Türkçe | Kurdî    yazarlar
1979 İran Devrimi Başarılı Oldu mu?

2025-02-11

1979 İran Devrimi, İslam ile özdeşleşen bir ideoloji çerçevesinde kurtuluş arayışını benimsemiştir. Ancak bu ideolojinin günümüze kadar özgürlük, eşitlik ve adaleti tam anlamıyla gerçekleştiremediği, yönetimin kendisi tarafından bile kabul edilmektedir. Bu durum, toplumu çeşitli çıkmazlara ve krizlere sürüklemiş, toplumsal dönüşüm için gerekli olan ütopik umudun yavaş yavaş kaybolmasına neden olmuştur.

ARİF KESKİN

İran Devrimi, 45 yılı devirdi. Yarım asra yaklaşan devrim, pek çok açıdan analiz edildi. Bu “analiz” süreci, uzunca bir süre daha devam edecektir.

İran Devrimi’nin en önemli özelliği yerlilik iddiasıydı. Bu özelliği, devrimin bölge ve dünyada yarattığı umudun temel nedenlerinden biriydi. Umudun belirleyici unsuru, Batı dışı yeni bir maneviyat arayışının mümkün olduğunu göstermesiydi. Kendi dinsel, mezhepsel, kültürel ve toplumsal kaynaklarından beslenerek alternatif bir dünya tasavvuru oluşturmak ve bunun üzerine ideal bir toplum inşa etmenin imkânıydı. Devrim, iki yüzyıldır Batı karşısında yaşanan ezikliğe bir tepki olarak, toplumun kendi özüne dönüşünü temsil ediyordu. Toplumsal kurtuluşun Batı’dan alınan modellerle değil, öz kültürle mümkün olacağı savunuluyordu. Özgürlük, adalet ve ideal toplum düzeni, yerel değerlerle inşa edilebilirdi. Bu süreçte, o güne dek “engelleyici geleneğin” temsilcileri olarak görülen din adamları, mezhepsel ritüeller, kutsal mekânlar ve geleneksel yapıların devrim öncüleri olarak ortaya çıkması, tüm modernleşmeci ezberlerin bozulmasını sağladı. Toplumun devrime duyduğu güçlü inanç da buradan besleniyordu: Kurtuluş, dışarıda değil, içeride aranmalıydı.

Toplumsal coşkunun derinliğinin kaynağı, öz değerleriyle cazibe merkezi olacak bir toplum inşa etme imkânının ortaya çıkmasıydı. İran Devrimi, özgürlük, adalet, eşitlik ve bağımsızlık arayışıyla birlikte bir tür arınma arayışıydı. Toplum, kendi imkânlarıyla irfan, özgürlük ve eşitlik çerçevesinde yeni bir maneviyat arayışında kendini yeniden yaratmayı hedefliyordu.

Devrimin Temel Hedefleri

İran Devrimi’nin temel hedeflerinden biri, halkın yönetimde söz hakkına sahip olmadığı ve miras yoluyla aktarılan monarşi sistemine son vermekti. Despotik rejimi ortadan kaldırarak halk iradesine dayalı bir yönetim kurmak öncelikli amaçtı. Bu doğrultuda, Cumhuriyet ve halk egemenliği ilkeleri çerçevesinde serbest seçimlerle halkın yönetime sürekli katılımını sağlamak, özgür ve adil bir yönetim sistemi inşa etmek, siyasi ve yönetsel gücün belirli kişilerin elinde toplanmasını önlemek ve tek adam yönetimini engelleyerek iktidarın düzenli olarak el değiştirmesini sağlamak hedeflendi. Halkın kendi kaderini belirleme hakkını garanti altına almak, devrimin en temel ilkelerinden biri olarak benimsendi.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanması da devrimin önemli hedefleri arasındaydı. Siyasi mahkûmların serbest bırakılması, hükümetin muhalifleri bastırmak için hapis ve ev hapsi gibi yöntemlere başvurmaması, cezaevlerinin ibret müzelerine ve eğitim merkezlerine dönüştürülmesi planlanan dönüşümler arasındaydı.

Devrimin bir diğer önceliği, ekonomik olarak kendi kendine yetebilen, güçlü ve bölge ülkelerine örnek olabilecek, ekonomik adaleti önceleyen bağımsız bir İran yaratmaktı. Devrim, ekonomik eşitlik ve adalet talebiyle şekillenmişti. Toplumun tüm kesimlerinin yeteneklerini geliştirebileceği adil bir düzen kurmak ve bireyleri hem manevi hem de ekonomik kalkınmaya teşvik etmek, devrimin öncelikli hedefleri arasındaydı. Zulmün ortadan kaldırılması ve toplumsal adaletin sağlanması bu sürecin merkezinde yer aldı.

