AKP’li yıllara içeriden bakış (8) – Bitmeyen kavga
23.03.2023 10:44:57

Elif Gökçe Aras

31 Ocak 2008, Sabah 09.45 civarında İstanbul-Davutpaşa’da Emek İşhanı’nda kaçak bir havai fişek atölyesinde büyük bir patlama meydana geliyor. Patlamada 21 kişi hayatını kaybediyor, 115 kişi yaralanıyor. 10 kişi hakkında dava açılıyor ama dava süresince dört hâkim ve iki savcı değişiyor. Bakanlık yetkilileri ve belediye başkanlarından sadece Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın’ın sanık olduğu davanın sonucunda verilen cezalar ya para cezasına çevriliyor ya da erteleniyor.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan laik-dindar çekişmesi sonucu Meclis çoğunluğunu arttırmak için seçime giden hükümet, halkın bir kısmı tarafından kısmen gözden düşmüş olacak ki, 2002 seçimlerinden daha az milletvekili çıkararak Meclis’te yerini alıyor. Seçim sürecinde yaşanan gerilim AKP’ye ama daha çok CHP’ye yaramıyor. Halk artık laik & dindar gerilimini görmek istemiyor.

2002 yılında sadece iki partinin girebildiği Meclis’te bir önceki seçimde tasfiye edilen partilerden biri olan MHP, seçim sürecindeki gerilimin aktörleri AKP ve CHP’ye duyulan öfkeden nasibini alarak, iki partinin kesişim kümesini oluşturuyor ve Meclis’e giriyor. Benim ailem için de oy vereceği sağ partiye öfke yükseldiği an gidilecek ikinci adres ancak MHP. Demek ki muhafazakârlar için can dinleri, canan milliyetleri. Bu yüzden Siyasal İslam bu kesimin devletiyle bağ kurabilmesi için vazgeçilmez bir aparat.

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi ve 2007 genel seçimlerinde tekrarlanan AKP zaferinin ardından 2 Şubat’ta Anıtkabir’de yüzbinlerin katılımıyla yeniden Cumhuriyet mitingi düzenleniyor.

28 Şubat’ın yıl dönümünden bir gün önce 27 Şubat’ta CHP, DSP milletvekilleri ile Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç, Türkiye’de üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getiren 5735 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un birinci ve ikinci maddelerinin iptali veya yok hükmünde olduklarına karar verilmesi ve dava sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulması” istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyor.

Başvuru sonrası CHP Genel Sekreteri Önder Sav, “Türbanla ilgili Anayasa değişikliği konusunda yasama Meclisi’nin verdiği kararın hukuk dolanılarak, Anayasa’ya karşı hile yolu kullanılarak gerçekleştirilmiş bir tasarruf” olduğunu savunuyor:

“YÖK başkanı rektörlere talimatlar yağdırmaktadır. Bu talimat ‘yok’ hükmündedir.”

“Türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasının yaratacağı sıkıntılar, türban takanların takmayanlara karşı bir baskı unsuru oluşturacağı hatta ona omuz verenlerin bu baskıyla yetinmeyip türban takmayanlara daha değişik yollardan baskılarını artırmasını davet edecek niteliktedir. Endişemiz odur ki üniversitede bilimsel özgürlüğün yerini, dinsel inanca dayalı tartışmalar alacak, üniversitelerde bir kaos yaşanmaya başlanacaktır. Bunların yaşanmamasını diliyoruz.”

Bugün geldiğimiz noktada Önder Sav’ın korktuğu şey başımıza geldi, ancak bunun sebebi başörtülü öğrenciler değil, onları siyasetine alet etme imkânını elinde tutan iktidar oldu.

Bu gelişmelerin ardından 14 Mart’ta Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açıyor. AKP bir oy farkla kapatılmaktan kurtuluyor. Ama laikliğe aykırı odak oluşturmaktan Hazine yardımı kesiliyor.

