5/17/2024
Ece sevim Öztürk
Kızıl Elma’dan Kobani operasyonuna, devletin yeni sahibi: Bahçeli
“Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar. Şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.” George Orwell
Türkiye’nin önüne “Yeni” tabiri eklendikten sonra “yeni”nin yeniden inşâ edilmesi sürecine herkes kendi pozisyonuna göre bir “kırılma tarihi” koyabilir. Kimi, 2010 Referandumunu “Yeni”nin başlangıcı olarak görürken, bazıları 1 Kasım 2016 seçimlerini, kimileri de 15 Temmuz’u ya da 16 Nisan 2017’deki Anayasa Değişikliği Referandumunu esas alabilir.
Her bir gerekçeyi dinlediğimizde, belli noktalarda hak vermek mümkün görünse de 2010 Referandumu haricindeki tüm bu tarihlerin ortak paydasında Devlet Bahçeli’nin olduğunu görebiliriz. Ancak ne yazık ki analizler yapılırken bu gerçek göz ardı ediliyor. Gerçekten de Bahçeli, AKP’ye ittifak içinden ya da dışından destek vermeye başladığından beri Türkiye’de “yeni” bir tarih yazılıyor. Bu yazıda okuyacağınız analizlerde oluşan yapıyı ben “İkinci Yeni Türkiye” olarak tanımlayacak ve bu yapının kodlarını simgeleriyle birlikte aktarmaya çalışacağım.
Yeni Türkiye'den 'İkinci Yeni' Türkiye'ye
2002’de başlayarak AKP’li yıllara baktığımızda, girdiği her seçimi kazanan ve ordudan yargıya, bürokrasiden üniversitelere kadar nerdeyse tüm kurumları önce etkisizleştirip ardından kendi istediği şekilde yeniden yapılandıran “dev bir organizasyonun” yanında, MHP’nin ya da Devlet Bahçeli’nin “sadece seçeneklerden biri” olduğunu düşünebiliriz.
Hatta bu perspektiften bakınca, Bahçeli’nin, İYİ Parti’nin doğmasına sebep olan Kongre sürecinin diyetini ödeyebilmek için AKP’ye ve Erdoğan’a “mutlak bağlı” olduğunu ya da olacağını iddia edenler de çıkabilir. Ancak geçen zaman içinde “hiçbir şeyin başladığı gibi devam etmediği” ve iktidarın “küçük ortağı” olarak adlandırılan Bahçeli’nin MHP’sinin bugün “oy oranından çok daha büyük bir güç” ve “vazgeçilemez bir meşruiyet kaynağı” olduğunu düşünmek, yarattıkları etki hesaba katıldığında daha gerçekçi olacaktır.
AKP'nin üretemediği ideolojik söylemler MHP'den devşirildi
Elbette bugüne gelene kadar yaşanan olaylar, özellikle İYİ Parti’nin büyük bir seçmen tabanını da etrafında toplayarak kendi yoluna düşmesinin ardından MHP’nin hızla güç kaybedeceğini ve gittikçe etkisizleşeceğini düşünenler o günlerin verileri ışığında çok da haksız değillerdi. Ancak AKP’nin tahmin edilenden çok daha hızlı çözülme sürecine girmesi ve en önemlisi, özellikle “Asr-ı Saadet” benzeri bir ideal dönem olacağı vaaz edilen Başkanlık rejiminin ardından yaşanan büyük hayal kırıklığı, AKP’den kopan kitlelerin hızla MHP’ye akmasına ve AKP’nin üretmediği “ideolojik söylemleri” de MHP’den devşirmesine sebep oldu.
Hatta öyle ki, geçmişte “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına” almakla övünen kadrolar artık “MHP jargonuyla konuşmaya”, bekâ sorunundan bahsetmeye, Dış Türkleri sahiplenmeye ve en önemlisi MHP’li kadrolarla bürokraside iş yapmaya başlar oldular.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yükselen milliyetçilik sebebiyle, aynı anda ama farklı gerekçelerle MHP’den kopan İYİ Parti de, muhalefet bloğu için “oy oranından bağımsız bir güç olmaya” ve “CHP’nin ihtiyaç duyduğu meşruiyeti belli ölçülerde üretmeye” başladı. Böylece tek başına barajı aşıp aşamayacağı tartışılan MHP ve İYİ Parti, gelinen noktada iki parçaya bölünmesine rağmen “baraj sorunu olmayan iki partiye dönüştüler.
İyi Parti AKP için potansiyel ittifak adayına dönüştü
AKP kadrolarının MHP’ninkine benzer bir işlevle Millet İttifakına ve özellikle CHP’ye “meşruiyet” üreten İYİ Parti’ye karşı başlangıçta takındığı sert tavır, özellikle CHP’nin mevcut çizgisinden çok memnun görünmeyen bir kısım seçmenin İYİ Parti saflarına hicret etmesiyle beraber, önce ılımlı bir sertliğe, pek çok büyükşehir belediyesinin kaybedilmesinin ardındansa “potansiyel ittifak adayı” seviyesine ilerledi.
MHP’yi yanına alan AKP, kurduğu Başkanlık sisteminin kökleşmesi için zamana ihtiyaç duyuyordu ve bu yolda sürekli şeytanlaştırdığı CHP’nin HDP’yle “yan yana” görünmesinden rahatsızlık duymasa da İYİ Parti’yi yanında tutarak “terörist” ithamlarından kurtulabiliyor olmasından hoşnutsuzdu. Bu yüzden AKP’nin kurmayları yerel seçimlerden hemen sonra düğmeye basarak “Kayyum Atamalarıyla Erdoğan’ın B Planını” devreye soktular.
Erdoğan'ın kayyım atamalarıyla devreye soktuğu B planı işlemeye devam ediyor
Ağustos 2019’da Euronews için kaleme aldığım analiz yazısında; yerel seçimlerde büyük prestij kaybeden Erdoğan’ın bir B Planı olduğunu, hedefin de Millet İttifakının en kırılgan partisi olarak düşünülen İYİ Parti’nin ne olursa olsun İttifak’tan koparılarak Cumhur İttifakına katılması” olarak belirlendiğini kaleme almıştım. Bu doğrultuda, CHP’nin HDP ile “üstü örtülü iş birliğinin” sürekli gündemde tutulacağını ve İYİ Parti’nin “milliyetçi tabanı” üzerinden Millet İttifakından koparılması için uğraşılacağını yazmıştım.
Yine aynı yazıda, AKP kurmaylarının, CHP’nin eski SHP gibi yeni bir konumlanmaya geçeceğini öngördüklerini ve bu duruma uygun olarak “CHP = HDP = PKK” söylemi üzerinden İYİ Parti tabanının sürekli baskı altında tutulacağını anlatmış ve erken seçim tartışmalarınınsa milletvekillerinin özlük haklarına kavuşacağı Haziran 2020’den itibaren yoğunlaşacağını öngörmüştüm.