Aynı zamanda, İran’ın dış ilişkilerde bağımsızlığını koruyarak büyük güçlerin iç işlerine müdahalesini önlemek, ülke yöneticilerinin dış baskılarla belirlenmesine engel olmak da devrimin temel hedeflerindendi. Böylece, ulusal egemenliğin korunması ve dış müdahalelere karşı direnç gösterilmesi amaçlandı.

Devrimin Ontolojik Çelişkisi

1979 İran Devrimi, Pehlevi despotizmine karşı özgür, adil, eşitlikçi ve bağımsız bir toplum arayışıyla başlamış olsa da, devrim sonrası süreçte çeşitli ideolojik ve politik çelişkilerle karşı karşıya kalmıştır. Devrimci kadroların yeni bir yönetim ve toplum yapısı oluşturma konusunda net bir planlarının olmaması, bu çelişkilerin temel nedenlerinden biriydi. Devrime katılan grupların, yeni dönemin sorunlarına yönelik teorik ve ideolojik hazırlıkları yetersizdi; mevcut metinler, Pehlevi döneminde yazılmış olup yeni dönemi analiz edecek ve yol gösterici olabilecek potansiyele sahip değildi.

Özgürlük, adalet ve demokrasi söylemlerine rağmen devrimci spektrum içindeki güçlerin çoğu ideolojik olarak demokrat değildi. Radikal söylemler ve eylemler devrime hâkimdi; ılımlı olmak, hainlik ve emperyalist ajanlık olarak görülüyordu. Devrimden hemen sonra, “Devrim bitti, şimdi sıra kuruculukta” diyen siyasi grup ve şahsiyetler tasfiye edildi. Şiddetin tüm biçimleri egemen kılındı ve tüm gruplar bu şiddetin savunucuları ve icracıları oldu. “Bizden olmayan hain ve emperyalist uşağı” yaftası, herkesin mottosu haline geldi.

Devrimin ilk yıllarında, radikalliğin egemen olduğu ortam nedeniyle, devrimin iddia ettiği hedefleri gerçekleştirme potansiyeline sahip olamadığı fark edilmedi. Radikalizm, ideolojik ve politik grupların demokrasi karşıtı yapısı ve devrime karşı uluslararası konjonktür, yıkıcı radikalliği egemen kıldı. Yıkıcı radikallik, devrimcilik olarak görülüyor ve teşvik ediliyordu. Devrimin çelişkisi burada yatıyordu; Şah devrildi ama devrim kendi amaçlarını da imha eden bir süreci başlattı.

Eşitliğin Kurumsallaşması

Eşitlik, İran Devrimi’nin temel mottolarından biriydi. Eşitlik sadece sosyalistlerin değil, İslamcıların da temel sloganıydı. Eşitlik iddiasıyla ortaya çıkan İran Devrimi, 1979 sonrasında tam tersine, ayrımcı bir anayasal sistem kurdu. İran Anayasası, mezhepçi ve cinsiyetçi yapısıyla toplumsal eşitlik hedefini ortadan kaldırdı. Velayet-i Fakih merkezli siyasal düzen, yalnızca farklı mezhep ve dinî grupları değil, aynı zamanda kadınları ve belirli meslek gruplarını da dışladı. İran’da lider olabilmek için erkek, molla ve belirli bir mezhebe mensup olmak zorunlu hale getirildi. Bu ayrımcılık yalnızca siyasi liderlikle sınırlı kalmadı. Kurulan İslam Cumhuriyeti’nin ilkelerine inanmayan veya pratikte onlara bağlı olmayan kişilerin devlet kademelerinde yer alması imkânsız hale getirildi. Anayasa Koruyucular Konseyi (AKK) gibi denetleme mekanizmaları ve güvenlik kurumlarının mutlak kontrolü, siyasal eşitliği tamamen ortadan kaldırdı. Devrim eşitlik iddiasıyla yola çıkmış olsa da, ortaya çıkan yönetim biçimi iktidarın, servetin ve saygınlığın eşit dağılmadığını ve bu idealin ortaya çıkan siyasal sistem içinde mümkün olamayacağını açıkça gösterdi. İran İslam Cumhuriyeti’nin çok yönlü sistematik eşitsizliği anayasal olarak koruma altına aldığını rahatlıkla söylemek mümkündür.