Anayasa Mahkemesi’nde partisi adına sözlü savunma yapan dönemin Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, AK Parti’nin Türkiye’nin her bölgesinden oy aldığını, Türkiye’nin bütünlüğünü temsil ettiğini hatırlatıyor, “AK Parti’yi ortadan kaldırdığınızda yerine ne koyacaksınız?” diye soruyor.

AKP, bugün eylediği her günahın önce mağduru oluyor. Ve kendileri o engelleri nasıl aştılarsa bugün kendi hazırladıkları düzeneklerin de bir gün ters tepeceğini en iyi onlar biliyor. Muktedir oldukları halde öfkeleri, itirazları, yardım çığlıkları bundan.

Üniversite sınavlarına hazırlanıyorum ama eğitime verdiğim 10 yıllık ara ve ev ortamı beni zorluyor. Her ne kadar gittikçe bağımsızlaşmaya çalışsam da namaz vakitleri uyarılıyorum, akşam ders çalışırken birden radyodan şeyhleri Mehmed Zahit Kotku’nun, Esad Coşan’ın sohbetleri açılıveriyor. Muhafazakâr aile evi, istisnaları tenzih ederim ama evlatların arzu ve tercihlerinin söz konusu olamayacağı hapishane gibidir. En ufak bir kazanım için bile mücadele etmek zorundasınızdır. O kazanıma asla alışılmaz, kabul görmez, her daim mutlaka başa kakılır. Daha önce bir köşe yazımda belirtmiştim. Babam şeyhinin sohbetini bize zorla dinletmek için tüm odalara hoparlör takmıştı. Ancak diğer zamanlarda annem mutfakta radyo dinlerken yayını kapatabilelim diye de hoparlörlerin kenarına bir kapatma tuşu yapmış. Öyle bir durumda odanda birden bire bir ses duyup, sinirin bozulduktan sonra kapatabiliyorsun. Her ne kadar o düğmeyi kapatsam da her seferinde sohbet başladığı an babamın düğmeyi geri açtığını fark ediyorum. Sinirlerim bozuluyor, elim ayağım titriyor, sinirden ağlıyorum, en sonunda hoparlörün kablosunu çekip koparıyorum. Ertesi gün baktım kablo tamir edilmiş. Muhafazakârlar asla ama asla vazgeçmezler. Çünkü tebliğ onlara dinlerinin bir emridir. Bu yüzden tebliğ kılıfına sığınıp her fırsatta hayatınıza, kişisel alanınıza müdahale ederler. Hoşlarına gitmeyen her hareket için dini çizgiyi hatırlatırlar.

Üşenmiyorum ve korkmuyorum, kabloyu bir daha koparıyorum, sohbet esnasında babam gelip odayı kontrol ettiğinde “ders çalışmam lazım!” diye öfkelenince geri çıkıyor. Diğer çocukları istediği kıvama çok yakın ama ben, ah ben, olamadım bir türlü istedikleri gibi. Bir yandan dini okuyorum, araştırıyorum diye ümitleniyorlar, bir yandan her gün biraz daha kendi yolumda yürüdüğüm için bu yol nereye çıkar diye endişeleniyorlar. Bu minik iktidar savaşını da ben kazandım.  Bir yandan hırsla hazırlanıyorum ama bir yandan geçmişin hayaletleri yakamdan düşmüyor. Bir dershanedeki benden küçük sınıf arkadaşlarımın normal hayatlarına bakıyorum, bir de halen baskıyla dolu kendi hayatıma. Bütün bu saçmalıkları neden yaşadım, yaşıyorum, yaşayacağım anlamaya çalışıyorum. Çocukluğumdan beri kafamda yanıp sönen cılız ışık halen keşfedilmeyi bekliyor. Ben kimim, neden bütün bunları yaşadım, bu hayatta ne işim var, tanrı benden ne istiyor? Sürekli kendime şunu soruyorum. Neden her şey bu kadar zor olmak zorunda? Mucizesizlik yoruyor beni. Hani şu din kitaplarında yazılan kıssalar neden bizim hayatımıza hiç uğramıyor? Malik Bin Dinar’a denizden çıkıp yardım eden balıklar, neden bana veya daha zor durumda olan insanlara hiç yardım etmez? İbrahim’in ateşini söndüren tanrı neden bizim isyanımızı bi kez bile duymaz, lütfedip cevap vermez?

