Seyid Riza ve Arkadaşları Ölümsüzdür
- Meclis'te 2013'te hazırlanan 'çözüm süreci' raporunda neler vardı?
- PSK: Erdoğan Kürdlerden Özür Dilemelidir
- PSK: Kayyım Siyaseti Geri Döndü
- Bozyel: Önümüzdeki tarihi hedef Kürt halkının özgürlüğüdür
- 'Kürt Meselesinde Çözümsüzlük Türkiye'ye Neler Kaybettiriyor?'
- ‘Fetihçi iktidarın, böyle bir din ulemasına ihtiyacı vardı
- Ali Çeven Serbest Bırakılmalıdır
- ‘Diyanetin varlığını sorgulamayan her laiklik tartışması yanlıştır
- Altan Tan, Devlet Bahçeli’nin Öcalan çağrısını üç nedene bağladı