Gelinen noktada “Kayyum ataması Erdoğan'ın B planıydı; erken seçimde yeniden başkan olmanın yolu İYİ Partiden geçecek” başlıklı yazımın hâlâ güncelliğini koruduğunu ve gelişmeler ışığında, öngörülerimin harfi harfine gerçekleştiğini görüyoruz. Cumhur ittifakı, ortaya koydukları stratejinin gereği olan son adımı İYİ Parti’nin Millet İttifakından koparılacağı / kopacağı günde atmak için bekliyor.
Yazımın üstünden geçen yaklaşık bir yılda ortaya çıkan yeni gelişmeler üzerinden Erdoğan’ın B Planının Bahçeli’nin A Planına nasıl dönüştüğünü “Kızıl Elma’dan Kobani Operasyonuna: Devletin Yeni Sahibi ‘Bahçeli’” çatısı altında değerlendireceğim.
İkinci Yeni'ye eski istikamet: Kızıl Elma
2018 yılında, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Suriye'nin Afrin kentine yönelik düzenlediği “Zeytin Dalı Harekâtı”na katılan bir asker, kendisine yöneltilen “İstikamet neresi?” sorusuna “Kızıl Elma” yanıtını verirken, muhtemelen Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuracak “hâkim söylemin” işaret fişeğini çaktığını bilmiyordu.
O, her Mehmetçik gibi, kendisine verilen görevi yapmak için hedefe ilerlerken, AKP’nin “propaganda timleri” çoktan Kızıl Elma’yı benimsemişlerdi bile. “Rabia” diyerek, “Adeviyye Meydanı” hikâyeleri anlatarak geçen yıllarda Türk toplumunun ekseriyetinin “onayını” alamayan kadrolar için “Kızıl Elma”; hem ortakları MHP’nin itiraz edemeyeceği bir slogan hem de Suriye iç savaşına müdâhil olmanın en “milli” gerekçesini üretiyordu.
Zaten sahada savaşan, Göktürkçe “Türk” yazılı peçleri pazusuna ve kalbinin tam üstüne takan Mehmetçikler için de “Adeviyye’den” çok daha derin anlamlar içeriyordu Kızıl Elma. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Malazgirt Zaferinin yıldönümünde bu tabiri sahiplenerek hedefi “Kızıl Elma” olarak belirlemişti. Böylelikle Kızıl Elma, 1980’den sonra terkedilen tozlu raflardan değil, tankların tozu dumana kattığı topraklardan çıkıp gelmiş ve İkinci Yeni Türkiye’nin başat sloganlarından biri olmuştu.
Yeni egemen ideolojinin dilini MHP belirledi
Kızıl Elma, aynı zamanda Cumhur İttifakı’na ideolojik rengini MHP’nin vereceğinin de göstergesiydi. AKP’nin ve Erdoğan’ın dilinde de “Kızıl Elma, Türkiye’nin bekâ sorunu” gibi kavramlar ve elbette MHP tabanının adeta amentüsü olan “devlet-i ebed-müddet” düşüncesinden doğan söylemler vardı. Böylece AKP’nin üretemediği tüm ideolojik söylem, İslam - Türk sentezinden Türk - İslam sentezine doğru hızla evrilerek üretilmeye ve egemen ideolojinin diline dönüşmeye başlandı.
Bu durum bize “Devlet ebed-müddet” anlayışını tarihsel anlamı içerisinde değerlendirme zorunluluğu getirdi. Bu tarihsel düşünce özünde tüm Türk tarihini kesintisiz olarak birbirine bağlamayı ve Metehan’ı Fatih’te, Fatih’i Atatürk’te yaşatmayı içeriyordu. Zincirin son halkası olarak kendisini gören Erdoğan için de kabul edilebilir bir pozisyondu ortaya konan bu anlatı. Sonuçta kendisi de Devlet Başkanıydı ve belki şimdilik İslam dünyasının lideri olmasa da Müslüman - Türk tarihinde yerini almak yolunda ittifak ekseninde atılacak adımlar için de itiraz edecek hâli yoktu.
Kendisine “meşruiyet ürettiği için” Erdoğan’ın da benimsediği bu kavramların ülkücü - milliyetçi camiada anlamlarıysa çok daha derindi. Örneğin devlet-i ebed müddet aynı zamanda “Ebedi Türk” anlamına gelen “Bengü Türk” kavramını da ihtivâ ediyordu.
Düşüncenin muhteviyâtına göz attığımızda; Türk’ü sonsuz kılacak yöntemin “İl gider töre kalır!” sözünde gizli olduğunu; “İl”in, yani devletin yıkılabileceğini ancak benliğini koruyan milletin yaşamaya devam edeceğini anlattığını görüyoruz. Millet benliğini koruduğu sürece, yani “töresine” bağlı kaldığı müddetçe yeni bir devlet de kurulabilecek; böylece Bengü Türk olacaktı. Bengü İl’de bir toprak parçası olan Ötüken olmaktan çıkıp, “törenin yaşadığı” her yer hâlini alacak; yani Kızıl Elma’ya dönüşecekti. Zirâ Kızıl Elma; devletsiz millet için Devlet, hedefsiz Devlet için hedefti ama her şart altında “hâkimiyet ve yaşam” da demekti.
Erdoğan’ı “Adeviyye Meydanından” alıp “Kızıl Elma” söylemine taşıyan süreç çok hızlı ilerliyordu. “Erdoğan mı bilerek bu süreci hızlandırıyordu, yoksa süreç mi Erdoğan’ı arkasından koşturuyordu” sorusunun yanıtını şimdi vermek güç olsa da, bugünden görülebilen çıplak bir hakikat vardı: Erdoğan da bu yeni söyleme ısınıyordu.
Diriliş Ertuğrul'la diriltilen Devlet-i Ebed Müddet
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eskisini tarumar ettikten sonra şekillendirdiği Yeni Türkiye’nin üzerinde filizlenen “İkinci Yeni Türkiye’nin” kullandığı dilin Türk kültürüne ait olması ve arka arkaya yayımlanan Diriliş Ertuğrul gibi dizilerin ardından başlayan Uyanış Selçuklu gibi dizilerin de “yeni söylemin yaygınlaştırılması” adına önemli işlevler üstlenmesi, Cumhur İttifakının ülkücü tabanının İkinci Yeni Türkiye’ye 2002 - 2014 arasında yaşananlara “rağmen” alışmaya başlamalarını sağlıyordu.
Bu hedefe yönelik atılan adımlarla, Devlet Başkanı Erdoğan Suriye'deki, Libya'daki, Filistin'deki, Afrika'daki mazlumların ve Ayasofya’nın “kurtarıcısı” olarak benimseniyor; onun liderlik ettiği partinin ve devletin içte ya da dışta zafiyet göstermesi durumunda Türk ve Müslüman dünyasının kaybedeceğine inanılmaya başlanıyordu. Hazırlanan yayınlarda kullanılan dilde ise benimsenen en önemli simgeler “son kale Türkiye” söylemi üzerinden inşâ ediliyordu.