O sırada belki de sonunda okuyabileceğim için ve bu gelgitleri çözüme kavuşturmak için yeniden tanrıyı ve benden ne istediğini anlamaya çalışıyorum. Bütün bunları boşu boşuna yaşamış olamam. Meğer tanrıya kendini savunması için son bir şans veriyormuşum. O zamanlar bunun farkında değilim, şimdi dönüp bakınca anlıyorum. Okuduğum ciltlerce hadis kitaplarının, ilmihalin, âlimlerin kitaplarının üzerine bir de ilk defa baştan sona Kur’an meali okumak istiyorum. Ailemin cemaatinin bastırdığı Feyz-ül Furkan Kur’an mealini okuyorum. Okudukça hem şaşırıyor, hem de zaman zaman tanrı ile irtibat kurduğumu hissediyorum. İnsanlardan kaçıp her gece yatmadan önce tanrıyla edeceğim sohbete koşuyorum. İlk başlarda dinin kötü bir şey olmadığını, ailemin ve âlimlerin (!) tanrıyı tamamen yanlış anladıklarını, onu kendilerine göre tarif ettiklerini düşünüyorum. Bambaşka bir dünya var elimde. Bazen içim ferahlıyor, bazen sorularımla şirke düşüyorum. Çünkü koskoca tanrı işi gücü bırakmış Ebu Cehil’e beddua ediyor ya da kendini övüyor. Bu bana çok tuhaf geliyor, bazen için için kıs kıs gülüyorum. Bazı ayetlerde, hükümlerde aklınıza yatmayan şeyler oluyor ama dinde çok fazla muğlak alan olduğundan o boşluğu basit mantık yürütmeleriyle doldurabiliyorsunuz. Bazen aklım sükûna eriyor, bazen sorular etrafımı sarıyor.

Sınava yakın artık ailemin hoyratlığına, laf sokmalarına tahammül edemiyorum. Evde misafir eksik olmuyor. Halen başörtüsü sorunu çözülmüş değil ve ailem için başımı açıp okumam söz konusu dahi olamaz. Yıllar sonra yapmaya kalktıkları gibi evlatlıktan reddetmeye kalkabilirler. Ya başım örtülü okuyabileceğim bir yeri kazanamazsam kaygısıyla doluyum. Bir yandan kendime çok güveniyorum, bir yandan kendimi aşağı çekiyorum. Sınava bir ay kala yine sınava hazırlanan kuzenim “gel bizde kal, sen bana Türkçe çalıştır ben de sana matematik öğreteyim” diyor. Kabul ediyorum. Hiç değilse bir ay ailemin baskısı duracak, sadece sınav stresiyle uğraşacağım. Denemelerim fena değil, hocalarım bana çok güveniyor ama yine de bu puanlarla psikoloji kazanmam zor. Hedeflerimi küçültüyorum ama olsun, neresi olursa olsun, bu evden, bu hayattan kaçmak zorundayım. Evden uzaklaşmak bana çok iyi geliyor, gittikçe ailemi ve kaygıları unutup, sınava odaklanıyorum. Denemelerim daha iyiye gidiyor.

5 Haziran’da Anayasa Mahkemesi 27 Şubat’ta yapılan başvuru üzerine, üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getirecek anayasa değişikliğini 2’ye karşı 9 oyla iptal ederek yürürlüğünü duruyor. Yani başörtüsü serbest olmaktan çıkıyor. Bu karardan on gün sonra üniversiteye giriş sınavı gerçekleşecek. Ailem sınava girmeme engel olur diye ödüm kopuyor.

