2025-05-16
Perspektif’in “Terörsüz Türkiye” sürecini tüm ayrıntılarıyla ele aldığı soruşturmasının ikinci bölümüne, gazeteciler Gürkan Zengin ve Adem Demir, Rawest Araştırma Direktörü Roj Girasun ve akademisyen Nezir Akyeşilmen görüşleriyle katkıda bulundu.
Mülakat: Cihat Arpacık
Bu topraklarda uzun yıllardır eksilmeyen bir acı var. Şehit haberleriyle sarsılan evler, yarım kalan hayatlar, umutlarını yitirmiş nice insan… Herkesin yüreğinde derin izler bırakan bu karanlık nihayet dağılmaya yüz tuttu. PKK silah bırakacağını ve kendini feshedeceğini açıkladı. Böylece “Terörsüz Türkiye” olarak ifade edilen yeni çözüm süreci, bundan birkaç yıl önce düşünenin hayal bile edemeyeceğini bir noktaya ulaştı.
Ulusal ve uluslararası kamuoyu da basın da güvenlik birimleri de süreci dikkatle takip ediyor. Perspektif, süreci tüm ayrıntılarıyla ele aldığımız soruşturmanın ikinci bölümünde gazeteciler Gürkan Zengin ve Adem Demir, Rawest Araştırma Direktörü Roj Girasun ve akademisyen Nezir Akyeşilmen ile konuştu.
Gürkan Zengin - Gazeteci
ASIL RİSK, PKK YOK OLMADAN KONJONKTÜRÜN DEĞİŞMESİ
PKK’nın açıklamasında yer alan “Uluslararası güçleri (…) demokratik çözüme engel olmamaya davet ediyoruz” ve “3. Dünya Savaşı kapsamında Ortadoğu’da yaşanan güncel gelişmeler de Kürt-Türk ilişkilerini yeniden düzenlemeyi kaçınılmaz kılmaktadır” ifadelerini nasıl okumamız gerekiyor?
Samimiyetsiz bir ifade olarak gördüm. İmralı’dan yapılan çağrının alanın doğru okunmasının sonucuyla pratik bir ihtiyaca karşılık geldiğini görüyoruz. PKK’nın dağdaki çekirdek kadrosunun bu çağrıya gönülsüzce dahil oldukları çok açık. Hal böyleyken ‘uluslararası güçleri’ bu sürece engel olmamaya çağırmaları ne kadar onlara ait bir görüş bilemiyorum… Eğer metin Ankara-İmralı-Kandil hattında gidip geldiyse, kuvvetle muhtemel bu cümleler Ankara’nın inisiyatifiyle bile oraya konmuş olabilir. Yoksa ‘uluslararası güçler’ dediğimiz şey zaten PKK’nın dağ kadrosunun güvendiği dağlardır. İmkân olsa, onlardan tam tersini talep ederlerdi. ‘Kürt-Türk ilişkilerini yeniden düzenlemek kaçınılmazdır’ ifadesine elbette katılabilirim. O alanın zaten önemli ölçüde halledilmiş olduğunu düşünüyorum.
PKK’nın yokluğunda bölgede ortaya çıkabilecek yeni tehditler veya boşluklar konusunda bir risk analizi yapılmalı mı?
“PKK’nın yokluğunda” ifadesini kullanmak için hâlâ çok erken olduğunu düşünüyorum. Ben şu an asıl riski ‘PKK’nın yokluğunda’ değil, ‘PKK yok olmadan’ konjonktürün değişmesinde, bu suretle PKK üzerinde etkili aktörlerin tekrar sahaya dönmelerinde görüyorum. 2013’teki ilk çözüm sürecini akamete uğratan Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan yeni konjonktürdü. Bunu unutmayalım. PKK’nın arkasından çekilmiş bir Suriye’nin, Irak’ın, PKK’ya o dönemde nispeten mesafeli duran Rusya’nın örgütü hızla yeniden sahiplendiğini görmüştük. Bunu Suriye rejimini ayakta tutabilmek ve Türkiye’nin politikalarını etkileyebilmek için yapıyorlardı. Örgüte can suyu verdiler, onu dirilttiler. “Kürt sorunu” 40 yıldır Türkiye’nin ayağındaki prangadır. Kürt sorununu Türkiye uzunca bir süredir zaten önemli ölçüde aşmıştı; ama buna rağmen PKK’nın yaşamaya devam edebilmiş olması Türkiye’nin muarızı aktörler sebebiyledir. Yani esasen sorun yaşamıyordu, sorun PKK üzerinden yaşatılıyordu. Bugüne bakınca Amerika’dan Rusya’ya, İran’dan İsrail’e kadar bu aktörlerin ne Türkiye’ye ne PKK’ya bakışlarında bir değişim oldu. Bu faktör, bugün geriletilmiş olabilir, ama ortadan kalkmış değil. Risk burada.