AKP-MHP'nin yol haritası: Yeniden Soğuk Savaş kodları
2019’da yazdığım yazıda Erdoğan’ın CHP’yi HDP ile yakınlaştırıp; terör ile içli dışlı göstererek, İYİ Parti içindeki milliyetçileri “devlet meselesi” gerekçesiyle kendi saflarına çekebilmek için çeşitli politik hamlelerde bulunacağını kaydettiğimi tekrarlamakta fayda var. Bu hedefin çeşitli araçlarla sürdürüldüğünü gözlemleyeceğiz.
Yine aynı şekilde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ittifakı bir arada tutabilmek için Meral Akşener ile birlikte denge politikası yürütürken aynı anda CHP’nin rotasını “Kürtlerle birlikte siyaset” iddiasına çevirerek, yerel yönetimlerde yakaladıkları oy potansiyelini koruma çabası içerisine girmesinin Erdoğan’ın İYİ Parti’yi Millet İttifakı’ndan koparmak için avantajlı duruma soktuğunu ortaya koymuştum.
Şimdiyse, aradan geçen sürede, Millet İttifakı içindeki İYİ Partinin kırılganlığını en az birkaç kat arttıran “uluslararası gelişmelerin” de fazlalaştığını görüyoruz. Özellikle Suriye için üretilemeyen bazı milliyetçi söylemlerin Yunanistan ve Azerbaycan üzerinden nasıl kolaylıkla üretilebileceğini hemen her gün uygulamalı olarak görüyoruz.
Söz konusu olan ülkeler Yunanistan ya da Azerbaycan gibi, Anadolu insanının olumsuz ya da olumlu pek çok anısı, bilgisi, deneyimi olan ülkeler olunca “devlet-i ebed-müddet” ve “bekâ” söyleminin her partiden ülkücüyü - milliyetçiyi “Milliyetçi Cephe”de nasıl birleştirdiğine ya da birleştirileceğine göz atacağız.
Elbette bu bölümde ilgili analizleri yaparken toplumsal hafızanın izinden giderek, 1980 öncesinin sağ - sol çatışmalarını, kullanılan dili ve sembolleri de hatırlatmaya çalışacağım. Ama öncelikle Türkiye’yi neden ilgilendireceğini anlamlandırabilmek için Ermenistan ile Karabağ sorununa yakından bakmaya ihtiyacımız var.
Ermenistan ve Yunanistan gerilimi üzerinden yükselen milliyetçilik
1992’deki Hocalı Katliamının da bir parçası olduğu, Karabağ Savaşının ardından 1994 yılında Ermenistan ile Azerbaycan arasında imzalanan ateşkes, irili ufaklı çatışmalar göz ardı edildiğinde, güncelliğini korumaktaydı.
Bugün gelinen noktada ise, Ermenistan’ın saldırılarını arttırması ve Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarını özgürleştirmek gerekçesiyle Ermenistan’a savaş ilân etmesi ile tırmanan bir tansiyon var. Ancak tüm dünya ülkeleri meseleye “iki devletin savaşı” olarak baksa da, Türkiye’nin hadiseye “iki devletin savaşı” olarak değil “bir Türk devleti ile Ermenistan” arasındaki bir savaş olarak görmeye meylinin olduğunu tarihsel hafızamız sayesinde biliyoruz.
Muhtemel savaş durumu sınır ötemizde gerçekleşen bir kriz hâli olsa da, daha şimdiden meseleyi bir “iç siyaset konusu” olarak kabul etmemiz ve ortaya çıkacak olası siyasi sonuçları da bir akıl yürütme çabası ile değerlendirmeye almamız gerekiyor.
Bu akıl yürütmeyi gerçekleştirirken, NATO’nun yapıcı arabuluculuğuna karşın, Yunanistan ve Türkiye arasında süren gerilimin ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yürüttüğü faaliyetlere karşı Fransa gibi ülkelerin de taraf olmasının Türkiye’de “dışarıya karşı bir hassasiyet ve yükselen bir tepki” hâlini oluşturduğu da hesaba katmak zorundayız.
Üst üste gelen ve “tarihsel anlatılarda” acı hatırâlarla hâlâ tezeliğini koruyan Yunanistan ve Ermenistan gibi iki devletle yaşanan sorunların sebep olduğu hassasiyet durumu, uzun süredir yükselen milliyetçi söylemler düşünüldüğünde politik saflaşmanın bir unsurunun da “carî dış politik sorunlar”a dönüşeceği kolaylıkla tahmin edilebilir.
Azerbaycan meselesi Millet İttifakı'nda kırılmaya yol açabilir
Egemen ideolojinin diliyle üretilen söylemlerin dışındaki ifadelerin de, bugün hangi tonda çıkarsa çıksan “terörle / düşmanla aynı tarafta olma” ithamıyla karşılaşılacağını hesap etmek gerekir. İlginçtir ki, Millet İttifakının bugüne kadar AKP’nin haklı ya da haksız ithamlarına karşı “aktif bir cevap verebildiği” herhangi bir olayla henüz karşılaşmış değiliz.
Bu nedenle eldeki verilere bakarak, AKP - MHP bloğunun vatanseverlik ve millîlik üzerinden politik fayda sağlayabilmek maksadıyla ortaya koyacağı yeni hamlelere karşı, toplumda oluşan bu hassasiyetin tehlikeli bir kamplaşmaya dönmesini engellemeye yönelik olarak Millet İttifakından sürpriz bir karşı hamle gelmesinin şimdilik zor olduğunu söyleyebiliriz.
Ermenistan - Azerbaycan geriliminde Millet İttifakı Azerbaycan’dan yana tavır koysa dahi; iktidara göre daha kısık bir sesle itirazlarını dillendirmeleri ve Türkiye’nin hadisâtın içerisine gereğinden fazla müdahil olduğuna yönelik imâlarda bulunmaları, Cumhur ittifakının, Millet İttifakında İYİ Partiyi bulunduruyor olmasına karşın, milliyetçiliği ve milliyetçi söylemi tekeline alabilme ihtimalini karşımıza çıkarıyor.
Muhalefet iktidar araçları tarafından baskı gördüğü için söylem üretemiyor
Muhalefetin; Azerbaycan - Ermenistan gerilimi etrafında oluşabilecek kamplaşma ortamında, Türkiye içerisinde yaşayan Ermeni vatandaşların zor duruma düşebileceğini hesaplayarak temkinli hareket etmek istediğini görüyoruz. Ancak muhalefet, bu tehlikeli gerilimi hafifletmeye yönelik en ufak bir söylemde bulunsa dahi, iktidar odakları tarafından “ağır medya saldırına” maruz bırakılacağını bildiği için itirazını yüksek dozda aktaramıyor.
Benzer durum Yunanistan’la ilişkilerde itidâl çağrısı yapanların başına da gelecektir. Özellikle CHP kadroları arasında “Azerbaycan davasıyla” simgeleşmiş sembol bir ismin bulunmaması da CHP’li Ünal Çeviköz’ün başına gelen durumda olduğu gibi, ana muhalefetin her şekilde dayak yiyeceği bir ortamda kendini bulmasıyla sonuçlanabilir.
Eski deneyimleri de göz önünde bulundurarak, bu durumda Yunanistan’la ve Ermenistan’la yaşanacak her türlü sorunda CHP’nin olası ılımlı söyleminin “sürekli cezalandırılacağını” ve parti üst yönetiminin bir süre sonra “en az hasarla sürecin bitmesini beklemek” gibi pasif bir pozisyonda kendini bulabileceğini düşünebiliriz.