Tam kendime gelmişken, her şey yolunda gidecek derken, ailemi mümkün olduğunca unutmuşken yeniden bir kaygı çemberi oluşuyor. Sınavdan bir gün önce beni telefona çağırıyorlar, babam arıyormuş. Birden yüzüm asılıyor, ne istiyor olabilir? O zamanlar cep telefonları yaygın ama sabit telefon da çok kullanılıyor. Bütün vücudumu yine ateş basıyor, elim ayağım boşalıyor, telefonu alıyorum.

-Selamun aleyküm kızım, nasılsın? Şey diyeceğim, haberlerde gördüm şimdi, sınava başörtüsüyle girmek yine yasak galiba. Gerçi öyle söylüyor ama bizimkiler uygulamaz belki de. Sen Allah’ın emrini biliyorsun. Benim sana itimadım tam. Eğer öyle bir şey isterlerse doğrudan geri dönüyorsun, “Allah’ın emri benim için her şeyin üstünde” deyip açmıyorsun, tamam mı kızım. Yani senin zaten böyle yapacağını biliyorum da, ben yine de söyleyeyim dedim. Tamam mı?

-………

-Tamam mı?

Sesim zar zor çıkıyor, ağladığım anlaşılmasın, sesim boğuk çıkmasın diye iyice bekliyorum, yutkunuyorum “tamam” diyorum zar zor.

Telefonu kapatınca ağlama krizine girdim. Evdekiler panik oldu. Hepsinin sinirleri bozuldu. Kuzenim de benimle birlikte ağlamaya başladı. Yıllardır bu günü beklediğimi, gelecek planlarım çöp olduğu için hayatımın alt üst olduğunu, psikolojimin bozulduğunu, aylardır bugün için dirsek çürüttüğümü bildiği halde nasıl bu kadar saygısız, bu kadar rahat, bu kadar zalim olabilir?

Gün boyu keyfimi yerine getirmek için uğraşıyorlar, havamız değişsin diye dışarı çıkarıyorlar, yemek yiyoruz, sinemaya gidiyoruz, ben de onu yok saymaya çalışıyorum, ayak uydurmaya çalışıyorum ama beynimin içinde söylenip duruyor sürekli. Nereye gitsek yıllardır sinirimi bozan cümleleri hayalet gibi benimle geliyor. Yaşlı anneannem bile bu bağnazlığı anlayamıyor. Ertesi gün sınav merkezine bırakıyorlar beni. Okulun içine kadar ilerliyorum, onların umurunda değil sınav için başımı açıp açmamam ama olsun, dönüp görünüyor muyum diye kontrol ediyorum. Polis, “başınızı açmanız gerekiyor” deyince hiç tereddüt etmeden açıyorum. İlk defa insanların içinde, açık havada saçlarım nefes alıyor.

14 Temmuz 2008 ‘de Ergenekon soruşturmasının ilk iddianamesi, yaklaşık bir sene süren hazırlıkların ardından İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunuluyor. İddianame, 25 Temmuz 2008’de mahkeme tarafından kabul ediliyor.

15 Temmuz’da bazılarına göre Türkiye’nin ilk LGBTİ+ “namus” cinayeti Ahmet Yıldız cinayeti gerçekleşiyor. Marmara Üniversitesi Fizik Bölümü öğrencisi Yıldız, 15 Temmuz 2008 gecesi dondurma almak için gittiği kafede saldırganı görerek otomobiline binip kaçmaya çalıştığı sırada kendisine 5 el ateş ediliyor ve göğsüne isabet eden 3 kurşunla hayatını kaybediyor. Olayın ardından açıklama yapan, Yıldız’ın kuzeni Ahmet Kaya, “Yıldız’ın Şanlıurfa’da son derece dindar ve varlıklı bir Kürt ailenin tek oğlu olduğunu” söylüyor. Ahmet Yıldız’ın katili baba Yahya Yıldız halen yakalanmadı.