Bu adım Kürt meselesinin çözümünde yeni bir başlangıç anlamına mı geliyor? Yoksa sadece güvenlik boyutunu mu ortadan kaldırdı?
PKK, kabul etmeliyiz ki ‘Kürt sorunu’nu Türkiye’nin gündemine taşımakta belirleyici olmuştur. Bu doğrudur. Ancak tarihi akış içinde PKK’nın kendisi, en az 10 yıldır Kürt sorununun çözümünün önündeki en önemli engele dönüştü. Şimdi, eğer olacaksa, silahlarını bırakmaları önemli. Silahların bırakılmasından sonra örgüt üst kadrolarının niyeti, tutumu önemlidir. Bunu şöyle açalım: PKK, Suriye, Irak ve İran coğrafyasının içinde ve bu aktörlerin artan-azalan desteğiyle 41 sene yaşayabildi. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz tablo bir “konjonktürel resim” olarak kalabilir. Öcalan’ın inisiyatifi de böyledir, PKK yönetici kadrolarının açıkladığı fesih metni de böyledir. Mesele, bu resmin kalıcı bir statüye döndürülebilmesi. Bu, yakın vadede zor görünüyor. Fesih metninin ruhuna sinmiş olan şey gönülsüzlük; dış desteklerini kaybetmiş bir kadronun liderinin inisiyatifini-gönülsüzce kabullenmesi halini görüyorum ben. Bu tablo bize geleceğe dair umut vermiyor. Yarın öbür gün değişecek bir konjonktürde yeniden silaha sarılmaları şaşırtıcı olmaz. Pek çok yerde olduğu gibi burada da Öcalan’ın inisiyatifi önemli.
“Terörsüz Türkiye” inşası sürecinde demokratikleşme açısından hangi adımlar bekleniyor?
Türkiye, 1970’lerin, 80’lerin ve 90’ların Türkiye’si değil. Gerek “ Kürt sorunu”nun çözümünde gerek “Avrupa Birliği”ne katılım yolunda gerekse ülkenin modernleşme sürecinin bir gereği olarak çok önemli adımlar atıldı. Türkiye hiçbir zaman dünyadan izole bir ada olmadı. Türkiye’de “devlet aklı” tarihin akışı içinde dünyadaki dinamiklerin dışında bir duruş sergilemedi. Toplumun gelişimine ve dönüşümüne paralel olarak demokratik adımlar atıldı. Bugün örgütün “inkâr ve imha” dediği şeylerden çok uzun zamandır bu topraklarda eser kalmadığı açıktır. Bugün ne imha ne de inkâr vardır. Bugün hem merkezî hem mahalli düzeyde temsil kanalları açıktır. İfade kanalları da hiç olmadığı kadar açıkken ‘Kürt sorunu’nun çözümünden bahsetmekle neyin kastedildiğini anlamak zor. “Ana dilde eğitim” hakkı deniyorsa, belki Türkiye bir gün o imkânı da tanır. Atılacak adımların devletin ve milletin üzerine titrediği toprak bütünlüğü ve siyasi egemenliğine tehdit olarak algılamayacağı zemin oluşursa -ki bunun daha açık ifadesi milletin emin olduğu bir sadakat halidir- kuruluş ilkelerini ortadan kaldırmayacak her imkânı temin eder. Bugüne kadar bunu yapmıştır, bundan sonra da yapar.
Örgütün içindeki farklı gruplar arasında bu karara karşı direnç gelebilir mi?