Mesele 'beka' olduğunda İyi Parti devletten yana tavır alır
CHP’nin pek çok konuda Süleyman Demirel’in “meseleleri mesele edinmezseniz ortada mesele kalmaz” tavrının izinden yürüyerek, olaylar karşısında “yokmuş gibi davranma” politikasını seçmesine karşın, Millet İttifakına pek çok krizde ve maruz bırakıldığı “terör ithamlarında” aklanmasını sağlamak için meşru zemin sağlayan İYİ Parti ise, bünyesinde Azerbaycan için gözünü kırpmadan savaşmaya gidebilecek, Turancı geleneğe sahip bir gençlik tabanını bulunduruyor.
Bu tabanın konu Azerbaycan gibi bir Türk devletinin bekâsı olduğunda, mevcut politik saflaşmaları göz ardı ederek, “devletimin, milletimin yanında olmalıyım” düşüncesini öne alabilecek bir ideolojik birikime sahip olduğunu hesaba katmamız gerekir.
Bu noktada özellikle Ermenistan - Azerbaycan gerilimin dış politika konusu bir olay değil, tam tersine “iç siyasetin ana konularından biri” olarak kabul edilmesi daha makul görünmektedir. Millet İttifakının en önemli iki partisinin Azerbaycan’a bakışındaki olası bir “doz farkı”, ittifakın geleceği konusunda “çok ciddi bir risk” oluşturma potansiyeline her daim sahip olacaktır.
Türkler hedef alınırsa tablo ağırlaşabilir
Bu noktada, son dönemde farklı kanallarda sık sık dile getirilmeye başlanan ASALA’ya (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia / Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu) özellikle dikkat etmek gerekir. Zira Ermenistan Türkiye’yi bu krizden uzak durması için ihtâr ederken, Aliyev’in çeşitli açıklamalarında ASALA’yı örnek vermesi ve kitlelere hatırlatması önemlidir.
Hele hele Ermenistan - Azerbaycan gerilimi daha da şiddetlenirse ve Diaspora Ermenileri, yurt dışındaki Türkleri hedef alacak eylemlere girişirse, “unutulmaya yüz tutmuş tüm kötü anıların hızla hatırlanacağı” bilinmelidir.
ASALA’nın ya da benzer bir terör örgütünün adı kullanılarak Türkler hedef alınmaya başlanırsa “bir millet, iki devlet” düsturu iyice öne çıkabilir ve Erdoğan’ın “kale taşı” olarak tanımlayacağı devlet-i ebed müddet çok daha etkili bir propaganda aracına dönüşebilir. Böylesi bir durum da İYİ Parti tabanında tamiri imkânsız hasarlara sebep olup, hızla Cumhur İttifakının yanında yer alması için yeni bir gerekçeye daha dönüşebilir.
Aliyev'in belirlediği gündem: ASALA'nın hatırlattığı tablo
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in haziran ayı içerisinde video konferans ile gerçekleştirilen Doğa Zirvesinde Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ı ASALA’nın Türkiye’ye yönelik olarak gerçekleştirdiği terör eylemlerini hatırlatarak susturması dahi, bu ihtimalin aslında kapının hemen önünde olduğunu; bir süre devam edecek bir savaşa dönüşmesi muhtemel olan bu krizde, muhalefetin umut ettiği gibi Türkiye’nin taraf olmayacağı bir tablo oluşmayacağı gibi tam aksine başta CHP olmak üzere tüm Millet İttifakı bu konu üzerinden oldukça ters bir durumun içinde kendilerini bulabilirler.
Karabağ’ın Ermenistan tarafından işgal edilmesine yönelik, öldürülen Ermeni gazeteci Hrant Dink’in “Karabağ sorununun çözülmesi için Ermenistan’ın işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerekiyor” söylemi görmezden gelinerek, dönemin karanlık dokusunu hatırlatan “Hepimiz Ermeniyiz / hepimiz Türküz” şeklindeki kamplaştırma söylemlerine karşı çıkar bir yol bulmak yerine daha tarafsız bir konum alması muhtemel olan Millet ittifakının yönetici unsurları, kısa vadede krizi atlatacakmış gibi görünse de, orta ve uzun vadede Erdoğan’ın B Planı olarak aktardığım işleyiş içinde, açılacak yeni bir yaraya daha neden olacaktır.
Ermenistan ya da Yunanistan destekli terör gruplarının yurt dışındaki Türklere yönelik saldırı ihtimali ortaya çıktığı takdirde her şeyin rengi beklenenden hızlı değişecektir. Ne yazık ki, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bu ihtimal hâla mevcuttur.
Böyle bir ya da birkaç olayın olması halinde, mesele asla “münferit” olarak değerlendirilmeyecektir. Muhtemeldir ki hemen yeni bir diaspora örgütlenmesi ihtiyacı ortaya çıkacaktır. PKK - ASALA işbirliğine ilişkin bir süredir yapılan haberler de hesaba katıldığında bu ihtimaller, önümüzdeki süreçte yurt içindeki siyasi gelişmelerin yurt dışında gerçekleşecek olaylara daha fazla bağlı olacağının sinyallerini vermektedir.
1980 öncesinin Soğuk Savaş terminolojisi geri dönüyor
Mevcut gerilimin iç siyasete yansımasına MHP ekseninden mercek küçülterek göz attığımızda ise, ülkücülük üzerinden sunulan referanslarla özgürlüğüne kavuşan Mümtazer Türköne’de olduğu gibi, ASALA üzerinden bir tartışma yürütüldüğünde akıllara gelen ve tüm hayatı boyunca devlet-i ebed müddet için çalıştığını söyleyen Alaattin Çakıcı’nın isminin üstündeki yıldızın yeniden parlayacağını düşünmek hiç de anlamsız olmayacaktır.
ASALA’ya karşı yurtdışında yapılan operasyonlarda Türkiye’nin bilgisi ve yönlendirmesi ile hareket ettiği kamuoyunda tarafından ortaya çıkan mahkeme tutanakları vesilesiyle de bilinen Alaattin Çakıcı’nın cezaevindeyken kaleme aldığı mektupta, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik “Ben sizi sevmem, siz de beni sevmezsiniz” ifadelerini kullandığı duruşunun oldukça geride kaldığı bugünlerde karşımıza çıkan tüm bu gelişmeler; Yunanistan’ın tahrikkâr açıklamaları ve Azerbaycan’a yönelik saldırıları birlikte hesaba katıldığında, Türkiye’de ülkücü hareketin tercihiyle ve yönlendirmesiyle 1980 öncesinin soğuk savaş terminolojisinin ve referanslarının alabildiğine yaygın bir şekilde görünür kılınacağı anlaşılacaktır.
İyi Parti'nin ülkücü tabanını bekleyen hesaplaşma
Tıpkı 1980 öncesinde olduğu gibi “Devleti koruması gereken ülkücüler” söyleminin yavaş yavaş hayat bulmaya başlaması gibi, devlet-i ebed müddet anlayışının da dalga dalga MHP ve İYİ Parti tabanını etkisi altına alacağı bilinmelidir.