27 Temmuz 2008 günü saat 21.55’te İstanbul-Güngören ilçesinde araç trafiğine kapalı olan Menderes Çıkmazı Caddesi’nde bir beton çöp konteynırında parça tesirli bir bomba patlatılıyor. Patlamada 16’sı olay yerinde 5’i çocuk 1’i hamile toplam 17 kişi hayatını kaybediyor, 90 kişi yaralanıyor. Saldırıyı terör örgütü TAK üstleniyor.

1 Ağustos’ta Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Balcılar kasabasında özel bir vakfın yaptığı 3 katlı kaçak Kur’an kursunda, saat 03.45’te LPG gazı sızıntısı sebebiyle patlama gerçekleşiyor ve bina çöküyor. Patlamada 18 kişi hayatını kaybederken, 27 kişi yaralanıyor. Olay sonrası açılan davada 11 sanık yargılanıyor, dava 9 yıl sürüyor ve yurt idarecisi 3 kişi ceza alıyor.

Ancak itiraz üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 5 yıl süren incelemenin ardından olayın asıl sorumluları olarak LPG şirketinin teknik genel müdürü, müdür yardımcısı ile teknik destek personellerinin gaz tesisatındaki kontrollerinde eksiklikleri belirleyen hiyerarşik sıralamasındaki 5 kişinin daha olduğunu tespit ediyor. Yargıtay 12’nci Ceza Dairesi, 2022 yılında sanıkların her birinin kendi sorumlulukları ve taksirli davranışlarına göre yargılanmasına karar vererek dosyayı yeniden yerel mahkemeye gönderiyor.

Sınav sonucu istediğim gibi olmuyor. Ucu ucuna lisans bölümlerine yerleşemeyip iki yıllık bir yer kazanabiliyorum. 28 Şubat’ta okulu bıraktığımda Anadolu İmam Hatip’teydim. Hazırlıkta bir yıl çok yoğun İngilizce dersler olduğu için fen bilimleri yoktu. Ardından lise birde okulu bıraktıktan sonra 10 yıl eğitimden uzak kalmıştım. 8 ayda ancak bu kadar toparlayabilmiştim. Dershanedeki hocalarım “bir yıl daha hazırlan, nereyi istersen tutturursun, şimdi ancak temel atmış oldun” diyorlar ama benim bekleme lüksüm yok. Bir yıl daha dershaneye verecek param yok, kimseden de isteyemem. O yüzden derhal abimle kazandığım bölüme kayıt yaptırmaya gidiyorum. Okuldan sonra iş bulur çalışır, bir yandan dört yıla tamamlarım diyorum. Başörtüsüyle değil, perukla okuyacağım, abim ve kardeşim bunu biliyor ama annemlere okulda başörtüsünün sorun olmadığını söylüyorum. “Rektör bizdenmiş” diyorum, peşine düşüp araştırmayacaklarını biliyorum. Muhafazakârlara sadece duymak istedikleri yalanları söyleyin ve işinize bakın. Tüm işlemler bitip okula gideceğim gün evden çıkarken annem kocaman bir gülümsemeyle, “Elif, boş ver kız gel gitme” diyor. Şaşkın şaşkın suratına bakıyorum.

-Ne?

-Boş ver gitme, okuyup ne yapacaksın?

-Delirdin mi sen?

-Yoo, okuyup ne yapacaksın? Okuyanlar ne yaptı sanki? Yine evlenip, evde oturacaksın. Ne uğraşacaksın, boş ver.

“Saçma sapan konuşma” deyip öfkeyle kendi hayatıma doğru yola çıkıyorum. Yol boyunca kâh üzüntüden, kâh sevinçten ağlıyorum. Uzaklaştıkça ipim çözülüyor, hafifliyorum.

Medyascope

Şîrove Bike

POLİTİKA

EN ÇOK OKUNANLAR
×