Özgürlük ve Ahlaki Ehliyet

Özgürlük, devrimin temel sloganlarından biriydi. Pehlevi despotizmine karşı özgür bir toplum arzusu devrimin ayrıcalıklı dinamizmlerindendi. Ancak kurulan siyasal rejim farklı bir ortam oluşturdu. Toplum ve bireyler, kendi kaderlerini belirleme haklarını elde edememiş ve bireyler ve kolektif özneler, devletin politik yönelimini değiştirme yetisine sahip olamamışlardır. Rejim, ideolojik, kültürel ve siyasal alanları belirleyerek toplumun nasıl davranması gerektiğine bile karışmaya başlamıştır. Nitekim halk, herhangi bir konuda değişim talep etse bile, yönetim bunu kabul etmediği sürece değişim mümkün olmamaktadır. Ülkenin kaderi, kutsallaştırılmış bir kişinin iradesine bağlanmıştır.

İran Devrimi, insanın onurlu bir varlık olduğunu kanıtlayacak bir süreç olduğunu iddia ediyordu. Ancak devrim sonrası kurulan siyasal yapı, bu iddianın aksine, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan bir yönetim biçimi ortaya koydu. Devlet, yalnızca insanların nasıl yaşayacağına dair kurallar koymakla kalmadı, aynı zamanda bu kurallara uymayanları denetleyip cezalandırmayı da üstlendi. Bu durum, insanın ahlaki doğruyu anlama ehliyetinin olmadığını, kötülüğe ve bozulmaya yatkın olduğunu ve doğru ile yanlışı ayırt etme yetisinin düşük olduğunu varsayan bir anlayışı egemen kıldı.

İnsan doğasını kusurlu gören bu yaklaşım, din adamlarını toplumun nasıl yaşayacağını belirleyen ve kontrol eden bir otorite haline getirdi. Sokaklar denetim altına alındı, insanların giyim kuşamı devletin sorumluluk alanına dahil edildi. Devlet, bireyin doğruyu ve yanlışı kendi iradesiyle belirleme hakkını elinden alarak, toplumu katı kurallarla yönetilen bir mekanizmaya dönüştürdü. Humeyni’nin “toplumu zorla cennete götürme” anlayışı çerçevesinde, kadınlar başta olmak üzere toplumun tüm kesimleri sıkı bir denetime tabi tutuldu. Baskıcı düzenin kurumsallaşmasıyla birlikte kırbaçlama, gözaltına alma ve dayak gibi şiddet yöntemleri sistematik hale getirildi. Sonuç olarak devrim, insanların onurunu yücelten değil, onları her gün aşağılayan bir yönetim biçimine evrildi.

Bağımsızlık Fetişizmi

Bağımsızlık ve özgürlük, 1979 İran Devrimi’nin ilk gününden itibaren temel sloganlarından biri olmuş ve devrimin itici gücü olarak kalmıştır. Bu talep, çağdaş tarihin deneyimlerinden beslenen ve ulusal düzeyde kendi kaderini tayin etme arayışının bir yansımasıydı. Bağımsızlık, kurtuluşun anahtarı olarak görülüyordu; onsuz hiçbir şeyin mümkün olmadığına inanılıyordu. “Ne Doğu ne Batı” sloganı, yalnızca büyük güçlerden bağımsız kalma arzusunu değil, dünya ile eşit ilişkiler kurma idealini de ifade ediyordu. Ancak zamanla bağımsızlık ülküsü, devrimci ideoloji ve diğer etkenlerle birleşerek yalnızca İran’ın değil, başka ulusların da kaderini tayin etme iddiasına dönüştü. Yeni yönetim, Batı’yı yok etmeyi, İsrail’i haritadan silmeyi ve bölgenin siyasal yapısını değiştirmeyi kendisine misyon edindi. Bu vizyon, devrimin anti-emperyalist ruhuna aykırı olmasa da bağımsızlık arayışını aşarak İran’ı dünya ile sürekli bir çatışma hâline soktu.