Zaten son dönemde arka arkaya yaşanan olaylar da bu değişimin işaret fişekleri gibidir. Haluk Kırcı, Bahçelievler katliamını savunurken ülkücülere yapılan saldırının intikamını aldıklarını söylemiştir. Nevşehir’de katledilen CHP’li İl Başkanı Mehmet Zeki Tekiner’in azmettiricisi olduğu iddia edilen İYİ Partili İl Başkanının isminin yeniden gündeme getirilmesi ve ülkenin hatırlamak için oldukça yorgun olduğu bu acı anıların mütemadiyen ekranlara taşınması, dünün soğuk savaş terminolojisinin bugüne egemen olacağını ve bu yüzleşmenin ülkücüler hedef kitle olarak belirlenerek yoğun bir propaganda ile sürdürülmeye devam ettirileceğini göstermektedir.
İYİ Partinin ülkücü tabanı, kendilerinin ya da babalarının geçmişiyle hesaplaşmak zorunda bırakılarak, partilerinin ittifaktaki yerini sorgulamalarını sağlamak ve onlara “evine dön” çağrısı yapan Devlet Bahçeli’nin açtığı eski kapının eşiğinden geçerek, Cumhur ittifakına yönelmek için yeni bir yol haritası çizmeye yönlendirmek önümüzdeki birkaç ayın en önemli adımları olacaktır.
Zirâ İYİ Parti, yeni bir parti olsa da tabanının bir kısmının kodları arasında 1980 öncesinin terminolojisi bulunduğu gibi, duygu yoğunluğu da bu doğrultuda hâlâ devam etmektedir. Bu damar kaşındığı müddetçe kopmaların kaçınılmaz olacağı görünmektedir ki, Bahçeli’nin büyük bir heyecanla tozlu anıları çağrıştıracak söylemlerde bulunmasının ve 80 öncesinin tüm sembollerini yardıma çağırarak bil dil geliştirmesinin sebebi de budur.
Türköne ve Çakıcı gibi, ülkücüler için bir şekilde önem ihtivâ eden iki eski milliyetçi ismin tahliyesinde ülkücü geleneğe düşülen atıfların, nihaî hedefi olarak kurulmak istenen Millîyetçi Cepheden dönüş olmayacağını hesaplayan Erdoğan’ın İYİ Partiyi tabanıyla beraber Cumhur ittifakına katana kadar el yükseltmeye devam edeceğini öngörmek artık daha kolay olacaktır.
6 yıl sonra yeniden gelen Kobani operasyonu
Yine aynı gerekçelerle, pek çok insanın hayatını kaybettiği 2014 yılındaki Kobani olayları soruşturmasının altı yıl sonra, Anayasa Mahkemesinin kararına muhalif olsa dahi, HDP’li milletvekillerinin tutuklanması hadisesini anlamlandırmak için de Cumhur ittifakının stratejisine göz atmak gerekiyor. Zirâ AKP ve MHP, yeni bir ittifaklar zincirine odaklanmış bulunuyor.
Yerel seçimlerde Öcalan’ın HDP’lilere tarafsızlık çağrısı yaptığı mektubun devlet televizyonunda okutulmasına karşın, HDP seçim stratejisini değiştirmemiş ve Millet ittifakına gölge unsur olarak destek vermişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Demirtaş’ın tavrına ilişkin yorumu sorulduğunda ise “Burada bir iktidar mücadelesi var. Bu iktidar savaşında HDP - PKK kanadında yaşanan Öcalan - Demirtaş noktasında iktidar savaşında ciddi kayma gösteriyor. Bu süreç içerisinde Öcalan kendi iktidarını bunlara kaçırmak istemiyor” değerlendirmesinde bulunarak, HDP’lilerin Demirtaş’ın işaret ettiği yolda yürüyeceklerini net bir şekilde gözlemleyebileceği en önemli hamleyi satranç masasında yerine koyduğunu herkese göstermişti.
Altı sene önce başlatılan Kobani operasyonlarının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, zaman zaman “HDP’nin AKP hükûmetini Kobani’de yaşananlara karşın politika geliştirmemekle suçlayarak, süresiz direniş çağrısı yaparak vatandaşları sokak eylemlerine davet ettiklerini ve bu nedenle onlarca insanın hayatını kaybettiğini” dillendirdiği gibi, yerel seçimlerde de Kobani olaylarını anımsatarak, bu gerekçeyle Demirtaş’ın elinde 53 insanın kanının olduğunu ifade etti.
Demirtaş ise Kobani olaylarında kimseyi sokağa davet etmediğini, parti teşkilatına da vatandaşlara da bu doğrultuda bir talimâtının olmadığını, Erdoğan’ın bunu ispatlarsa adaylıktan çekileceğini söyledikten sonra, Anayasa Mahkemesinin aldığı kararla birlikte Kobani tartışmaları uzunca bir süre rafa kaldırılmıştı.
Demirtaş'ın uzattığı zeytin dalı Saray'ın penceresine takıldı
Kobani operasyonlarının devam etmesi hâdisesi, yargı nezdinde bir anlam taşıdığı gibi, iç siyaset açısından da önemli bir manayı ihtivâ ediyordu aslında. Demirtaş’ın muhalefeti pek de ikna etmeyen gerekçelerle cezaevinde tutulmasına karşın sebâtlı bekleyişi ve uzun yıllar süren tutukluluğunun yarattığı mağduriyetin yüksek mahkemeler tarafından da gündeme getirilmesi; Millet İttifakı içerisinde, özellikle CHP tabanında, kendisine yönelen sempatiyi arttırmıştı.
Bu tutukluluk durumu aynı zamanda İYİ Parti’nin HDP’ye karşı takındığı sert tutuma rağmen lideri Meral Akşener’e yönelik olarak “Dışarıda olsaydım bir sabah Başak ile birlikte Meral Hanım’ın kapısını çalar ve 'Kahvaltıya geldik' derdim” çağrısı yapması ve bunun üzerine Akşener’den “Kan davalınız bile olsa kapınızı çaldığı zaman içeri alırsınız” karşılığı almasıyla, yaprağı dökülmüş olsa da yeşil olduğu belli olan bir zeytin dalının uzatılması neticesinde ılıman bir iletişim kanalı açmış, ancak Millet ittifakının büyümesine neden olabilecek bu gelişmeler Cumhur ittifakının da radarına takılmıştı.
HDP’nin açık ya da dolaylı olarak Millet İttifakının içinde yer alması, Cumhur ittifakı açısından başlı başına sorundu. Ancak bundan daha büyük mesele, Selahattin Demirtaş’ın “bireysel olarak” siyaset alanını “eylemsel ve söylemsel” anlamda doldurabilmesi olasılığıydı.