Bazı rahatsızlıklar, hatta örgütten bazı küçük kopuşlar olabilir. Ama ana gövdenin tavrı süreçlerde belirleyici olacaktır. O ana gövdenin tavrında da belirleyici olan ve olacak olan örgüt kadrolarının adeta bir ‘peygamber’ gözüyle baktığı Öcalan’dır. Sürecin önü mayın tarlalarıyla dolu. Bu yolun kazasız belasız atlatılması için Öcalan’ın en azından örgütüne yönelik olarak daha görünür hale getirilmesi lazım diye düşünüyorum.
Roj Girasun- Rawest Araştırma Direktörü
KÜRT KAMUOYU SÜRECİ ANLAMAYA ÇALIŞIYOR
Kürt kamuoyunun Terörsüz Türkiye projesine genel yaklaşımı nasıl? Ciddi araştırmalar yapıyorsunuz, hangi tepkiyi net olarak duyuyorsunuz?
Sürecin başında Kürt kamuoyunda belirgin bir kaygı hâkimdi. Geçmiş çözüm sürecinin yarıda kalmış olması, güvensizliği doğal olarak artırmıştı. Fakat geldiğimiz noktada bu kaygının yerini daha çok “merak” almış durumda. Toplum süreci izliyor, anlamaya çalışıyor; ama henüz umut ya da heyecan duygusunda güçlü bir yükselişten söz edemeyiz. Silahsızlanma ise açık biçimde destekleniyor. Bu destek duygusal değil; siyasal güvence arayışıyla birleşen bir destek. Kürt toplumu bu sürecin anayasal ve kurumsal güvenliğe kavuşturulmasını talep ediyor. Eğer bu zeminde ilerlenirse, bugün sınırlı olan umut ve heyecan duyguları da pozitif bir ivme kazanabilir. Toplum silahların susmasını bir son değil, yeni bir başlangıç olarak okuyor.
PKK’nın silah bırakma açıklaması, Kürt seçmenin sürece bakışını nasıl şekillendiriyor? Yekpare bir Kürt seçmenden bahsetmek mümkün mü ve Kürt seçmenin bu konuya yaklaşımında fark var mı?
Kürt toplumu içinde siyasal çeşitlilik var ama örgütün silah bırakması ve meselenin sivil-demokratik zemine çekilmesi fikrine yönelik geniş bir mutabakat da var. Farklı toplumsal ve siyasal kesimler, bu konuda büyük oranda hemfikir. Kürtlerin kahir ekseriyeti, çatışmasız bir ortamı siyasal temsiliyetin ve demokratikleşmenin önünü açacak bir fırsat olarak görüyor. Bu süreç, özellikle DEM Parti seçmeninde Erdoğan karşıtlığının motivasyon düzeyinde çözülmesine de yol açıyor. Bu bir destek artışı değil; karşıtlığın gevşemesi. Böylece muhalefete yönelik “mecburiyet ilişkisi” de zayıflıyor. Artık Kürt seçmen tercihlerini belirlerken sadece iktidara karşı olmayı değil, muhalefetin ne sunduğunu da dikkate alacak. Program, performans, aday ve vizyon gibi parametreler daha belirleyici hale geliyor.
Eski çözüm süreçlerinde, PKK/HDP dışındaki Kürt aktörlerin dışarıda bırakıldığına yönelik bir itiraz vardı. Benzer itirazı şimdi gözlemliyor musunuz?
Bu süreç bir silahsızlanma süreci olduğu için muhatabın PKK olması ve moderasyonun DEM Parti üzerinden yürütülmesi toplumda ciddi bir itirazla karşılanmıyor. Bu çerçeve, genel olarak realistik ve makul bulunuyor. Ancak bu, daha geniş bir çözüm modelinde diğer Kürt aktörlerinin dışarıda bırakılmasına tamamen rıza gösterildiği anlamına da gelmiyor. Farklı Kürt gruplarının, yerel yapılar ve kanaat önderlerinin süreç ilerledikçe sürece dahil olma talebi güçlenebilir. Bugün bu talepler yüksek sesle dillendirilmiyor ama bu sessizlik, onay anlamına gelmiyor. Çözümün kalıcı ve toplumsal olması isteniyorsa, ilerleyen aşamalarda bu çoğulculuğun gözetilmesi gerekecek.