Bu süreç, İran toplumunda bağımsızlık kavramına dair düşüncelerin de dönüşmesine yol açtı. Bağımsızlık, yalnızca kimlerin nasıl karar aldığıyla değil, alınan kararların ülke için ne anlama geldiğiyle de ilgilidir. Gerçek bağımsızlık, hamaset, saldırganlık veya başkalarının çatışmalarına taraf olmak demek değildir. Sırf dünyaya meydan okumak ya da komşularla kavga etmek bağımsızlık sayılmaz. Aksine, bağımsızlık esasen bir eşitlik arayışıdır. Saldırganlık, devrimi yayma çabası ve başka ülkelerde silahlı örgütler kurmak ise emperyal bir eğilimin tezahürdür. Kendi bağımsızlığını savunurken başkalarının bağımsızlığını yok saymak, gerçek anlamda bağımsızlık ilkesini aşıyor. İran toplumunda giderek daha fazla insan, saldırgan politikaların ülkeyi askerî bir hedef haline getirdiğini ve bunun aslında bağımsızlık ilkesinin ihlali anlamına geldiğini düşünmeye başlamıştır.

Devrim Başarılı Oldu mu?

İran İslam Devrimi’nin ardından kurulan yönetim, ideolojik ve politik açılardan çok boyutlu krizlerle karşı karşıya. Bu krizlerin temelinde, devrimin dayandığı mezhep, kültür ve geleneğin, vadedilen özgürlükçü ve eşitlikçi toplumsal kurtuluşu sağlayıp sağlayamayacağına dair tartışmalar yatmaktadır. Dinsel temelli ideolojinin özgürlükçü dönüşüm kapasitesi ve siyasal liderlerin bu dönüşümü gerçekleştirme yetkinliği sürekli olarak sorgulanmaktadır. 1979’dan bu yana kurulan yönetim, İran’daki dinsel ideolojinin iddialarını ne ölçüde hayata geçirilebildiği hususunda adeta bir pratik laboratuvar işlevi görmektedir.

Bu sorgulama sadece dinsel ideolojiye de has değildir. 1925’te iktidara gelen Pehlevi yönetimi, Fars/İran milliyetçiliği temelinde bir ulusal kimlik inşa etmeye çalışmış ve bu çerçevede İslam öncesi İran mirasını ön plana çıkarmıştır. Ancak bu girişim, baskıcı yönetim biçimi nedeniyle başarısız olmuş ve İran milliyetçiliğinin özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplum yaratma potansiyeline sahip olmadığı anlaşılmıştır.

1979 İran Devrimi ise, İslam ile özdeşleşen bir ideoloji çerçevesinde kurtuluş arayışını benimsemiştir. Ancak bu ideolojinin günümüze kadar özgürlük, eşitlik ve adaleti tam anlamıyla gerçekleştiremediği, yönetimin kendisi tarafından bile kabul edilmektedir. Bu durum, toplumu çeşitli çıkmazlara ve krizlere sürüklemiş, toplumsal dönüşüm için gerekli olan ütopik umudun yavaş yavaş kaybolmasına neden olmuştur. Sonuç olarak, toplumda “kendi geleneksel imkânlarıyla ideal bir toplum kurmanın imkânsızlığı” düşüncesi yaygınlaşmış ve bu da mezhep ve geleneğin temsilcileri açısından toplumu yıkıcı bir krize sürüklemiştir.

Gelinen noktada, öze dönüşçü kurtuluş arayışı ciddi bir darbe almıştır. Kurtuluşcu olarak ortaya çıkan gelenek, din, mezhep ve bunların temsil kurumları ideolojikleşerek hem kendi geleneksel bağlarını koparmış hem de baskı ve zorbalıkla geleneği toplumun imhası için kullanmıştır. Batı karşıtı öze dönüş ideolojisi ise farklı bir zorbalık biçimiyle tezahür etmiş ve kurtuluş arayışındaki siyasal öznenin yüzünü yönetimin arzulamadığı kıbleye dönmesine neden olmuştur. Mezhep, din, kültür ve gelenek bir kurtuluş aracı olmaktan çıkıp, mollaların oligarşik bir ideolojik despotizminin inşa malzemeleri olarak görülmeye başlanmıştır. Toplumda, özellikle genç kuşak arasında, dindarlıktan kopuş ve onun tezahürlerine yönelik saldırgan tepkilerin görünür olması şaşırtıcı değil artık. Mollalar artık itibarlı figürler olarak görülmemekte, sarık ise indirilmeye değer bir sembol olarak değerlendirilmektedir. 1979’dan farklı olarak toplum, yönetime tepki olarak Amerika ve Batı hayranlığına doğru evrilmektedir.

Perspektif

ORTADOĞU