AKP ve MHP kurmayları da, tıpkı CHP ve İYİ Parti kurmayları gibi, Demirtaş’ın sahip olduğu oy potansiyelinden daha etkili bir siyasetçi olabileceğini öngörüyorlardı. Özellikle AKP için bu durum kabul edilemezdi; zirâ mevcut muhalefet partilerinin her olayı “gündem değiştirmek istiyorlar” parantezine alması ve tüm hareketsizliğini “AKP’nin oyununu bozduk” jenerik gerekçesine indirgemesinden memnun görünüyorlardı.
Demirtaş ise, “proaktif siyaseti, ön almayı, bir iddia koymayı” temsile soyunuyordu ve 18 yıllık tek başına iktidarın bu ekonomik koşullarda böyle bir rakibi karşısında görmek istemeyeceği aşikârdı. Yani Demirtaş’ın bir süre daha gözlerden uzak kalması AKP için çok daha makul bir seçenekti. Cumhur ittifakı, Selahattin Demirtaş’ın millet ittifakı unsurlarınca doğal bir lider olarak kabul edilebilecek “yeni bir aktör” olmasının ve meşru zemin bulmasının önüne geçmek istiyordu aynı zamanda.
AKP - MHP bloğu, Kobani operasyonundan fayda devşirerek, Demirtaş’ın isminin başına “53 kişinin kanını elinde bulunduran siyasetçi” sıfatı eklenerek anılmasını sağladı. Bu yolla da İYİ Partililerin hafızalarında eski yaraların taze tutularak, AKP’nin ana hedeflerinden olan “CHP - PKK kol kola, İYİ Parti Cumhur ittifakına doğru yol ala” stratejisinin devamı için de tedbir alınması gerekiyordu ve bunun da gereği yapılmış oldu.
Bir başka deyişle, Demirtaş’ın Millet İttifakı’nın en kırılgan yapısına doğru uzattığı zeytin dalı hedefe varmadan Sarayın penceresine takıldı.
Muhalefet bloğu CHP'nin kullanamadığı entellektüel birikime mahkum
Erdoğan’ın B Planına Millet İttifakının İYİ Parti üzerinden dağıtılması hedefi boyutundan bakmaya devam ettiğimizde, Selahattin Demirtaş’ın içerde kalmasının önemi bir kez daha karşımıza çıkıyordu.
Zirâ Millet İttifakının tüm muhalif unsurları, ciddi bir kürsü hakimiyeti olan ve geniş kitlelerle sıcak bağlar kurabileceğini geçmişte gösteren Demirtaş’ın yokluğunda yalnızca CHP’nin entelektüel derinliğine mahkûm oluyordu.
18 yıllık iktidar yolculuğunda CHP’yi kendilerinden dahi iyi tanıyan AKP’li kurmaylarınsa bu konuda nerdeyse hiçbir endişeleri yoktu. CHP o kadar manipüle edilmiş ve o kadar fazla hırpalanmıştı ki “AKP bize ne der!” korkusu ile etkin politika ya da siyasi söylem üretemiyor, bu travma sebebiyle Cumhur İttifakı daha rahat yol alabiliyordu.
Zaten son gelişmeler de AKP kurmaylarını bir kez daha doğrulamış, CHP’nin yönetici sınıfının ikinci Kobani Operasyonunun siyasi sonuçlarını tam olarak isimlendirememesi, tabanın HDP ile büyük bir yakınlığı olmamasına rağmen keskin cümlelerle HDP’li vekillerin tutuklanması üzerine “gündemi değiştiriyorlar” gibi içi boş bir söylemden başka eleştiri geliştiremiyor olmaları onları haksız çıkarmamıştı.
CHP’nin özellikle AKP - MHP bloğu tarafından “terörist” olarak suçlanma ihtimalinin getirdiği çekince, kurucu partinin artık tam bir “öğrenilmiş çaresizlik” boyutuna ulaştığını ve Millet ittifakına ideolojik liderlik edebilecek yetiden çok uzakta olduğunu haber veriyordu.
İktidarın aralıksız olarak “yeni” diye piyasaya sunduğu “kızıl elma, devlet-i ebed müddet, bekâ, kutlu dava” gibi söylemlerin karşısında muhalefet bloğu her geçen gün köşeye sıkışıyor ve suskunluk sarmalına girilmiş oluyordu.
Aydınlık ile beraber muhalif basın da makas değiştirdi
Muhalefet bloğunda yaşanan kısırlaşmanın bir diğer sebebi de Aydınlık / Ulusal Kanal / Vatan Partisi çizgisinin makas değiştirerek, Cumhur İttifakının “gölge ortağı” olmayı seçmesiydi.
Her ne kadar binde 2’lik oy oranıyla siyasi analizlerde kategori dışı kabul edilseler de, özellikle 2007 sürecinden itibaren iktidar ortağı olana dek, AKP’ye karşı gösterdikleri muhalefeti 50 yıldır sürdürdükleri gelenek ile şekillendirmeleri sayesinde pek çok CHP’linin dikkatini çekmeyi başarmışlardı.
CHP tabanı onlara oy vermeseler dahi, iktidar karşıtlığı üzerinden geliştirdikleri dili sahipleniyor ve ağırlıkla bu ekibin eleştirileri ile Erdoğan’ın karşısına dikiliyorlardı.
Ergenekon / Balyoz sürecinde yaptıkları yayınlar aracılığıyla kitleleri mobilize etme güçlerini bir kısım CHP tabanının “söylemine” doğrudan etkiye yönlendiren Aydınlık grubu, CHP’nin boş bıraktığı “muhalif söylem” alanını bir yönüyle doldurma işlevi görüyordu.
Ancak tüm unsurlarıyla AKP’nin yanına geçince ortaya ikinci bir boşluk çıktı. Zirâ aynı grup akılda kalıcı sloganlarını ve sloganların alt kollarını artık AKP için oluşturuyordu.
“Vatan Savaşı, Yargının Altın Çağı, Mavi Vatan, Avrasya Çağı, ...” gibi tüm sloganlar ve söylemler Cumhur İttifakı için sürekli gündemi meşgul ederken, muhalefet bloğu bu ve benzeri söylemlere karşı aynı etkide ve yaygınlıkta karşı söylemler geliştiremiyordu.
Türker Ertürk’ün ve Murat Yetkin’in “Mavi Vatan tabirini tartışmaya açalım” ifadelerinin ardından sosyal medyada yürütülen linç kampanyası ve Enver Aysever’in bu tartışmayı Cumhuriyet’te kaleme aldığı yazı ile sürdürmesinin ardından muhalif gibi göründüğü hâlde Cumhur İttifakına söylem üreten kimi basın organları tarafından hedefe oturtulması gibi hâdiseler de bu durumun yansımasıydı.
Bu örnekte olduğu gibi; Aydınlık grubunun geliştirdiği söylemleri bir köşesinden tartışmaya açmaya niyetlenen herkes, AKP muhalifi olsalar bile, anında “vatan hainliği” ile suçlanarak susturulmaya çalışılıyordu.