Adem Demir – Gazeteci
“KCK ÜST ÇATI” İDDİASI GERÇEKÇİ DEĞİL; ASIL ÇATI KURULUŞ PKK
Bazı yorumcular KCK’nın kendini feshetmediğini, PKK’nın feshinin bir aldatmaca olduğunu iddia ediyor. Bu iddialar ne derece gerçeği yansıtıyor?
Bunun iddiadan öteye geçmeyeceği görüşündeyim. Her ne kadar KCK’nin üst çatı lduğu ifade edilse de bu gerçeği yansıtmıyor. Asıl çatı kuruluş PKK’dir. PKK, ulusal ve uluslararası kuruluşlar tarafından “terör örgütü” olarak kayıtlara geçtiği için zaman zaman farklı isimlerle varlığını sürdürdü. KCK, Kongra-Gel gibi yapıların öne çıktığı dönemlerde bile PKK ortadan kaybolmadı. PKK, silahların çözüm getirmediği neticesine ulaştığı için kurucusunun çağrısına uyarak önce kongresini topladı, ardından da sonuç bildirgesi yayınlayarak silahlara veda ettiğini ilan etti.
Bu noktaya gelmesinin birçok sebebi var. Bağımsız Birleşik Kürdistan onlar için hayalden öteye geçmedi. PKK bu stratejiyi de 1993’te terk etti. Sonrasında federasyon, konfederasyon ve demokratik özerklik de mümkün olmadı. Türkiye, son 15 senede terörle mücadeleyi çok farklı düzeylere ulaştırarak yürüttü. Diğer taraftan geçmişte yapılan insan hakları ihlalleri terk edildi. Kürtler için siyasetin önü açıldı. 2009’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Güzel şeyler olacak” açıklamasıyla başlayan “demokratik çözüm süreci”nde yapılan bazı hatalardan da ders alındı ve devlet, örgütü silah bırakmaya zorladı; netice alındı. Silahların bırakılması ve fesih kararında tek söz sahibi PKK’dir. Silahlara veda için gerçekleştirilen kongreye ilişkin servis edilen fotoğraf ve videolara bakıldığında gerçek söz sahibinin PKK mi yoksa diğer yapılar mı olduğu net olarak anlaşılıyor.
Eski çözüm süreçlerini sahadan takip eden bir gazetecisiniz. Sizce sahada durum nasıl değişti ve PKK bu kararı aldı?
AK Parti hükümetlerinin hayata geçirdiği birçok politika eleştirilebilir. Örneğin ekonomik politikalar toplum tarafından şiddetle eleştiriliyor. Ben de bu konudaki eleştirilere katılıyorum. Ancak bu hükümetin en başarılı olduğu politika, terörle mücadele olsa gerek. Zira savunma sanayiinde atılan adımlar neticesinde gelinen aşamada, yasa dışı örgütlere artık nefes aldırılmıyor. Eskiden Türkiye’nin Irak topraklarında sadece üç askeri üssü vardı. Bugün ise onlarca noktada konuşlanmaktan bahsediliyor. SİHA’larla Irak’ın 100 kilometre derinliğine kadar tarama yapılıyor ve örgüte yönelik baskınlar düzenleniyor. Hava üstünlüğü nedeniyle örgüt militanları artık geçmişte olduğu gibi saldırı yapamıyor, sınırdan Türkiye’ye geçemiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri ile Milli İstihbarat Başkanlığı’nın (MİT) ortaklaşa yaptığı operasyonlarda birçok kişi etkisiz hale getirildi. PKK’ye katılım da neredeyse sıfıra düştü. Bir de Suriye gerçekliği var. PKK, ciddi anlamda silahlı gücünü Suriye’nin kuzeydoğusuna kaydırdı. Burada yeni bir yapılanma oluştu. PYD’nin silahlı gücü YPG’nin başında, örgütün dağ kadrosunda uzun süre kalmış insanlar var. Suriye’deki bu durum PKK tarafından bir kazanım olarak görülüyor. Bu kazanıma yoğunlaşmış bir örgüt, dağ kadrosunda Türkiye’nin hava üstünlüğüyle daha fazla kayıp vermek istemiyor. Onun için Türkiye gibi güçlü bir devletle çatışmaya devam etmek yerine, anlaşarak varlık sürdürme ve siyaseten hak taleplerini dillendirme yönünde karar aldıklarını söyleyebilirim.