Zirâ Sözcü, Oda Tv gibi yayınlar da Aydınlık grubunun ürettiği tezlere yakın görüşleri benimsiyorlardı. Böylece iktidar medyasının sürekli saldırısına maruz kalan muhalefet partileri bir de kendine muhalif diyen ama pek çok konuda Cumhur İttifakına paralel hareket eden medya gruplarıyla da polemiğe girmek istemedikleri için sessizliğe bürünüyorlardı. Gelişmelerin akabinde bu derece suskunluk hâkim olunca Cumhur İttifakının her hamlesi bir yönüyle meşru bir zemin bulabilir hale geliyordu.
Elbette Aydınlık Gazetesinin iktidar bloğuna geçince yaşadığı traj kaybı, Ulusal Kanal’ın eski iddiasını kaybetmesi gibi bedellere maruz kalmalarına sebep olsa da, AKP’nin bu bedeller karşılığında cömert davrandığı da ortadaydı.
Yani bir kısım CHP’linin yer bulabildiği bir alan da artık kapanmıştı ve CHP tabanının hiza alacağı kurumsal bir yapı ya da yayın olmadığı için her aşamada savrulma görüntüsü hâkim olmaya başladı.
İdeolojik hizâ sorunu sebebiyle sürekli tutarsız adımlar atılması; Millet İttifakının CHP ayağında da kopmalara, özellikle büyükşehir belediyelerinden de beklediği hamleleri göremeyen bazı eski CHP’lilerin partiden / siyasetten uzaklaşmasına yol açıyordu.
Açıkçası Aydınlık Grubunun, 2014 sonrasında Rusya ve Çin ile ilişkilerin yoğunlaşıp, NATO ve ABD’den uzaklaşılarak, Türkiye’nin rotasının Atlantik’ten Avrasya’ya çevrilmesi konusunda AKP’yle hevesli bir ittifak kurması beklenen bir durumdu ve bugün de hâlâ bu ittifakın yandaşların tüm gücüyle hemen her televizyon kanalında desteklendiğini görüyoruz.
Yani AKP, binde 2’nin etkisinin zannedilenden çok daha büyük olabileceğini görmüştü ve bu grubu yanına almakta beis görmedi. Bu sayede Millet İttifakında “entelektüel bir boşluk” yaratmış oldu.
Binde 2’nin kapatabileceği “entelektüel açıkla” kıyaslanınca Demirtaş’ın kapatabileceği entelektüel potansiyel büyüklüğü Cumhur İttifakının bam teline dokununca düğmeye basıldı ve Demirtaş’la beraber bir kısım HDP’li de demir parmaklıkların ardına gönderildi.
Bu noktada, Kobani Olaylarında yaşanan pek çok tüyler ürpertici olayın, özellikle Yasin Börü’nün başına gelenlerin, yeni dönemde “sakin düşünme” olasılığını kolayca ortadan kaldırabilecek bir vaka da olması hasebiyle, yandaş medyanın bu tip konuları ele alma ve gündemde tutma teknikleri ile her geçen gün nefret dili yükseltilerek, Kobani Olayları üzerinden “erken seçime” kadar yetecek miktarda sansasyonel yayın yapmak imkânı bulunmuş oluyordu.
Böylece Demirtaş, muhalefet bloğuna taktik ve strateji kazandırabileceği bir ortamdan çıkarılıp, ne zaman serbest kalacağının belli olmadığı bir ileri tarihe kadar siyaset dışına itilmiş oldu. Erken seçimlerden sonra bu yargılamalarda da yaklaşım farklılıkları görülebileceği ihtimali ortada olsa da Demirtaş, uzun bir süre daha siyasette aktif bir baş rol bulamayacak gibi görünüyor.
Meral Akşener ittifakın lideri olabilecek mi?
İttifakın doğal lider adaylarından Meral Akşener’in ittifaktaki tartışmalı geleceğine göz attığımızdaysa; CHP’nin belediyelerde İYİ Partiye kısmen yer vermesine karşın, İYİ Partililerin bundan tatmin olmadığını söylemek mümkün.
On yılların alışkanlığıyla devlet mekanizmalarından uzaklaştırılan İYİ Parti tabanı, CHP’nin belediye uygulamalarını da bir türlü anlayamıyor. Bu yüzden Ankara Büyükşehir Belediyesi dışında kendilerini sürekli “ötekilenmiş hissediyorlar” ve bu durum Genel Merkezlerin artan müdahalesine rağmen aşılabilmiş görünmüyor.
İş yapma biçimleri tamamen farklı olan bu iki parti geleneği, özellikle bu konularda ciddi çelişkiler yaşıyor. Büyükşehir belediyeleri üzerinden yükselen şikayetlerle birlikte, güvenlik bürokrasisinde yeterli yer bulamayan İYİ Parti tabanında yükselen rahatsızlık sanılandan çok daha büyük bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Bu gerekçelerle MHP’li kadrolara gıptayla bakan İYİ Partililerin nerdeyse tüm gündem konuları “devlet kadrolarına nasıl ulaşacağız” sorusu etrafında kilitlenmiş bulunuyor.
Hiçbir dönemde devletten bu kadar uzak düşmemiş kadroların, CHP tabanının hiçbir şey talep etmeden kararlılıkla aynı çizgide oy kullanmasına şaşırdıkları da gelen kulis bilgileri arasında.
Devlet imkânlarından kendi payını isteyen İYİ Parti tabanı, bu anlamda, her geçen gün “yeni ittifak olasılıklarına” kendini daha yakın hissediyor**.** Aynı durum İYİ Parti yönetiminde de görülmüş olacak ki daha II. Kurultay’da “istenilmeyenler listesi” oluşturularak, üst yönetimde “sert bir tasfiye” uygulamasına gidildi.
Yakın gelecekte İYİ Parti’de parti içi çatışmaların ve istifaların artacağı da düşünülüyor. Zirâ İYİ Parti nasıl bir yol izleyeceğine hâlâ karar verememiş görünüyor.
Bahçeli'nin hayali: Devlet sahibi olmak!
Buraya kadar AKP’yi, Erdoğan’ın Millet İttifakı’nın söylem gücünü elinden almaya yönelik hamlelerini ve ittifakı dağıtma planını merkeze aldık. Ancak Cumhur İttifakının denge gücü olan Devlet Bahçeli’nin neden bu derece Cumhur İttifakına sahip çıktığına ve 1980 öncesinin tüm sembollerini ve dilini neden bu denli yoğun bir şekilde yardıma çağırdığına dair etraflıca değerlendirmek bir elzem olarak karşımıza çıkıyor.
Devlet Bahçeli, MHP Genel Başkanlığına geldiği günden beri tartışmaların odağında olmuş bir lider. Bir gün MHP’nin tarihi yazılacak olursa, Devlet Bahçeli’nin ismini “partiyi devlete taşıyan lider” olarak kaydedecek olanlar çok da yanılmamış olurlardı.
Zirâ MHP, partinin Başbuğ’u ve karizmatik lideri Alpaslan Türkeş zamanında, “fikirleri iktidarda, kendileri hapishanede ya da sokakta” olan bir dava partisi olarak görülüyordu.
Alınan oy oranlarına bakıldığında da MHP’nin 1990’ların ortasına kadar barajı aşabileceğine dair herhangi bir işaret de yoktu. Bu sebep dolayısıyla başka partilerle ittifak hâlinde seçime girmek ya da merkez sağ partilerdeki “ülkücü” siyasetçiler üzerinden tabanın sorunlarını çözmek gibi bir yöntem benimsenmeye başlamıştı.
Türkeş, uzun süren siyasi yürüyüşünün ardından 1997’de vefat edince, Devlet Bahçeli’nin önü liderlik sıfatıyla açıldı ve Bahçeli, o günün konjonktürüne de uygun olarak 1999’da hükümet ortağı olacak bir güçle beraber iktidar koltuğuna oturdu.
Bir başka deyişle Türkeş’in sürdüğü, Türkeş’in ektiği, Türkeş’in suladığı davanın ilk hasadını Bahçeli toplamış oldu. O günden beri de, kısa bir süre hariç olmak üzere, “fikirleri de kendileri de iktidarda” olan bir MHP oluşturuldu.
Bu sürecin en önemli sonuçlarından biri de “baraj tartışmalarının” tamamen gündem dışına itilmiş olmasıydı. Artık aynı kökten geldikleri varsayılan İYİ Parti’nin de MHP’nin de baraj sorunu görünmüyor elbette. Biri AKP’den kopan oyları kendisinde toplayarak, diğeri CHP’den kopan oyları konsolide ederek sürekli Meclis’te ya da belediyelerde kendilerine yer bulabiliyor.
Tüm bunları hesap ederek toplam oylarının %20’leri geçtiğini gören Bahçeli, partisinin “diğer parti seçmenlerinin de ikinci tercihi” olma özelliğini analiz edip, MHP’nin aslında “İttifakın Ana Unsuru” olduğu sonucuna ulaşıyor.
Bu yüzden bir yandan kavgalı olduğu İYİ Parti kadrolarına “eve dönün” çağrısı yaparken diğer yandan da AKP’nin alabildiğine MHP jargonunu kullanmasının önünü açıyor.
MHP'li bir devlet başkanı
AKP ve kurmayları, Millet İttifakını İYİ Parti üzerinden yıkmaya ve Başkanlık Rejimini kurumsallaştırmaya odaklanmışken; Bahçeli, Erdoğan sonrasında, bir MHP’linin “Devlet Başkanı” olacağını öngörüyor. Bunu da çok basit bir hesaba dayandırıyor. İYİ Parti ve MHP’nin toplam oyu %20 - 25 gibi görünse de, AKP’nin yıpranmışlığı ve Erdoğan dışında cazip bir alternatifinin kalmamasını da göz önüne alarak, potansiyel oylarının en az %30 olacağını hesap ediyor.
%30’luk bir bloğunsa “ittifakın ana unsuru olarak” AKP’yi ya da CHP’yi yanına çekebileceğini ve MHP geleneğinden birinin Erdoğan sonrasında bu yolla Başkan olabileceğini düşünüyor. Ancak bunun için temel koşulun, ne olursa olsun “İYİ Parti’nin yuvaya dönmesi” olduğunu biliyor.
Bu yüzden düne kadar “İP” diye dalga geçtiği, hatta yer yer düşmanca dil kullandığı kadrolara da daha uygun bir dil kullanmaya özen gösteriyor. Ancak Bahçeli yaşını ve sağlık durumunu da göz önünde bulundurarak, kendisinden sonraki tüm yapılanmayı “kendi elleriyle” inşâ etmek ve mümkünse kendisi MHP’nin başındayken, değilse MHP’li bir veliaht eliyle Erdoğan sonrası Türkiye’nin “başkanı” olmak planları yapıyor.
Bu amaca ulaşmak içinde Orwell’in dediğini referans alıyor: “Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar. Şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.”
Bahçeli de, işe geçmişi denetim altına alarak başlıyor. Kızıl Elma’yı tozlu arazilerde yeniden gün ışığına çıkarırken, devlet-i ebed müddet, töre, Türk Birliği, Turan coğrafyası gibi 1980 öncesinin ne kadar sembolü ve söylemi varsa hepsini birden yardıma çağırıyor.
Soğuk Savaş dönemi jargonunu kullanarak tartışma sahasını ülkücülerin en talimli olduğu alana “devlete” doğru çeviriyor. Böylelikle kendi stratejisini de “geçmişi denetim altına alarak” uygulamaya geçiriyor.
“Devlet için kurşun atanın da kurşun yiyenin de şerefli” olduğunu söyleyen eski ülkücü Mümtazer Türköne de, ASALA’yla devlet adına mücadele eden ülkücü Alaattin Çakıcı da, “yeni Türkiye’yi Bahçeli’nin Devleti” hâline getirmek için gerekli olan sembollerle beraber geri çağrılıyor.
Bahçeli'nin A Planı
Mevcut Başkanlık Rejimini kurumsallaştırmak isteyen ve Erdoğan’ın istediği sürece iktidarda kalmak arzusuna set olmayan Bahçeli, İYİ Parti’yi “eve döndürebilirse” Erdoğan sonrasında AKP’nin değil “MHP’nin büyük ortak olacağı” yeni bir dönemin hesaplarını yapıyor.
Böylece Erdoğan’ın B Planı olarak başlattığı “Millet İttifakını İYİ Parti üzerinden parçalama” siyaseti, Bahçeli eliyle hat değiştirilerek, Bahçeli’nin A Planı diye kodlayabileceğimiz “İYİ Parti üzerinden Devlet’i yönetme siyasetine” kapı aralamış oluyor.
Tüm bunlar da bize gösteriyor ki; Soğuk Savaş döneminin tüm sembolleri ve söylemleri tozlu raflardan indikçe, Yunanistan ve Ermenistan gibi ülkelerle gerilim yaşandıkça, hele hele yurt dışındaki Türklere yönelik baskılar ve saldırılar arttıkça, Millet ittifakında bir türlü kök salamayan İYİ Parti, Bahçelinin “Devleti yönetme” düşüncesinin parçası olabilmek için Millet ittifakından kopabilir.
Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin tüm güçleriyle yüklendiği İYİ Parti için çember daralıyor. Siyasette 24 saatin çok uzun olduğu düşünülürse ittifakları yeni bir yarın bekliyor.
Ancak her koşulda “Kızıl Elma” devletsize devlet, hedefsize hedef olmak üzere siyasetin merkezine yeniden oturuyor.
Euronews
- PSK: Seyid Riza ve Arkadaşları Ölümsüzdür
- Meclis'te 2013'te hazırlanan 'çözüm süreci' raporunda neler vardı?
- PSK: Erdoğan Kürdlerden Özür Dilemelidir
- PSK: Kayyım Siyaseti Geri Döndü
- Bozyel: Önümüzdeki tarihi hedef Kürt halkının özgürlüğüdür
- 'Kürt Meselesinde Çözümsüzlük Türkiye'ye Neler Kaybettiriyor?'
- ‘Fetihçi iktidarın, böyle bir din ulemasına ihtiyacı vardı
- Ali Çeven Serbest Bırakılmalıdır
- ‘Diyanetin varlığını sorgulamayan her laiklik tartışması yanlıştır
- Altan Tan, Devlet Bahçeli’nin Öcalan çağrısını üç nedene bağladı