Şunu da ifade etmek istiyorum; 40 yıllık çatışma döneminde herkes kaybetti. Birçok eve ateş düştü. Can kayıplarının haddi hesabı yok. Maddi kaybın ne olduğunu göz önünde bulundurmadan altını çizeyim: Kürt de Türk de bu işten çok çekti. Örgüt mensuplarının da bu kanaate vardığını, bu yüzden kurucusuna karşı tezler geliştirmeden silah bırakmayı tercih ettiklerini düşünüyorum. Yeni süreçte herkes kazanacak.
PKK, Kürt sorununun sonuçlarından biri. PKK’nın silahlı bir faaliyet yapmadığı bir denklemde Kürt sorununa bakış nasıl olacak?
Silahlı mücadele denendi. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde benzer durumlar yaşandı. Gelinen noktada silahların çözüm getirmediğini gören her örgüt, kendini feshetti. Varlıklarını kurdukları siyasi yapılarla sürdürdüler. ETA ve IRA bunun en bariz örnekleri olarak hafızalarda yer aldı. Türkiye’de durum biraz farklı bir hal aldı ne yazık ki. Neredeyse her Kürt, potansiyel ‘terörist’ olarak görüldü. ‘Bitaraf olan bertaraf olur’ anlayışıyla gerek devlet gerekse örgüt, kendinden olmayan Kürtlere şüpheci yaklaştı. Artık Kürtler bu etiketlerden kurtulacaklar. Silahların devreden çıktığı bir dönemde Kürt sorununu çözmek çok daha kolay olacak. Sivil siyasetin dillendirdiği talepler reddedilse de zaman içerisinde farklı denklemlerin ortaya çıkmasıyla hayata geçirilebilir. Bugün ortaya çıkan tablo şudur: Kürtlerin taleplerine karşı çıkan en radikal milliyetçiler bile yumuşamış durumdalar. Silahların gölgesinin olmadığı bir siyaset daha hızlı netice alacaktır. PKK, silahlı mücadele için harcadığı enerjisini artık sivil siyaset için devreye sokacaktır. Belki de Kürt toplumunda yeni, farklı siyasi partiler ortaya çıkacak. Siyaset renklenecek, aynı meseleler farklı kişiler ve kurumlar tarafından dile getirilecek. Bu da beraberinde Kürt sorununa yönelik olumsuz bakışları ortadan kaldıracak ve anadilde eğitim başta olmak üzere kronik problemler çözüme kavuşturulacaktır. Sorunların çözüldüğünü, taleplerinin karşılandığını gören Kürtler ise devlete gönüllü bir aidiyet bağıyla bağlanacaklardır.
Nezir Akyeşilmen - Akademisyen
BARIŞ ÖNCELİKLE DİL İLE İNŞA EDİLİR, SONRA EYLEMLE
“Terörsüz Türkiye” söylemi, sadece güvenlikçi bir slogan mı yoksa gerçek bir zihniyet dönüşümünün habercisi mi?
Barış önce zihinde inşa edilir ve onun temeli de söylemle atılır. Söylem, yani kelimeler ve sözler zannedildiğinden çok daha güçlü bir inşa etkisine ve kapasitesine sahiptir. Sürekli negatif kavramlar kullanıarak pozitif bir sonuç beklemek çok zordur. Niyet iyi olabilir. Kamuoyuna dönük bir etki ile barış yerine Terörsüz Türkiye kavramı kullanılmış olabilir, fakat bu doğru bir strateji değildir. İnsanlar olumsuzluk eklerini sonradan fark ederler, öncelikle duydukları kavrama odaklanırlar ve bu çerçevede “Terörsüz Türkiye” kavramı barışı değil, öncelikle terörü çağrıştırıyor. Bu nedenle, her ne kadar önceki süreçlerin olumsuz etkileri ve tepkilerinden kaçınmak için bu tarz bir kavram kullanıldıysa da bu yanlıştır. Net söylüyorum. Bundan dönülmezse yapılanlar ne kadar iyi şeyler olsa bile beklenen sonucu vermesi daha zordur, daha çok zaman ve çaba gerektirecektir. Bugün bu süreçte sonda atılması gereken silah bırakma gibi muazzam bir adımın bile toplumda büyük bir coşku yaratmamasının temelinde bu olumsuz dil, söylem ve kavramsallaştırma vardır. “Terörsüz Türkiye” gibi olumsuz bir kavramdan barışı anlamak sadece konjonktür gereğidir. Yoksa konudan bihaber birisine başlık iletildiğinde, konuyla ilgili bir kitap yazsa bile içinde barış kelimesi zor geçer. Buradan anlaşılan söylemin ve sözlerin etkisinin göz ardı edildiği gerçeğidir. Barış süreçleri öncelikle dil ile inşa edilir. Ötekileştiren, dışlayan, aşağılayan, düşmanlaştıran “çatışma dili” terk edilir ve kapsayıcı, kucaklayıcı, yapıcı ve inşa edici olan “barış dili” kullanılır. Hem uluslararası İlişkiler teorilerinden İnşacılık hem de Barış Teorileri bu noktayı büyük puntolarla yazarlar.
Dilin dönüştürücü ve yapıcı (yıkıcı) bir etkisi vardır. Bakın Kuzey İrlanda süreci için yapılan anlaşmaya Good Friday Agreement (Hayırlı Cuma Anlaşması) denir. Dünyadaki başarılı çatışma dönüştürme örnekleri incelendiğinde ise İspanya’da “ETA Barışı ve Silahsızlanma Süreci”, Sri Lanka’da “Sri Lanka Barış Süreci”, G. Afrika’da “G. Afrika’nın Demokrasiye Geçişi/CODESA Konuşmaları” ve Kolombiya’da “FARC Barış Süreci” diye isimler resmî ya da gayriresmî olarak kullanıldı. Görüldüğü gibi, hepsinde pozitif kavramlandırmalar var. Yine mevcut sürecin bu olumsuz isimlendirmesinden olacak ki medyanın büyük bir kısmı dilini bile değiştirmiş değil. Bu çatışma dili ile barış zor olur. Evet, barış süreçleri riskli süreçlerdir, özellikle siyasiler için, fakat bir sürece girdiyseniz güçlü ve cesaretli girmeniz gerekir. Sayın Bahçeli gibi. Gerçekten çok cesur ve stratejik olarak çok doğru bir hamle. Aynı şekilde, Tony Blair’in Kuzey İrlanda barış sürecine olan bağlılığı oldukça kararlı ve tarihi bir noktadaydı. Gerçekten de 1997 yılında İngiltere Başbakanı olarak göreve geldikten sonra, Kuzey İrlanda barış sürecine öncelik verdi ve bu süreçte büyük bir kişisel ve siyasi risk aldı. Bu bağlamda sıkça alıntılanan sözlerinden biri şu şekildedir: “Benim siyasi hayatıma mal olsa bile K. İrlanda sorununu çözeceğim” dedi. Bu söz, Blair’in Good Friday Agreement (1998) sürecinde ne kadar kararlı olduğunu ve çözüm için gösterdiği liderliği ifade eder. Çözümü getirecek olan şey kararlılık ve cesarettir. Dünyada dil ucuyla, olumsuz bir dille, çatışma diliyle barışın geldiği vaki olmamıştır. Aktörler bunun farkında olmalı. Zafiyet ve kararsızlık (görüntüsü bile) süreci baltalayacak en büyük darbedir.
Barış öncelikle dil ile inşa edilir, sonra eylemle. John Paul Lederach Ahlaki İmgelem: Barışı İnşa Etmenin Ruhu ve Sanatı adlı kitabında barışın inşasını dil, edebiyat ve sanat üzerine kurar ve dilin ne kadar büyük bir dönüştürücü güce sahip olduğunu dünyadan örneklerle anlatır. Rahmetli Sırı Süreyya Önder’in bu kadar geniş toplumsal kesimler tarafından sevilmesinin altındaki nedenlerden birisi, belki de en güçlüsü, kullandığı o imgesel barış dilidir.
Son süreç ile eski çözüm süreçleri arasındaki temel farklar neler? Sizce onlar neden akim kaldı bu süreç neden beklenmedik bir hızla ilerliyor?
Bu süreç sadece Türkiye’de başlayan önceki süreçlerden değil, dünyadaki benzer tüm süreçlerden farklı, hızlı ve sonda yapılması gerekenin başta yapılmasıyla başladı. Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’ı Meclis’e davet etmesi, PKK’nın kendisini feshetmesi çok büyük, önemli, tarihi ve yapıcı adımlardır. Fakat bu adımların toplumda bu denli coşku yaratamamasının temel nedeni daha önce değindiğim gibi kullanılan ve kullanılmaya devam edilen çatışma dili ve negatif kavramsallaştırmadır. Sürecin işleyişine bakılırsa söylem dışında mutfak kısmı iyi hazırlanmış, fakat sunum o kadar da değil. Oysa sunum çok daha etkili ve coşkulu olabilirdi. Ben de sonda söyleyeceklerimi başta söyleyeyim. Mevcut süreç de Türkiye’de yürütülen önceki süreçler de barış çalışmaları ve çatışma dönüşümü süreçlerinin bilimsel yol haritasına pek uymuyor. Öncelikle yukarıda vurgulanan negatif dil ve kavramsallaştırma, ikincisi sonda yapılması gerekenlerin başta yapılması, aktörlerin şeffaflık ve katılımcılıktan uzak durması (bu ikisi için henüz erken gibi, fakat şimdiden atılan köklü adımlar şeffaflık ve katılımcılığı zorunlu kılıyor). Barış süreçlerinde “hız” her zaman iyi bir şey değil. Hız yaparsan hata yapma ihtimalin artar ve süreç beklenmedik bir şekilde akamete uğrayabilir. Doğru olan yavaş, bilime uygun ve sağlam adım atmaktır. Samimi, sahici ve gönülden olmaktır. Bu süreç hâlâ mekanik bir düzlemde ilerliyor. Duygulara ve zihinlere hitap etmekten uzak bir noktada. Zira mevcut dil ve söylem buna izin vermiyor. Bu da toplumda olması gereken coşku ve heyecanı üretemiyor. Fakat her şeye rağmen süreç harika ve Türkiye siyasal ve toplumsal tarihinin en büyük adımlarından birisidir. Süreçte yer alan kimi aktörlerin ve medyanın gönülsüz görünmesine, negatif söylemlerine ve bazı kesimlerin negatif propagandasına rağmen bu sürecin kıymeti bilinmeli, sahip çıkılmalı ve desteklenmelidir. Zira benim felsefemde başarısız hiçbir barış süreci yoktur. Oyun teorisinde olduğu gibi, bir oyunu oynadıkça öğrenirsiniz ve daha ileriye gidersiniz. Bu sürece de öncekilerine de bu yönden bakıyorum. Her süreçten toplum biraz biraz öğreniyor ve yol alıyor. Her süreç bir adım daha ileride başlıyor. O nedenle, bütün barış süreçleri hedeflenen noktaya varmasa bile, süreçte öğrettikleri yönüyle başarılıdır ve kazanımdır.
PKK’nın silah bırakma kararı sizce bu kez gerçekten kalıcı bir barışın başlangıcı olabilir mi? Yoksa önceki süreçlerdeki gibi kırılgan mı?
Barış süreçleri hassas ve narin süreçlerdir. Tıpkı bir çiçek gibi. Hassasiyetle bakılmalı ve öyle inşa etmelidir. PKK’nın silah bırakması çok çok büyük bir fırsat. Barış çalışmalarında denir ki “Barış süreçleri uluslararası sistemin sunduğu fırsatlardır”. Dünyanın neresinde olursa olsun, uluslararası toplumun desteklemediği bir barış sürecinin başarılı olma şansı yoktur. Bu nedenle uluslararası destek ve iklim hayatidir. Bugün dünya toplumu, Türkiye barışını destekliyor. Uluslararası ve bölgesel iklim buna uygun ve destekleyici. Bu büyük bir fırsat ve bu fırsattan yararlanılmalı. Bu fırsatlar ayda yılda bir gelir. Değerlendirdin, değerlendirdin! Değerlendirmedin, bir daha ne zaman geleceği belli olmaz. Belki de hiç gelmez. Bu nedenle, bu büyük fırsat kaçarsa, bir daha böyle bir fırsat yakalanmayabilir. Bu nokta akılda tutularak hareket edilmelidir. Gerçek barış ya da Johan Galtung’un ifadesi ile pozitif bir barışın inşa edilmesi için gerekli bütün toplumsal, yasal, anayasal, hukuksal adımlar ve demokratikleşme adımlarının atılması sürecin başarısı, kalıcılığı ve sürdürülebilirliği için elzemdir.
Barış süreçlerine yönelik ciddi tehditler vardır ve biz bunları iki grupta inceliyoruz. 1- Yapısal riskler, 2- Konjonktürel riskler ve tehditler. Yapısal tehditlerin başında sorunun varlığını bütün boyutlarıyla kabul etmemek, sorunu doğru tanımlamamak (bir ya da sadece birkaç boyutunu öne çıkarmak), barışçıl yöntemleri ve çözümleri küçümsemek, çatışma dilini kullanmaya devam etmek, diyalog zafiyeti, geçiş dönemi adaletinin sağlanamaması (geçmişle yüzleşmenin ihmal edilmesi), üçüncü tarafın ( bir arabulucunun) eksikliği ya da yetersizliği, yapısal ve anayasal reformların zamanında yapılmaması ve toplumsal entegrasyon faaliyetlerinin, yani öncelikle insan hakları, demokrasi ve barış eğitiminin eksik kalması. Konjonktürel riskler ise dört tanedir. Bunlar zamanı gelince şeffaflığın hayata geçirilmemesi, yine zamanı gelince katılımcılığın sağlanamaması, yani tüm toplumsal kesimlerin sürece dahil edilmemesi; üçüncüsü, yerine getirilmesi güç önkoşulların veya yeni koşulların şart koşulması ve son olarak bölgesel veya küresel düzeyde meydana gelen sistemik değişiklikler. Bu süreçte bir yol kazasına engel olabilmek için bütün bu noktalara dikkat etmekte yarar var.
PKK’sız bir ortamda Kürt sorununa bakış nasıl şekillenir?
Bu ülkede uzun bir dönem PKK her türlü Kürt karşıtlığına perde yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor. Bu nedenle çoğu zaman ve çoğu kişi için “PKK ırkçılığın takiyyesidir” derim. Birçok kişi, kurum ve kuruluş, yapı ve dernek PKK’yı bahane ederek Kürt karşıtlığı, Kürtlere karşı ırkçı ayrımcılık, Kürtlerin değerlerine karşı bir ötekileştirme süreci çalıştırdı. PKK’nın feshi bu kötü niyetli kişilerin elindeki bu kozu zayıflatacaktır. Muhakkak daha pozitif bir algının oluşması beklenir. Beklenir diyorum, çünkü öyle güçlü, olumsuz ve ilkel (en az 100 yıl geriden gelen) bir algı inşa edildi ki etkilerinin ortadan kalkması zaman alacaktır. PKK kendisini feshetse bile algısında, zihninde bunu inşaya devam edecek ve ırkçılıklarına perde yapacak küçük de olsa bir güruh hâlâ var. Fakat bunun küçük olması, etkisinin öyle olacağı anlamına gelmez. Zira ne kadar küçük olursa olsun, bazı şeyler mide bulandırır. O nedenle, PKK’sız bir Türkiye’de bile Kürt sorunu algısı kısmen de olsa negatif kalmaya devam edecek. Bunun yok olması için medeni, kapsayıcı ve eşitlikçi bir zihniyet inşası gerekir. Böyle bir zihniyetin ve algının inşası ciddi bir barış, insan hakları ve demokrasi eğitimini gerektirir. Okul müfredatlarında, medyada, sivil toplumda ve özellikle sosyal medyada bu eğitimlerin yaygınlaştırılması gerekir. Bunun için ve gerçek bir barış inşa süreci için eğitim şart!
Perspektif
POLITIKA